Damdaki Kemancı (Fiddler on the Roof, 1971) ve Ay Çarpması (Moonstruck, 1987) gibi filmlerden bildiğimiz Kanadalı yönetmen Norman Jewison’ın 1967 yapımı filmi olan Gecenin Sıcağında (In the Heat of the Night), Amerika’nın güneyine yolu düşmüş siyahi bir polisi ve orada geçirdiği süre boyunca yaşadıklarını konu ediniyor. Özellikle 1964 yılındaki Medeni Haklar Yasası ile Amerika’da ırkçı ayrımcılık bütünüyle yasadışı olarak nitelendirilmişti. In the Heat of the Night ise tam da bu yasadan üç sene sonra çekilmiş, siyahilere karşı hâlen yürürlükte olan ayrımcılığı beyazperdeye yansıtmayı amaçlamış bir film olarak karşımıza çıkıyor. Bu yüzden film, sahip olduğu ideoloji bakımından sinema tarihinde önemli bir yere sahip. Toplamda 5 Oscar ödülü kazanan yapım, işlediği Amerikan problemlerinin aradan seneler geçmiş olmasına rağmen günümüzde hâlâ ne kadar geçerli olduğunu gösteriyor.

Filmde her şeyi tetikleyen olayı ve genel karakter tanıtımlarını şu şekilde anlatmaya başlayabiliriz: Mississippi’de küçük bir bölge olan Sparta’da polis memuru Sam Wood (Warren Oates) her zamanki gibi bir gece geçirmektedir. Devriye gezerken her zaman uğradığı büfeye uğramış, bilinen bir teşhirci olan Dolores’in (Quentin Dean) evinin önünden geçmiştir. Ancak akabinde kasabaya fabrika yapmak için gelmiş olan iş adamı Bay Colbert’ın (Jack Teter) cesedini bulur. Etrafı soruştururken siyahi bir adama denk gelen Wood, suçu ondan başkasının yapmış olabileceğini asla düşünmediğinden cinayeti direkt onun üzerine atar. Emniyete getirilen bu siyahinin başka bir eyalette polis memuru olduğu ve hatta cinayet soruşturmaları üzerine özel bir tecrübesinin olduğu ortaya çıkar.

Küçük Bir Kasabanın Özelinde Amerika Portresi
Bu cinayetle ne yapacağını bilemeyen küçük kasabanın “küçük” polis memurları, bu cinayeti mecburen sözünü ettiğimiz siyahi kişi olan Virgil Tibbs’e (Sidney Poitier) teslim ederler ve böylelikle Virgil ile diğer polis memurlarının arasındaki fark ortaya çıkar. Virgil eğitimli, şık ve ne yapacağını çok iyi bilen birisiyken, beyaz polis memurları bütünüyle Virgil’dan daha aşağı konumdadır. Sparta’daki insanları genellikle bu şekilde cahil ve ırkçı olarak tasvir eden film muhtemelen o dönem için doğru bir tasvir yapmaktaydı.

Yine de beyazların kendi hatalarını anlamaları ve Virgil’a hakkını teslim etmeleri için gerekli her zemini hazırlayan film, yer yer inandırıcılığını kaybediyor. Zira filmden 53 yıl sonra bile rahatlıkla görebiliyoruz ki ırkçı önyargılar çok derine işlenen bir ideolojiyi yansıtıyor. Bu ideoloji de maalesef tek bir siyahi kişinin kırabileceği bir önyargı değil. Kolektif mücadeleye rağmen hâlen kırılamayan tüm önyargılar – gerek ırk gerek cinsiyet gerekse etnik köken sebepli olsun – çok daha derinlerde yatan sorunlara işaret ediyor ve bu önyargılara sahip olan insanlardaki direnci gösteriyor.

Cinayeti ustalıkla çözmeye çalışan Virgil kasabada pek çok dirençle karşılaşıyor. Yine de bölgenin amiri olan Gillespie (Rod Steiger) ona çok sıcak yaklaşmasa da, bilgisine saygı duyuyor. Gillespie’nin filmde oldukça göbekli, sürekli sakız çiğneyen ve oldukça absürt, sarı bir gözlükle gezen biri olarak tasvir ediliyor olması kasabadaki iş bilmezliğe ve profesyonellikten uzaklığa işaret ediyor. Polisler en başta yanlış birini tutukluyorlar. Ancak herhangi bir kişiyi yakalayıp bu cinayeti “çözmüş” olmaya öyle odaklanıyorlar ki çok fazla kanıt aramadan buldukları ilk kanıtla Harvey Oberst’i (Scott Wilson) içeri atıyorlar.

Onun suçlu olmadığında ısrar eden Virgil ise Gillespie’nin öfkesine maruz kalarak Harvey ile birlikte aynı hücreye konuyor. Hareketlerinden Virgil’dan hiç hazzetmediğini kolaylıkla anlayabildiğimiz Harvey, Virgil’ın kendisinin suçsuz olduğunu ispatlamasıyla ona sempati duymaya ve kendi sığ bakışını kavramaya başlıyor. Bu açıdan baktığımızda filmdeki karakter gelişimleri biraz fazla hızlı oluyor diyebiliriz. Sanki bir siyahinin gelip kendilerine aksini ispatlaması için hazır bekliyorlarmış gibi, beyazlar sığ düşünce yapılarından oldukça çabuk kurtulabiliyorlar.

Karakteri Daha “İnsan” ve Sempatik Kılmak Adına Başvurulabilecek Bir Yöntem: Kusur
Virgil’ın kasabadaki güvenliği adına onu bir an önce oradan göndermek isteyen Gillespie bu isteğini gerçekleştiremiyor çünkü merhum Bay Colbert’ın eşi Bayan Colbert (Lee Grant) bu cinayeti çözmekte Virgil’a güveniyor, kasabadaki diğer polis memurlarına değil. Bir yandan kasabadaki ekstrem derecede ırkçı olan grup tarafından yakalanmaya ve hatta öldürülmeye çalışılan Virgil katilin kim olduğunu bulmaya oldukça yaklaşıyor. Birini sırf siyahi olduğu için öldürmek istemenin arka planındaki nefreti ve “boş yere”liği burada kolaylıkla görebiliyoruz.

Ancak her şeyi doğru yapmakta olan Virgil’a sanki insani bir kusur eklemeye çalışır gibi, film onu beyaz bir toprak sahibine oldukça kafayı takmış şekilde gösteriyor. Ölen Bay Colbert’ın pek iyi anlaşmadığı biri olarak tasvir edilen Endicott (Larry Gates) pamuk tarlalarında siyahileri çalıştıran ve evinde de siyahi bir hizmetçisi bulunan zengin bir iş adamı olarak aktarılıyor seyirciye. Bu özellikleriyle Virgil’ın radarına giren Endicott, Virgil’a göre kesinlikle bir katil sıfatını hak ediyor. Ancak görüyoruz ki Endicott yalnızca Virgil’ın ön yargılarının bir kurbanıdır ve de “suçsuz”dur. Böylelikle anlıyoruz ki Virgil da tıpkı beyazlar gibi önyargılara sahip olup obsesif düşüncelere yenik düşebilen bir insandır. Filmin vermek istediği mesajla filmin bu bölümü arasında bizce çelişkiler var.

Zira pek çok açıdan kendisinin katil olduğu konusunda şüphe uyandırabilecek olan Endicott sırf Virgil’ın dikkatini çekti ve onun zihninde katil damgası yedi diye bu durum Virgil’ı diğer beyaz insanlarla eşdeğer seviyede önyargılı yapmaz. Aksine, siyahi insanları sömüren, hatta eğer yasa gelmemiş olsaydı onları gözünü kırpmadan vurabilecek bir adam olan Endicott ve sırf siyahi diye birinden nefret edebilen diğerleri, Virgil ile bir olamaz. Bu şekilde düşünüldüğünde Endicott gerek orkideleriyle – orkide gibi hassas çiçeklerle ilgilenebilen, nazik bir adam imgesi – gerekse “masumluğuyla” oldukça mağdur durumda bir insan olarak tasvir edilmiş.

Gizem Örtüsünün Altında Ekspoze Edilen Sosyolojik Yaralar ve Irkçılık
Biz “Katil kim?” diye düşünedururken bir sonraki şüphelinin filmin en başında gördüğünüz polis memuru Sam olduğu ortaya çıkıyor. Bankaya yatırdığı yüklü miktardaki para da polislere göre bunu kanıtlıyor. Ancak Virgil tüm bilgeliğiyle yine onun gerçek katil olmadığını söylüyor. Bir yandan devreye giren Dolores ve abisi ortalığı iyice karıştırarak Virgil’a vakayı çözmesine yarayacak ipuçlarını veriyor. Abinin iddiasına göre Dolores reşit olmamasına rağmen birisiyle birlikte olmuş ve hamile kalmıştır. Bunlardan yola çıkarak kasabada kürtaj yapmakla ilgilenen siyahi bir kadını bulan Virgil, böylelikle hem bebeğin babasını hem de katili bulabileceğini düşünüyor.

Aynı zamanda aşırı ırkçı grup tarafından takip edilen Virgil – içlerinde Dolores’in abisi de bulunmaktadır – hem katili yakalamayı başarıyor hem de bu ırkçı grubun gözünde “iffet düşmanını” bulan kişi olarak yer alıyor, dolayısıyla hayatı kurtuluyor diyebiliriz. Katili bulma çabası süresince Virgil, Gillespie ile yakın bir ilişki geliştiriyor. Gillespie’nin evine davet edildiğimizde öğreniyoruz ki o da en az Virgil kadar yalnız ve sempati duyulası bir karakter olma özelliğine sahip. Seyirciye verilmeye çalışılan bu tarz “zorlama” hisler, tabii ki filmin bir getirisi. “Dışarıdan görüp yargıladığımız insanların nasıl da derinlikli bir ruhu varmış,” gibi sonradan empoze edilme bir alt metin bulunduruyor film. Filmdeki ana konu başka bir olay üzerinde dönerken, aralara bu şekilde duygu dolu enstantaneler eklenmesi bir filmi “film” yapan şeylerden. Ancak film tam da bu sebepten inandırıcılığını yitiriyor ve başka bir evrene ait olan bir “araç” olarak hafızalarda yerini alıyor.

In the Heat of the Night En İyi Başrol Oyuncusu dahil – ki onu da Gillespie rolüyle Rod Steiger almıştır, Sidney Poitier değil – birçok ödül kazanmış, bizce de bilinmesi ve izlenmesi gereken bir film. Özellikle tarihi açıdan bakıldığında Amerika için çok önemli bir nokta diyebileceğimiz 1964 yasasını sembolize ediyor ve kendisine konu olarak aldığı ırkçılık sebebiyle Amerika’nın en büyük yaralarından birisine parmak basıyor. Buna ek olarak Sidney Poitier’yi başrolde izlemesi kesinlikle çok keyifli diyebiliriz. Üstelik filmin afişinde kendisinin isminin Rod Steiger’den önce geliyor olması da özellikle o yıllar için devrim niteliğinde. Tüm bu temalara ek olarak film bir de yan hikâye olarak çözmesi zevkli bir “whodunnit” öyküsü sunuyor. Filmin bu ayrıntılarını bir araya getirdiğimizde – güzel müziklerinden de bahsetmemek olmaz – In the Heat of the Night izlenesi bir yapım olarak listelere giriyor.
