DRACULA (1931) – Bela Lugosi’nin Korku Sinemasına Hediyesi

İlk bakışta doğal olarak sadece Bela Lugosi’yi Dracula rolünde çok beğendiğim için bu tür bir başlık attığım düşünülebilir, kendisini oyuncu olarak çok beğendiğim doğru olsa da, başlığın altında farklı bir neden yatıyor: Dracula’nın hem çekim hazırlıkları yapılırken, hem de çekimler sırasında, Bela Lugosi dışında kimsenin filmi ciddiye almamış olması. Oyuncuların bir kısmı, hatta yönetmen Tod Browning bile, filmle dalga geçip durmuşlar, bazı günler Browning sete uğramıyormuş bile. Kısacası Dracula efsanesinin sinemadaki yolculuğu, en başta Bela Lugosi’ye çok şey borçlu. Bu eşsiz klasiği elimizden geldiğince derinlemesine incelemeye çalışacağız, kahvenizi aldıysanız başlayalım, incelenen konunun doğası gereği, biraz uzun soluklu bir yazı olacak.

Bela Lugosi

İlk Vampir Tasvirlerine Örnek: Antik Dönem

Dracula sözcüğünü duyduğumuzda aklımıza doğal olarak Bram Stoker’ın 1897 tarihli meşhur romanı geliyor ancak insanlık tarihinde “vampir” kavramı çok daha eskilere dayanıyor. Tıpkı “cinayet” veya “aşk” kavramlarının edebiyattaki ilk izlerini sürmemizin neredeyse imkansız olması gibi, “insanların kanını emen korkunç yaratık” şeklinde kabaca özetleyebileceğimiz vampir kavramı da, tabiri caizse insanlığın, kültürlerin ve tabii ki edebiyatın genetiğine, derisinin altına işlemiş. Bilinen en eski vampir göndermelerinden birisine selam etmek için günümüzden tam iki bin yıl geriye, M.S. 10 yılı civarına, Antik Roma dönemine gitmemiz gerek. Grekçe’den (στρίξ) gelen ve “kötü ruh, kabus, vampir, cadı” yan anlamlarını kapsayan Latince strix (baykuş) sözcüğünün çoğul versiyonuna (strigibus) Latin şair Ovidius’un M.S. 8-18 yılları arasında yazdığı düşünülen Fasti adlı eserinde rastlıyoruz. Pasajı kısaca hatırlayalım:

Obur kuşlar vardır, Phineus’un öğünleriyle

oburluklarını giderenler değil, ama soyu onlara uzanır:
Başları kocaman, gözleri sabit, gagaları çapulculuğa uygun,
kanatlarının içi gri, pençelerinin içinde kancalar vardır.
Gece uçarlar ve bakıcısız çocuklara saldırırlar
ve beşiklerinden kaçırdıkları bedenlerini kirletirler.
Gagalarıyla süt dolu bağırsakları kopardıkları söylenir
ve gırtlakları içtikleri kanla dolar
cüce baykuştur [strigibus] onların adı, ama bu adın
Nedeni, geceleyin dehşet verici çığlıklar atıp durmalarıdır. (Fasti, s. 273)
Filmin lobi kartlarından biri (Dwight Frye, David Manners ve Edward Van Sloan)

Elbette aynı zamanda birçok Avrupa dilinde farklı versiyonları bulunan “streghe” yani “cadı” sözcüğünün de kökeninde bulunan “strix” sözcüğü, bu şiirde daha çok vampirleri işaret ediyor gibi, zira yarasayı andıran bir canlı tarif ediliyor (kanatlarının içi gri, pençelerinin içinde kancalar, gece uçarlar, gırtlakları içtikleri kanla dolar, vs.). Yukarıda alıntıladığımız çeviride strigibus karşılığı olarak “cüce baykuş” kullanılsa da, James G. Frazer’ın İngilizce çevirisinde “screeching owl” (haykıran, çığıran, feryat eden baykuş) yer almaktadır. Türkçe’de Cüce baykuş, İngilizce’de ise screeching owl olarak adlandırılan baykuş türünün coğrafi olarak sadece Amerika kıtalarında yaşıyor olması ise Ovidius’un metnini daha da gizemli hale getiriyor.

Frances Dade ve Helen Chandler

19. Yüzyıl Edebiyatında Vampirler

Antik Dönemi, daha doğrusu Batı Roma İmparatorluğu’nu geride bıraktığımızda ise bin yılı kapsayacak olan Ortaçağ boyunca Avrupa’da fazlaca vampir hikayesine rastlanmıyor. Belki de gündelik yaşamın zaten yeterince korkutucu olmasından dolayı (yardım için rahiplerin evlere çağrıldıktan sonra pişirilip yendiği kıtlık dönemleri, düşmanlarını öldürdükten sonra şatosunun bahçesindeki ağaçları bu cesetlerle “süsleyen” Fransız Kral 11. Louis, kentlerde haftalar hatta aylarca, çürümeye başlayana dek sokaklardan kaldırılmayan cesetler ve tabii ki meşhur Kazıklı Voyvoda Vlad Tepes’in gündelik yemeğini kazığa oturttuğu insanların feryatlarını izlerken yemesi, vs.) korku hikayelerine ihtiyaç olmamıştır. Ne var ki artık yazımızın sınırlarını daha fazla zorlamadan günümüze yaklaşalım. Vampir hikayelerinin, korku türü içinde kendine yer bulmaya başlaması için 19. yüzyılı beklememiz gerekecek: Kronolojik olarak Polidori, Le Fanu ve Stoker, vampir literatürüne en büyük katkıyı yapan isimler arasında.

  • John William Polidori – The Vampyre (1819)
  • Charles Nodier – Lord Ruthwen ou les Vampires (1820)
  • Aleksey Tolstoy – La Famille du Vourdalak (1847)
  • Charles Baudelaire – Le Vampire (1857)
  • Charles Baudelaire – Les Métamorphoses du Vampire (1866)
  • Sheridan Le Fanu – Carmilla (1872)
  • Abraham (Bram) Stoker – Dracula (1897)
Dwight Frye (solda) filmin ilk dakikalarında, bölge halkını ikna etmeye çalışırken.

Lord Byron’ın aile doktoru olan ve sadece 26 yaşında hayata gözlerini yuman, Londra doğumlu Polidori’nin öyküsü (uzun yıllar Byron’a ait sanılır) ilk vampir hikayelerinden biridir ve tıpkı Dublin doğumlu Sheridan Le Fanu’nün eseri gibi, vampir kavramına oldukça romantik bir bakış açısı getirir. Fransız yazar Nodier’nin 1820’de yayınlanan öyküsü ise Polidori’nin anlatısını devam ettiren bir yapıya sahiptir. Tolstoy’un kuzeni olan Aleksey Tolstoy’un Fransızca olarak yazdığı Vourdalak Ailesi ise vampir mitini tabiri caizse biraz daha “kanlı” hale getirecektir. Baudelaire’in kaleme aldığı iki şiir de hatırı sayılır bir popülarite yakalamıştır ruh çağırmanın burjuva ve aristokratlar arasında favori etkinlik olduğu 1800’ler Paris’inde. Dublin doğumlu Bram Stoker vampir mitosuna geç kalmış gibi görünse de, o döneme dek yazılan birçok hikaye, şiir veya melodramın aksine 500 sayfalık gotik bir romanla çıktığı edebiyat sahnesinde, gelecek kuşakları vampir anlatısı bağlamında en çok etkileyecek yapıta da imza atmıştır aynı zamanda.

Bela Lugosi

Sinemada Bram Stoker

Kişisel olarak favori vampir filmlerim arasında yer alan, Dreyer’in 1932 tarihli başyapıtı Vampyre’i saymazsak (film aslında Le Fanu’nün Carmilla’sının uyarlamasıdır) yazımızın konusu olan Dracula (1931) öncesinde (Dreyer’in filmi Dracula’dan önce tamamlanmıştır ancak stüdyolar tarafından bekletilir ve Dracula’ya gösterim önceliği verilir) Bram Stoker’ın romanına dayanan tek film mevcut, o da 1922 tarihli Nosferatu (F.W. Murnau). Film tam anlamıyla dışavurumcu sinema başyapıtı ancak telif anlaşmazlıkları nedeniyle ilk çıktığı dönemde gerektiği kadar parlayamamıştı. Murnau teliften kaçınmak için filmin adını Dracula yerine Nosferatu koysa da, dava açılmasının önüne geçemez. Bu arada “Nosferatu” sözcüğü Stoker’ın romanında sadece iki yerde geçiyor, Stoker bu sözcüğü okuduğu bir antropoloji kitabından almış; Emily Gerard’ın yazdığı The Land Beyond the Forest: Facts, Figures and Fancies from Transylvania (1888). Nosferatu sözcüğünün Transilvanya ve Romanya kültürlerinde “vampir” ile eşdeğer olduğu bilgisi sonraki çalışmalarda doğrulanamamıştır ancak söz konusu kitap Stoker’ın Dracula’sının temel kaynakları arasında yer aldığı için önemi büyük. Başrolünde Bela Lugosi’nin olduğu 1931 tarihli Dracula ise, sonraki sayısız uyarlama için bir mihenk taşı, bir referans noktası olacaktır ve bu durum günümüzde de halen geçerliliğini korumaktadır.

Dracula (Tod Browning, 1931)

Sonunda yazımızın konusu olan filme geldiğimizdeyse, kısaca Dracula’nın tiyatro macerasından da bahsetmemiz gerekecek, zira Tod Browning’in Dracula’sı, Stoker’ın Dracula romanının birebir uyarlaması değil. Kitabı okumuş olanların fark edebileceği gibi film, romanın çok daha sadeleştirilmiş bir versiyonu, temel olayların alınıp sıralandığı bir anlatı söz konusu. Bunun sebebi de filmin, senaryo bağlamında Stoker’ın romanının tiyatro uyarlamasını birebir almış olması. Stoker’ın eseri, piyes halinde (Dracula stage play) 1920’lerin son döneminde birçok tiyatroda, yüzlerce defa sahnelenmiştir. Sadece Bela Lugosi dahi tek başına, Dracula rolünü Fulton Tiyatrosu’nda (Broadway) tam 100 defa canlandırmıştır (1927). Universal en başta 500 sayfalık romanın birebir uyarlamasını çekmeyi düşünse de, özellikle 1929’da ABD’de patlak veren Büyük Buhran nedeniyle bütçeyi küçültmeye karar verirler, bunun en kestirme yolu da tabii ki Stoker’ın romanı yerine, var olan oyunu olduğu gibi sinemaya uyarlamaktır. Oyunun haklarını Hamilton Deane ile John L. Balderston’dan satın alan Universal projeye iki prodüksiyon halinde start verir: Bela Lugosi’li orijinal versiyon ve Carlos Villarias’lı İspanyol versiyon.

Bela Lugosi

Dracula: İspanyol Versiyon (1931)

O dönemde seslendirme hem teknik hem de pratik anlamda gelişmemiş olduğu için ABD’deki bazı stüdyolar filmlerini iki versiyon halinde çekiyordu. Film hakkında izlediğim birçok kaynakta (Bluray ekstraları vs.) aynı sette, aynı senaryonun İspanyolca çevirisiyle ve tamamen farklı oyuncularla çekilen İspanyol versiyonun, Bela Lugosi’li orijinal versiyondan teknik açıdan daha üstün olduğu görüşü hakim ancak oyunculuklara baktığımda ne yazık ki herhangi bir üstünlük göremiyorum. Filmde İspanyol star Lupita Tovar’ın yer alması elbette bir artı, teknik açıdan da İspanyol ekibin her gün akşama doğru sete gelip, orijinal Dracula ekibinin sabah çektiği sahnelere bakıp “biz bunu daha iyi nasıl yaparız?” düsturuyla çalışmaları filme bir avantaj sağlıyor şüphesiz, ancak Dracula rolündeki Carlos Villarias’ın bakışları ne yazık ki filmdeki tüm korku perdesini kaldırıp atıyor. Ancak son bir not olarak bu iki versiyonu (sırasıyla önce orijinal sonra İspanyol versiyon) arka arkaya izlemenin de tam bir sinema dersi niteliğinde olduğunun altını çizelim. Aynı sette, aynı senaryonun farklı oyuncularca canlandırılmış olması, farklı çekim ve oyunculuk fırsatları hakkında bir rehber adeta ve özellikle Dracula (1931) severlerin kaçırmaması gereken bir deneyim.

Carlos Villarias, Dracula’nın İspanyol versiyonunda.

Universal’ın Dracula’ya Bakışı ve Bela Lugosi Faktörü

Film çekileceği sırada uzun zamandan beri Universal Studios’un yöneticisi olan Carl Laemmle, korku türüne mesafeli yaklaşıyordu, 1925’te Phantom of the Opera ile önemli bir gişe başarısı yakalamış olsa da Laemmle, korku filminin başarılı olacağına inanmıyor, dahası bu türü sevmiyordu. Oğlu Carl Laemmle Junior ise korku türüne çok yakındı ve Dracula için özellikle ısrar ediyordu. Sonuçta kısıtlı bir bütçeyle casting tamamlandığında, sadece Dracula’yı kimin canlandıracağı belli değildi. Bu rol için Universal en önce The Hands of Orlac (1924) ve The Man Who Laughs (1928) filmlerinde harikalar yaratan Conrad Veidt’ı düşünür ancak Veidt yapımı beğenmeyip reddeder. Ardından Lon Chaney (1930’da vefat eder), John Carradine, Boris Karloff, John Wray, Paul Muni, Chester Morris, William Courtenay gibi isimler üzerinde durulur. İlginç bir şekilde Dracula rolünü Broadway’de tam 100 defa canlandırmış olan Bela Lugosi bir türlü akıllara gelmez. Büyük ihtimalle Hollywood’un o dönemki yabancı düşmanlığının bir sonucu. Lugosi resmen bu rolü almak için mücadele etmek durumunda kalır ve çok düşük bir ücretle rolü kabul eder, çünkü yönetmen Browning dahil setteki birçok kişinin aksine, bu filmin ve bu rolün öneminin fazlasıyla farkındadır.

Bela Lugosi

Béla Ferenc Dezsö Blaskó adıyla 1882’de Macaristan’ın Lugos kentinde (günümüzde bu şehir Lugoj adıyla Romanya sınırlarındadır) doğan Bela Lugosi, Birinci Dünya Savaşı’na piyade olarak katılıp üç defa yaralandıktan sonra, savaş bitiminde oyunculuk kariyerine tiyatroda başlar. ABD’ye geldiğinde de yine tiyatroda devam eden kariyeri, 1927’deki Broadway oyunuyla (Dracula) parlayacaktır. İngilizce’ye hakim olmaması (tiyatro ve sinemada tüm repliklerini fonetik olarak ezberlemiştir) ve sahip olduğu ağır Macar aksanı, onu bu rol için biçilmiş kaftan yapar aslında ve tabii ki kendisini bu rolde ölümsüzleştirir. Yazımızın en başında söylediğimiz gibi Lugosi ve görüntü yönetmeni Karl Freund dışında bu filmi ciddiye alan pek olmaz, bazı oyuncular çoğu gün yönetmen Tod Browning’in sete bile uğramadığını bildirirler, ayrıca Mina ve John Harker karakterlerini canlandıran Helen Chandler ile David Manners’ın sette Dracula karakteriyle ve kendi rolleriyle dalga geçtikleri görülür, Universal’ın sahibi olan Carl Laemmle ise bu filme “bir an önce aradan çıksın” gözüyle bakar. Dolayısıyla bu “kendine rağmen filmi” Bela Lugosi resmen tek başına kurtarır ve sinema tarihinde sarsılmaz bir yere oturtur. Tek başına demişken haksızlık etmeyelim, film The Last Laugh (1924) ve Metropolis (1927) gibi şaheserlerde çalışmış ve sinemada hareketli kamera kullanımını ilk uygulayanlardan biri olan efsanevi görüntü yönetmeni Karl Freund’a da çok şey borçlu. Zaten Tod Browning sette olmadığında, ipleri kendisi devralmak zorunda kalıyormuş ve söylemeye gerek yok, yine çok iyi bir iş ortaya çıkartmış.

Dwight Frye ve unutulmaz gırtlaktan gelen kahkahası.

Dracula: Anlatı İskeleti

Universal’ın sahibi Laemmle’nin kızı Carla Laemmle’nin kitaptan okuduğu bir pasajla, hızla giden bir at arabasının içinde bizi karşılayan film, ilk sahnelerinden itibaren Dracula mitini aktarmaya ve beyazperdede ölümsüzleştirmeye başlar: Asla gidilmemesi gereken Kont Dracula’nın şatosu, Transilvanya mitosu (Borgo Geçidi), Walpurgis Gecesi (kötülüğün en güçlü olduğu gece) ve tabii ki Güneş batınca vampirlerin ortaya çıkması, tüm bunlar seyirciyle ilk birkaç dakika içinde paylaşılır. Bu noktada filmde karşılaştığımız ilk önemli karakter olması açısından, Dracula’nın yardımcısı Renfield rolündeki Dwight Frye’dan bahsetmemiz şart, zira Bela Lugosi’den sonra filme en çok katkısı olan oyuncu kendisi, hem ekran süresi, hem ustalıklı oyunculuğu hem de büründüğü karakter (mizaç anlamında) sayısı açısından. Filmin hemen başında şatoya gitmemesini söyleyen yerel halka “Ama bu söyledikleriniz sadece batıl inançtan ibaret” diyen, sonrasında ise Dracula’nın, böceklerle kafayı bozmuş sadık hizmetkarına dönüşen Renfield, unutulmaz karakterlerden biri. Tabii sadece böcek değildir istediği, farelerin, kedi ve köpeklerin de kanını içmek ister, Stoker’ın romanında “binlerce” olarak tasvir edilen fareleri filmde canlandırmak imkansızdır tabii ancak romanda geçen, Renfield’ın farelerden bahsettiği meşhur pasaj filmde de neredeyse olduğu gibi yer alır (“binlerce, milyonlarca fare” – s. 379).

Edward Van Sloan ve Bela Lugosi

Giriş bölümünden sonra Renfield’ın Kont Dracula tarafından bizzat karşılanması, Carfax Abbey’in satın alınma işlemlerinin başlatılması ve tabii ki gemiyle Londra’ya gidiş betimlenecektir, Renfield’ın dönüştüğünü de bu gemi seyahati sırasında öğreniriz. Filmdeki diğer yan karakterler Doktor Van Helsing (Edward Van Sloan), Mina (Helen Chandler), Lucy (Frances Dade) ve John Harker (David Manners) ile de bu Londra aşamasında tanışırız. Birkaç yıl sonra 100 yaşına basacak olan bu klasik filmin akışını daha fazla anlatmaya gerek yok elbette, isterseniz biraz da kültleşmiş ve 90 küsur yıldır defalarca taklit edilmiş bazı sahnelerden bahsedelim.

Filmin açılış karesi: Sol başta Dwight Frye, sağ başta vampir görünümlü (izleyenler bilir) Daisy Belmore oturmakta, sağ arkada kitaptan okuyan ise genç Carla Laemmle.

Dracula: Kültleşmiş Sahneler

Dracula ile ilk karşılaşmaBela Lugosi’nin Renfield karakterini karşılarken sergilediği oyunculuk ve aksanlı konuşması, akıllarda yer eden ilk sahnelerden birini doğuruyor. “I am Dracula” gibi basit ve kısa bir repliği bile çok değişik bir şekilde telaffuz etmesi karaktere “başka bir dünyadan gelmiş gibi” bir hava katıyor ki bu da zaten yüzlerce yıldır hayatta olan bir vampirden beklenecek en temel davranış şekli aslında, zira 1500’lerdeki hayatını hayal meyal hatırlasa da, Dracula 1800’lerin dünyasına, kısacası yaşayanların dünyasına oldukça yabancı. Kont Dracula merdivenleri çıkarken uluyan kurtları duyunca da onlarca filme ve şarkıya konu olmuş olan meşhur repliğini “Children of the night, what music they make” (Gecenin çocukları, nasıl da şarkı söylüyorlar) söyleyecektir, yine Lugosi’nin Macar aksanı eşliğinde. Ardından Renfield’a şarap ikram ederken de akıllara kazınan bir başka repliğe tanık oluruz: “I never drink wine”. “Asla şarap içmem” anlamındaki bu basit cümle de Lugosi’nin “drink” ile “wine” sözcükleri arasında yaptığı duraksama sayesinde ihtiyacı olan alt anlama kavuşur.

“I never drink (…) (…) wine”.

Dracula’nın gelinleri – 2004 yapımı Van Helsing (Stephen Sommers) başta olmak üzere sayısız filmde tekrar ele alınan meşhur gelinleri yazımızın konusu olan filmde Dorothy Tree, Cornelia Thaw ve Geraldine Dvorak canlandırıyor, ne mutlu ki üç önemli aktris de 1980’lere dek yaşamış ve Thaw haricinde diğer ikisi birçok filmde boy göstermişler; bu ayrıntının önemi yazımızın sonuna doğru diğer yardımcı oyuncuların akıbetinden bahsederken daha net anlaşılacak. Dracula’nın gelinleri bağlamında asıl usta görüntü yönetmeni Karl Freund’a borçlu olduğumuz sinematografiden bahsetmek gerek. Örneğin onları ilk gördüğümüz sahnede (aşağıda: Görsel no.1) hiçbirinin film karesinin merkezinde bulunmuyor oluşu çok yerinde bir dokunuş. Hem bu ilk sahneye bir belgesel havası katıyor (inandırıcılığı artırması açısından önemli), hem de ölüm imparatorluğundan canlıların dünyasına geçişi uyku motifi aracılığıyla güçlendiriyor.

Görsel no.1

Kısa Bir Göstergebilimsel Çözümleme

Renfield karakterinin gelinlerle karşılaşması ise küçük bir analizi hak ediyor. Öncelikle bu sahnenin yol açtığı eşcinsel göndermeye değinelim, ilginç bir şekilde film ilk çıktığında, biraz da zorlama sayılabilecek bir eşcinsellik göndermesinden bahsediliyor; bunun sebebi de Dracula tarafından bayıltılan Renfield yerde yatarken ona doğru yaklaşan üç gelinin yine Kont Dracula tarafından durdurulması ve kontun Renfield ile bizzat ilgilenmesi. Halbuki burada Dracula’nın Renfield’ı kölesi yapmak için bir müdahalesi söz konusu, 1930’larda oldukça farklı anlaşılmış. Bahsettiğimiz kısa analize gelirsek, aşağıdaki karenin (Görsel no.2) içerdiği göndermelerle başlayalım. En solda cehennemi andıracak büyüklükte bir şöminenin olması bir yana, üç gelinin kefeni andıran uzun elbiseleri de doğal olarak “ölüm” alt anlamını besliyor. Renfield’ın yerde upuzun yatması da yine mezar kavramını akla getiriyor, tam karşıdaki kapının ise kapıdan çok mezar çukuruna benzemesi harika bir ayrıntı, zira takip eden saniyelerde Kont Dracula o sisin içinde görünüp o kapıdan geçecek.

Görsel no.2

Göstergebilimsel açıdan baktığımızda bu sahnede iki ana yerdeşlik (isotopie) bulunmakta: [Cehennem] ve [Ölüm]. Bu iki kategoriyi besleyen anlambirimleri ve onları doğuran verileri (rôle figuratif) kısaca sıralayalım:

Cehennem ve Ölüm yerdeşliklerini görselliğe yedirdiğimizde ise, basit bir deney bu sahnedeki yan anlamları daha da artırıyor. Eğer film karesini (Görsel no.2) olduğu gibi, hiçbir şeye dokunmadan sola doğru 90 derece yatırırsak, gündelik yaşamla veya yaşayanların dünyasıyla vampirlerin yaşamı arasındaki terslik yok oluyor: Yerde yatan Renfield /ayakta/ konumuna yani /yaşam/ yerdeşliğine yükselirken normalde ayakta duran üç gelin de /yatay/ pozisyona geçerek, “olmaları gerektiği” konuma kavuşuyor, dahası soldaki cehennem ağzı da (şömine) artık altlarında olduğu için, Cehennem’e doğru inişlerini de simgelemiş oluyor bu 90 derecelik dönüş. Son olarak normalde dik duran büyük kapı da yatay konuma geçerek [Mezar] yerdeşliğini destekler hale gelir.

Bela Lugosi

Bu sahneyle (Görsel no.2) ilgili bir diğer ilginç konu da, Fransız göstergebiliminin kurucusu Greimas’ın meşhur göstergebilim karesi’ne (carré sémiotique) göre, sahnede “yaşam” yerdeşliği altına koyabileceğimiz hiçbir öğenin bulunmaması.

Basit bir soyutlamayla ifade edersek karşıt ikilikler üzerinden (yaşam – ölüm veya hayvan – insan gibi) ilerleyerek sözcenin alt anlamını daha iyi anlamamızı sağlayan bu göstergebilimsel karede örneğin vampirlerin sahnedeki varlığı, yerde yatan Renfield, mezarlık göndermeleri vs. bunlar hep yukarıdaki tablodaki üç yerdeşliğe işaret ederken, [yaşam] yerdeşliği içine dahil edebileceğimiz bir veri yok elimizde. Bu da sahnedeki tutarlılığın bir kez daha altını çizmemizi sağlıyor. Aşağıdaki tabloda yer alan göstergelere bu sahnedeki sessizliği ve gece yaratıklarının çıkardıkları sesleri de dahil edersek ancak o zaman [yaşam] yerdeşliğine bir örnek (hayvan sesleri) bulabiliyoruz, ki o durumda dahi söz konusu sesler “yaşam – ölüm olmayan” yerdeşlikleri arasında bir noktada sıkışıp kalıyor zira Kont Dracula’nın şatosundaki gece yaratıklarının seslerini duyuyor olsak da bu sesleri çıkartan canlıların gerçek anlamda “canlı” olup olmadığı bilgisini anlatı iskeleti bize sağlamıyor. Kısacası bu sahne için söylenebilecek “bu şatoda ölüm kol geziyor” amiyane ifadesi göstergebilimsel çözümleme bağlamında, derin yapıda da kesinlikle doğruyu yansıtıyor.

Sessizliğin Semantik Gürültüsü

Beyazperde seyircisinin sesli sinemayla tanışması 1927 yılında, Alan Crosland’in yönettiği The Jazz Singer filmiyle gerçekleşir ve ardından neredeyse tüm filmler sesli olarak piyasaya sürülmeye başlanır. Ancak bu dönüm noktasını sinemanın 1890’larda başlayan tarihi içinde konumlandırdığımızda değişimin çok hızlı olmamasının nedeni de anlaşılabilir, örneğin Dracula’nın çekildiği 1931 yılında sinema aşağı yukarı 35 yıllık bir sanat dalıdır ve bu 35 yılın 30 yılı sessiz filmlere aittir. Dolayısıyla sinemayı sanat olarak algılamamızı sağlayan ilk filmler sesli değil, sessiz şaheserlerdir. Dönemin yönetmenleri de bu yüzden ses kullanımına temkinli yaklaşırlar. Danimarkalı usta yönetmen Carl Theodor Dreyer de bu yönetmenler arasındadır örneğin ve çekimleri Dracula’dan önce tamamlansa da gösterime ondan sonra sokulan 1932 tarihli eseri Vampyr’de çok az diyalog kullanmış, üstüne bir de sessiz sinemaya özgü arayazıları dahi eklemiştir. Bu sessizlik de filmin korku veya tekinsizlik aurasını arttıran etmenler arasındadır kuşkusuz.

Bela Lugosi ve Helen Chandler

Tod Browning’in Dracula’sında da benzer bir sessizlik çok iyi kullanılmış. Bazı sahnelerde sadece sessizliğin sesi, daha doğrusu kayıt altına alınan sessizlik hakim diyebiliriz. Ortaya plaktan müzik dinlerken iki parça arasındaki sessizlikte yankılanan çıtırtıları andıran bir boğukluk çıkıyor Dracula’daki çoğu sahnede ve bu da son derece belgeselvari bir ortam yaratarak inandırıcılık unsurunun elini güçlendiriyor. Yine Kont Dracula’nın şatosunda gördüğümüz birçok hayvanın (fareler ve tuhaf bir şekilde birkaç armadillo) da fazla ses çıkarmayan hayvan türlerine ait olması bu sessiz yapıya katkıda bulunuyor. Ayrıca Dracula ile Renfield’ın Londra’ya gidiş sekansının gemi sahnelerinin bir bölümünün Universal’ın eski bir sessiz filminden, 1925 tarihli The Storm Breaker’dan (Edward Sloman) alınmış olduğunu da ekleyelim.

The Storm Breaker (1925) sahnesi.

Dracula’nın Oyuncular Üzerindeki Laneti

1931 yılının 13 Şubat’ında, üstelik bir Cuma günü gösterime giren filmin lanetini anmanın en iyi yolu büyük ihtimalle Bela Lugosi’nin film hakkındaki şu sözü: “It’s a blessing and a curse. Dracula never dies” (Bu rol benim için hem bir lütuf, hem de lanet niteliğinde. Dracula asla ölmüyor). Lugosi’nin bundan kastı elbette bu filmden sonraki rollerinin de her zaman vampir, katil, hayalet, kötü adam vs. ekseninde ilerlemesi ve 1956 yılında hayata gözlerini yumana dek toplamda yüzden fazla filmde rol almasına rağmen en çok, hatta belki de sadece Dracula rolüyle hatırlanması. Benzer bir akıbet Renfield rolündeki Dwight Frye için de geçerli, zira Dracula’dan sonra kendisine hep yan roller, özellikle de kötü karakterlerin yardımcısı benzeri roller atfedilir. Zaten yine başka bir büyük rolü de aynı yılın Kasım ayında gösterime giren Frankenstein (James Whale) filmindeki Fritz rolüdür: Doktor Frankenstein’ın yardımcısı.

Chandler, Lugosi ve Frye

Filmin oyuncuları özelinde hayatın genel gidişatına baktığımızda da ilginç bir durum söz konusu, örneğin yönetmen Tod Browning (1880-1962) 1939’da sinemayı bırakır ve Miracles for Sale’dan sonra başka film çekmez. Aynı şekilde filmin başrol oyuncuları arasında bulunan David Manners ile Helen Chandler da 1935 yılında Hollywood’u bıraktıklarını açıklarlar. Doktor Seward rolündeki Herbert Bunston 1935’te, Dwight Frye ise 1943’te vefat ederler. Tüm bu ayrıntılar 1931 yapımı Dracula filmini gerçek anlamda bir “hayalet film” konumuna sokuyor ki bu da 90 küsur yıllık filmin vampir temasına son derece uygun düşen bir gizem yaratıyor. Sanki canlandırdıkları karakterlere uygun düşercesine, filmden sonra 1980’lere dek hayatta kalarak uzun birer ömre sahip olan oyuncular, sadece Kont Dracula’nın gelinlerini canlandıran Dorothy Tree, Cornelia Thaw ve Geraldine Dvorak. Bu üçlüden Tree ile Dvorak uzun birer oyunculuk kariyerine sahip, Cornelia Thaw’un ise hayatında rol aldığı tek film, Dracula.

Dorothy Tree, Geraldine Dvorak, Cornelia Thaw

Sonuç

Bu kadar uzun soluklu, yaklaşık 3500 kelimelik bir yazı, daha doğrusu bir Dracula methiyesi ortaya çıkartmış olsak da, filmin vampir mitosu üzerinden yaptığı aristokrasi ve yabancı düşmanlığı göndermelerine (Dracula’nın Carfax Abbey’i satın alan soylu bir yabancı olması) veya Bram Stoker’ın romanıyla arasındaki temel farklara (romanda Dracula’nın, Stoker’ın karakteri yaratırken esinlendiği Kazıklı Voyvoda’ya uygun şekilde bıyıklı bir adam olması ve Londra’ya üç değil, 50 kutu ile seyahat etmesi, vb.) değinememiş olduk. Dracula her izleyişte yeni keşifler yapılabilecek denli zengin içerikli bir yapım olduğu için, benzer ayrıntıların keşfini filmi ilk defa veya ikinci, üçüncü defa izleyeceklere bırakmış olalım. Yazımızı en başta söylediğimizi tekrar ederek sonlandıralım, Tod Browning’in Dracula’sı başrol oyuncusu Bela Lugosi’ye neredeyse tüm varlığını borçlu olan ve üzerinden yıllar, yüzyıllar geçse de izlenmeye devam edecek olan, tüm vampir konulu filmlerin kaçınılmaz şekilde referans almaya devam edeceği eşsiz, kült bir yapım. Bol filmli günler.

H. Necmi Öztürk

Kaynakça

  • BARBER, Paul – Vampires, Burial and Death, Yale University Press, 2010, Londra
  • FRAZER, J.G. – Fastorum Libri Sex The Fasti of Ovid Volume 4: Commentary on Books 5 and 6, Cambridge University Press, 2015, Londra
  • GREIMAS, A.J. – Sémantique structurale, Larousse, 1966, Paris
  • MAGAZINE LITTERAIRE, Le – Le Vampire / Métamorphoses d’un immortel, #529 (Dergi, Mart 2013 sayısı)
  • OVIDIUS – Fasti, Harvard University Press / Loeb (Translated by J.G. Frazer), 1996, Londra
  • OVIDIUS – Fasti (I-VI) Roma Takvimi ve Festivaller (Çev. Asuman Coşkun Abuagla), YKY, 2016, İstanbul
  • STOKER, Bram – Dracula (Çev. Zeynep Bilge), Can Yayınları, 2013, İstanbul
  • STOKER, Bram – Dracula (in Dracula and Other Horror Stories), Barnes and Noble, New York, 2013
  • VARDAR, Berke – Açıklamalı Dilbilim Terimleri Sözlüğü, ABC Kitabevi, 1988, İstanbul

Bu yazının kapak görseli, ressam ve çizer Alex Ross’un Dracula yorumundan alınmıştır.

Bir Cevap Yazın