Görsel devinimi hızlı, anlatımı yer yer ileriye kimi zaman da geriye doğru akan, sürati adımlarına dikkat etmeksizin esneyen La bête (Yaratık, 2023), Dünya Prömiyerini yaptığı 80. Venedik Film Festivali’nde izleyiciyi ikiye böldü. Gerçeküstü bir türe hizmet eden film, ilgi çekici yanını kesinlikle edebi anlamda şiirsel bir kaynaktan almıyor. Kendisini tamamen aşan, sonsuz bir döngünün görsel dilinde özgürleşmeye çalışan karakterlerin izinden ilerleyen La bête, öznelliğini “hiç”in olumlu bir ağırlığı ile tamamlıyor. Henry James’in The Beast in the Jungle (1903) adlı novellasından uyarlanan La bête, karakterlerinde açığa çıkardığı benliği bir yandan ideal olarak sunarken diğer yandan onları dolayımsız birer özne olarak gösteriyor. Anlatımındaki bu kırılma biçimi yüksek ihtimalle Henry James’in yaratıcılığına bağlanabilir. Öte yandan bu zamana kadar birçok eserinin sinemaya aktarılması konusunda ün sahibi olan yazarın külliyatı, deliliğin o kendi içinde tutarlı düşünsel yapısını büküyor. Örneğin Mike Flanagan’ın son çalışmalarında da yine bu türden bir görsel çeşitliliğe tanıklık ediyoruz. Bunlar gibi belli anlatım dinamiklerine seyir keyfi olarak alışık olmak ise Bertrand Bonello’nun La bête’ini anlaşılır kılıyor ancak Bonello, Flanagan’ın aksine anlatım akışında geçişleri birer virgül değil nokta olarak kullanıyor. Bu da kompozisyonda duraklamalar yaratırken, birden fazla tekrarlanan noktalama biçimleri içerik açısından değil biçimsel olarak soru işaretleri uyanmasına neden oluyor.

Oyun Dışı Bırakılan Öznenin Tekilliği
Başrollerinde Léa Seydoux (Gabrielle) ve George MacKay’in (Louis) olduğu La bête, zamanda yolculuk fikrini rüyasal bir formata indiriyor. Bu şekilde yer yer maruz kaldığımız kesintili geçişler gelecek fikrinin gerçeklik olasılığını tamamen aşağı çekerken diğer yandan rüya fantezisinin tüm olanaklarını besliyor. Karakterlerin benliğini “düşünen” bir özneden düşünen nesneye çeviren Bonello, bilinci sistematik bir normun içine yerleştirmiyor. Filmin aynı zamanda senaryo koltuğunda da bulunan yönetmenin yanında Guillaume Bréaud ve Benjamin Charbit var. Filmin ana iskeletini şekillendirmek için tekrarlanan diyaloglar ve görsel katman, tikel bir bozukluk olarak var olurken, yer yer ziyaret ettiğimiz 2044 yılı ise sadece potansiyel bir deneyim olarak karşımıza çıkıyor. Geleceği her ziyaret ettiğimizde beklentimizin tamamen dışında dolaşan makineleşmiş duygulardan ziyade tikel uğrak mekânlarını bir nevi karakter kazanmış olarak görüyoruz. Zaman zaman 1910 ve 2014 yıllarına da uğrayarak transandantal bir algı oluşturulan filmde, duygu kavramı iradenin dışında bir paradoks olarak temsil ediliyor. Modernlik anlayışı ile duyguları bastırma kuvveti el ele iken, sürekli olarak dışsal müdahalelere maruz kalan beden ise bu ikilinin uğrak yeri haline geliyor. Kostüm ve mekân kullanımıyla ilgili rotasını, ele aldığı zamanın kendisine her zaman ayak uydurabilen La bête, her çağda izole olabilmenin ve onun rahatsız edici baskısının niteliğini koruyabilen bir mekanizma yaratıyor.

Tekinsiz Numenal Özgürlük
Tanımlanamaz gerçekliğin doğasını bireyselliğe indirgeyen ve onu insanın hayvansal doğasına dönüştüren “özgür” olma düşüncesi filmde birer zorunluluk olarak karşımıza çıkıyor. Öz sorumluluk ve ahlaki değerler hesaba katılmaksızın işlenen yeni düzen ölüm dürtüsünü sürekli olarak karakterlerin sırtına işler halde. Bu şekilde karakterler hangi zaman diliminde olursa olsunlar ölümü de yanlarına alarak özgür ol(a)ma(ma)nın zorunluluğunu savunan bir yürüyüşün içindeler. Simgesel olarak bizi karşılayan filmdeki “dil varlığı”, henüz kültür olmayan zamanın uğrak yerlerini ziyaret ederken doğallığını, Gabrielle ve Louis aracılığıyla sonsuz bir düşüşe armağan ediyor. La bête, başlangıçtan itibaren izleyiciyi incelikli bir tehdidin altına doğru çekiyor. Karakterler arasındaki kaçınılmaz yıkım, anlatımın ilk saniyesinden itibaren bize eşlik ediyor. Bertrand Bonello, bu hissi özgür bırakmada asla tereddüt etmiyor. Tam bu noktadan sonra filmde yıkımın hangi boyuta varabileceği tehdidi, kompozisyona dinamizm sağlıyor. Bu şekilde “gelecek” canavarımsı bir varlığa bürünürken geriye filmin sonuna dek karakterlerin düşüşünü izlemek kalıyor. Karakterlerin başlangıçtan beri anlatı tarafından beslenen hassas endişeleri, hayatlarına dair ihmalleri, “zaman” içerisinde kendi yaşamlarının yeniden canlanışına, dönüşümüne işaret ediyor. Bireyin tekil ve derin tüketimine örnek olarak gösterilebilecek Gabrielle ve Louis karakterleri olgunlaşmamış olan tutkunun cinsiyetsiz bir yansıması olarak modelleştirilmişler.

Ormanın Derinliklerinde Çömelmiş Bir Canavar
Anlatının psişik yükü, “mutsuz” olarak konumlandırılabilecek hayatın yapısını “mükemmel” bir çile olarak yansıtıyor. Zamanın sosyal maskesinin altında Gabrielle ve Louis karakterleri sadece ayrı ayrı değerlendirilebilecek bir mekanizmaya sahip. Karakterleri dışında mekânları anlatıcı olarak seçen Bertrand Bonello, filmde başlangıçtan itibaren aşılma gücü göz önüne alındığında tehlike kavramını ortadan asla kaldırmayan bir duruşa sahip. Karakter inşasında karakterlere kazandırılmayan “kişisel” yan, kompozisyona bireysel yoksunluk katarken diğer yandan da “soğukluk” olarak niteleyebileceğimiz bir mesafe yaratıyor. Böylelikle filmde sıklıkla karşılaştığımız zaman geçişleri, karakterleri asla öncelikli konuma getirmiyor. Bu da maddi ve manevi olarak karakter ölümü ile sonuçlanıyor. Bu şekilde karakterler arası arzunun yokluğu, asla varolmayacağı gerçeği ile satılığa çıkarılarak zamanın akışı ile değiş tokuş ediliyor.

Böylelikle La bête, kahraman olarak bir karakter ya da mekânı değil, zamanın esnek kullanımını tercih ediyor. Bu da filmde varoluşun anlamsızlığına dikkat çekerken gerçekliğin sadece zihinsel deneyime dayanıyor oluşuna göz kırpıyor. Filmin görsel anlatımı senaryonun yoğunluğu ile yarışırken, bu yoğunluk karakterler arasındaki temel ilişkinin yaratımında kaçınılmış bir düzeni koruyor. Canavar, kendi ormanını gördüğünde ise başarısızlığının maskesi olarak allosentrik maskesini takıyor. Bu şekilde filmin tamamına kazandırılan nesnel bakış açısı ben’lik kavramını yıktığından La bête; derin, birincil dürtülere hizmet ederek kendi ormanını, doğaya hiçbir şey vermeyen ancak talepkâr bir şekilde doğayı kendine borçlu kılan bir canavarı temsil ediyor.
