Nur, Aşırı Yüklü Dili ve KAÇIKLIK DİPLOMASI

Dil ile delilik arasındaki bağ üzerine tespitlerinin bulunduğu Büyük Yabancı adlı kitabında Michel Foucault, konuşma olanağı ile deli olma olanağının eşzamanlı olduğunu ileri sürer. Birbirine dolanan bu iki olanağın özgürlüklerimizden en baskın olanının yolunu açtığını savunur. Peki, Foucault’nun deyişiyle delinin “aşırı yüklü dili”, neden ‘deli olmayanlar’ tarafından anlaşılmaz, çözümlenemez? İki grup arasında iletişimi engelleyen nedir? Foucault, edebiyatın dilinin deliliğin sınırlarını dolaştığını söylerken çözümlemelerinin sonucunda dilin delilik, düşüncenin yok edilmesi, kopuş ve akıldışılıkların labirenti olma aracı olduğunda işe yarayabileceği fikrine varır (2015, s. 43-55). Tunç Başaran’ın 1998 yapımı, Ayşe Nil Tahralı’nın aynı adlı kitabından uyarlanan Kaçıklık Diploması filmi, başkahramanı Nur’un (Ayda Aksel) hikâyesinden hareketle dil ile delilik arasındaki bağlantıları Foucault’ya atıfla irdeleyebileceğimiz bir anlatıya sahip. Özgür Velioğlu Metin, “Foucault ve Onuncu Köy: Türk Sinemasının Doğruyu Söyleyen ‘Deli’leri” başlıklı makalesinde 1960 sonrası Türk sinemasındaki deli kahramanları, Foucault’nun Hapishanenin Doğuşu, Deliliğin Tarihi, Büyük Kapatılma gibi kitaplarına gönderimde bulunarak ele alır ve hatta çözümlediği filmlerin öncesinde Başar Sabuncu imzalı Çıplak Vatandaş (1985) ve Ertem Eğilmez’in Namuslu (1985) filmleriyle birlikte Türkiye’nin sosyo-ekonomik ve politik dinamiklerinin etkisi nedeniyle Kaçıklık Diploması’nın da adını geçirir (2019, s. 17). Ben bu yazıda Kaçıklık Diploması’nın başkarakteri Nur’un dil kullanımı üzerinden aklının / akıldışılıklarının labirentinde ilerlemek, akıllıların anlamakta güçlük çektiği söylemiyle Nur’un hepimize anlatmak istediklerine odaklanmak istiyorum.

Güler Ökten (en solda)

Filmde Nur’un sesini üç farklı biçimde duyarız. (1) İyileştikten sonra geriye dönüp yaşadıklarını aktardığı dış ses, anlatıcı olarak, (2) zihninde yarattığı, aslında kendi duygu, düşünce ve beklentilerini dile getiren, bir bilge gibi Nur’un yanında beliren adamın konuşmaları ve (3) hastalığı sırasında birbirinden kopuk gibi görünen ifadeleri. Nur, babası ve iki ağabeyinin üstün konumda oldukları, kadınların ikincilleştirildiği bir evde çocukluğunu ve gençliğini geçirmiştir. Annesi (Güler Ökten), eşinin deli olarak yaftaladığı ve alay ettiği bir kadın. Baba otoritesinin belirleyici olduğu, bundan güç alan iki erkek çocuğun da kız kardeşleri Nur üzerinde tahakküm kurdukları bir düzen söz konusu. Bu düzen, Nur’u daha o yaşlarda ataerkil ideolojinin normlarına koşut bir sınıfa hizalıyor. Anlatıcı Nur, yaşamındaki erkeklerin tavırlarından söz ederken hizalandığı sınıfla egemen olan sınıf, diğer deyişle özel alandaki erkekler arasındaki meselelere dair ayrıntılı bir resim çizer. “Yemekte yeşilbiber yemeyi çok severdim. Acı olmalarından korkardım. Babam, tadına bakar, en acısını seçer, bana tatlı diye verirdi. Yanardım, ağzım kavrulurdu. Başta babam, herkes benimle alay ederdi ama ben yine de acı biberleri yemezlik etmezdim. Kendimi değil, babamı sınıyordum” sözleri, bu tabloya bir örnektir. Babasının bu patolojik davranışını aktarırken seçtiği “sınamak” sözcüğü önemli; çünkü sözcüğün “değerini anlamak, gerekli niteliği taşıyıp taşımadığını bulmak için birini, bir nesneyi ya da bir düşünceyi yoklamak, denemek, tecrübe etmek” anlamını karşılar biçimde Nur, babasının değerini ölçer, taşıdığı ve taşımadığı nitelikleri kavramaya başlar ve ataerkil düzende belirli bir güce sahip olan erkek öznenin davranışlarını tecrübe eder.

Ayda Aksel

Nur’un ağabeylerinin davranışları da babasınınkinden farksızdır. Babalarından onlara geçen güç ve erken yaşlarda örtük biçimde de olsa başlayan erkekler arası dayanışmayla fiziksel gücünü Nur’u dövmek için kullanan, kız kardeşinin tek oyuncağını parçalamaktan haz duyan ağabey, o yıllarda ve sonrasında hiçbir zaman sorgulanmamıştır. Baba evinde eril tahakküm meşrulaştırılmışken erkek özneler tarafından ruh sağlıkları bozulmuş iki kadın arasında ise dayanışmadan ziyade benzer tecrübelerin aktarımı görülür. Bir gün ağabeyinden dayak yediğinde Nur’un şişen bileğine annesinin taktığı bakır bilezik, bu aktarımın ve esaretin sembolüdür. Büyüdükçe özgürleşebilmesi ve kendi başına ayakta durabilmesi için bir olanak çıkar karşısına. Mülkiyeyi kazanmıştır. Babasının itirazlarına rağmen bu fakültede üniversite eğitimine başlar ve tam o tarihlerde babasının hapse girmesiyle özel alandaki ataerkil otoritenin etkinliği azalır.

Ayda Aksel

Kısa sürse de Nur’un kendisini ilgilendiren konularda karar verebildiği bir dönemdir üniversite yılları. Eğitimi devam ederken fakültede tanıştığı Murat’la (Selçuk Yöntem) evlenir. Sosyalizmi savunduğunu sanan Murat’ın görüşleri, Nur’un sağcı babasıyla ters düşer; ancak baba, onun yaşamında artık engelleyici değildir. Evlilik ise Nur’un üzerine başka bir erkeğin tahakkümünün olduğu yeni bir dönem başlatır. Anlatıcı Nur, “bir çocuk ve hiçbir şeyi umursamaz bir koca” sözleriyle özetler bu evliliği. Babasıyla kocası, karşıt görüşlerin temsilcileridir ama Nur’a yaklaşımları aynıdır. “Sen ne anlarsın sosyalizmden? Mülkiye okumuş” diyerek Nur’u küçümseyen ve ataerkinin her daim yücelttiği erkek aklıyla övünen Murat’ın söylemlerinde mansplaining dikkati çeker. Karşısındaki insanın eğitimini, birikimini görmezden gelerek ezberlediklerini tekrarlayan ama “Bu ülkenin sosyalizmden başka kurtuluşu yok, bütün dünyanın yok. Sosyalizmin olduğu yerde paylaşım var, sömürü yok” derken pratikte bu savunduklarının tam tersi hareket eden Murat’a kendi gerçeğini kayınvalidesi şu sözlerle hatırlatır: “Sömürü yokmuş. Senin karına yaptığın sömürü değil mi? Oğlum sen sosyalizme ilk önce evinden başla”. Murat, bir kereye mahsus özel alandaki sömürüye ara verir ve mutfağa girip bulaşık yıkar.

Selçuk Yöntem, Ayda Aksel

Nur, bu arayı şöyle anlatır: “Sosyalizme evden başlamıştı ama bu ilk ve son oldu”. Nur’un söylemindeki humor, sınıf farklılıklarına ve her türlü sömürüye karşı eşitliğin sağlandığı bir düzeni öngören sosyalizmin ataerkil ideolojiyi benimsemiş erkek öznenin zihninde, söyleminde ve elinde hiçbir şeyi değiştiremeyeceğini açık eder. Buna koşut biçimde, Nur’un ağabeyi (Gökhan Mete) ile Murat’ın kavga ettiği sahnede görülen bir başka gerçek de yaşamındaki iki erkeğin onu sömürmeye devam etme isteklerine bağlı olarak aralarında bir husumet olduğudur. İkisinin de derdi, Nur’un hakları değil; onu olabildiğince maddi ve manevi sömürme olanağını korumaktır. Bu gerçek, evliliklerinde ekonomik problemler baş gösterdiğinde yeniden görünür duruma gelir. Murat işsizdir ve iş aramak gibi bir çabası yoktur. Nur’dan babasıyla tekrar iletişim kurup para almasını ister. Üniversite yıllarında güya idealleri olan Murat, o tarihlerde oldukça sert bir dille görüşlerini eleştirdiği kayınpederine el açmakta beis görmeyen bir adamdır. Söylem ve seçimleri birbirini tutmaz ve hayatının her alanındaki çelişkileri, Nur’un hastalığının oluşmasında ve ilerlemesinde önemli rol oynar.

Selçuk Yöntem

“Sen bitirirsin, ben başlatırım. Sen yıkarsın, ben yaparım. Ben doğururum, sen öldürürsün. Bu böyle geldi, böyle gidecek”. Nur’un tartışmaları sırasında Murat’a söylediği bu sözler, bir yandan arabayı Murat kullanırken geçirdikleri kazada oğullarını kaybetmelerine gönderimde bulunurken bir yandan da evliliklerinde ve genel olarak hayatında Nur’un hep yapıcı, onarıcı; erkeklerin ise yıkıcı, yıpratıcı tarafta olduklarının altını çizer. Nitekim bu karşıtlıkla da ilişkili olarak Nur’un yaşamı boyunca omzuna binmiş yükler, hastalığının nedenleri arasındadır. “Hem biraz da kendinde ara karının bu hale gelmesini” diyen arkadaşları Suna (Meriç Başaran), Murat’a Nur’un hastalığındaki payını vurgular; ancak Murat, bu gerçeği kabul edip davranışlarını değiştirmek yerine Nur’u suçlamayı, gereksinim duyduğunda sömürmeyi sürdürür. Nur’un evrak diye birçok kâğıdı yaktığı gün ona attığı tokat, manik döneminde manipülasyonlarla cinsel arzularını öncelemesi, gittikleri tatilde cinsel şiddet uygulaması, Nur’un hastalığının yataklı tedaviyi gerektirecek boyuta ulaşmasında Murat’ın rolünü ilk sıraya taşır. Nur’un o dönemde söz konusu manipülasyonların farkına varmayıp Murat’ın isteklerini bir emir gibi yerine getirdiği her andan duyduğu rahatsızlık, iyileştikten sonra anlatıcı olarak geçmişle ilgili sorgulamalarında açıkça görülür.

Ayda Aksel, Engin Yörükoğlu

Filmin jeneriğinden önceki sekansta Nur’un çığlığı, artık başka bir dil kullandığı dönemin başıdır. O çığlığın nedeni, Murat’ın uyguladığı cinsel şiddettir. Tam da Foucault’nun belirttiği gibi bir kopuşu imler bu çığlık. Aradığı sözcükleri henüz bulamadığı bir durumda sözsüz yükselmiş bir ses. Foucault, böyle bir durumda düşünme ve konuşmanın olanaksızlığının bir arada bulunuşuna işaret eder ama sonraki süreçte konuşma ile deli olma olanağı iç içe geçtiğinde akıllıların anlam veremedikleri o dil duyulmaya başlar. Nur’un uğradığı cinsel şiddetin akabinde çevreyle çatışmanın depreştiği manik dönem baş gösterir. Tatilden dönerlerken otobüsteki yolcuların giysilerinin verdiği mesajı anlamlandırma çabasını evde radyodan duyduğu anonslara yüklenen anlamlar takip eder. Nur, kendisinin Atatürkçü bir örgütün lideri olduğuna ve örgütün radyo anonsları gibi çeşitli yollarla ona olumlu ya da olumsuz haberler gönderdiğine inanır. Çalan şarkının sözlerinden fenerin ışıklarına dek her şey mesajdır onun için. Bu hayalî statüsü, ona aynı zamanda önceleri belki de söylemeye cesaret edemeyeceği tümceler kurma olanağını da verir.

Örneğin, Murat bir akşam eve geldiğinde örgütün son kararnamesi ile eve girmesinin yasaklandığını, düşman olarak konumlandırdığı mavi kuvvetlerin ajanı olduğunun ortaya çıktığını söylemesi, özellikle depresif dönemlerinde Nur’un hastalığını kullanan Murat’ın manipülasyonlarına karşı koyamazken manik dönemindeki duygu değişiminin ve söz konusu liderlik sanrısının verdiği güçle başkaldırır, sınırlar çizer. Bu dönemde çocukluğundan beri yaşamında var olan dört erkeğe karşıt bir yerde konumlandırdığı Atatürk, Nur’un gözünde farklı değerlerin simgesidir. Bu zamana kadar Kaçıklık Diploması, Atatürkçülük bağlamında çeşitli okumalara olanak verdiyse de Ayşe Nil Tahralı’nın Paşama Mektuplar kitabının ortaya çıkış hikâyesini anlatırken kurduğu “Söylev’i okuyup onu tanıyınca taparcasına bir sevgi duymuştum” tümcesine bağlı olarak başka bir çözümleme yapmak da mümkün. Final sahnesinde yaşamındaki erkeklerle ilgili şunları söyler Nur: “Şimdi geriye baktığımda görüyorum ki hayatımda üç erkeğin çok önemli yeri olmuş. Bunlardan biri babamdı, ikincisi kocamdı. Üçüncüsüne gelince onu ben seçmedim. Ona hiç dokunmadım” ve iyileştikten sonra Atatürk heykelinin önünden geçerken tebessümle “İyiyim paşam, iyiyim” der. Bu ifadeleri; babası – baba otoritesinden yararlanmaları nedeniyle ağabeylerini de dâhil edebiliriz – ve kocasının onu sömüren ya da üzerinde tahakküm kuran özneler olmasına karşı Atatürk’ün toplumdaki yeri, devrimlerinin toplumsal cinsiyet eşitliğine yönelik etkileri göz önünde bulundurulduğunda bir yerden sonra özgürleştirici bir imgeye dönüştüğünü ortaya koyar.

Hastalığının başlarında, manik dönemlerinde inşa etmeye çalıştığı Atatürkçü kimliği, Nur’un yaşamı boyunca elde edemediği zaferleri kazanması için bir yoldur adeta. O aşamada Atatürk heykelinin önüne giderek İstiklal Marşı’nı okuması ve çevresindekilerin de hazır ola geçmesi, onda bir liderlik duygusuna neden olur. Birkaç dakikalığına bile lider olması, o zamana kadarki yenilgilerinden sonra kazanılan bir başarıdır Nur için. Sonraki günler, Atatürk’ün Nutuk’unu büyük bir dikkatle okur. Atatürk’le kurduğu bağın temelinde yaşamı boyunca büyük zaferler elde etmiş ve sözünü halka dinletebilmiş bir liderin gücüne duyduğu hayranlık da vardır. Atatürk’ün tümcelerini yüksek sesle, sanki bir topluluğa hitap eder gibi okurken yaşadığı özdeşleşme, yine lider olma ve sözünü çevresindekilere dinletebilme isteğinin bir yansımasıdır; ancak hastalığının ilk belirtilerinin görüldüğü aşamadan itibaren en yakınında onu sürekli küçümseyen ve aşağılayan bir eş, Nur’un gereksinimlerini anlamaktan uzaktır. Bu durum, çatışmanın artmasına ve nihayetinde Atatürk’le kurduğu bağın sağlıksız bir zeminde ilerleyip kendisini Atatürk ilkelerini koruyan ve gerçekte olmayan bir örgütün lideri gibi görmesine ve böylece gerçeklikle bağının tümden kopmasına yol açar.

Yaşamındaki erkeklerin küçümseyen tavırları, Nur’da sevgisizlikle beraber değersizlik hissine neden olurken manik döneminde bununla ilişkili biçimde kendisini ispatlama, sesini duyurma çabaları artar. Başka deyişle, kendisine bir değer biçme isteğidir bu artışın altında yatan neden. O günlerde yeni bir hedef koyar önüne: Atatürk için düzenlenen makale yarışmasını kazanmak. Tamamen bu yarışmaya odaklanmıştır. Makalenin yazım sürecinde şöyle savlar sıklıkla duyulur: “Benden başka kimse kazanamayacak. Hiç şansları yok. Onu benim kadar iyi anlayan yok çünkü”. Foucault, deliliğin kendi kendisini konu etmek koşuluyla konuştuğunu ve bir tür ikiye ayrılmış birinci tekil kişi olarak ‘ben’ sözcüğünü vurguladığını ileri sürer (2015, s. 38). Nur, alıntıladığım tümcelerinde Foucault’yu doğrular biçimde sürekli ‘ben’ der ve kendisini konu edinir. İfadelerinin temelinde ise kendi değerini yüceltme, kabul ettirme ve yine Atatürk’le bağ kurup belirli bir güce erişme gereksinimi bulunur.

Selçuk Yöntem

Hastalığının öncesinde, örneğin çocukluğunda ya da üniversite yıllarında baba ve ağabeylerinin davranışları, babasıyla Murat’ın tartışmaları karşısında sessiz kalan Nur’un manik döneminde sözlü ve yazılı olarak sürekli konuşma arzusu, “aşırı yüklü dil”in ve zihnin tezahürüdür. Dil kullanımındaki aşırılık, davranışlarında da görülür. Örneğin, Nutuk’u sadeleştirilmemiş bir baskısından okurken kullanılan sözcüklerin ona yabancı gelmesi, Atatürk ile aralarında kısa süreli bir iletişim kopukluğuna neden olur. Nur, bu engeli kitabın sadeleştirilmiş ne kadar baskısı varsa alarak bertaraf eder. Bu kerte kendisini adadığı yarışmada birinci olamaması, büyük hüsrandır. Değerini ispatlama olanağının elinden alınması anlamına gelir. Birincilik, o zamana dek ona verilmeyen değeri görmesini sağlayacaktır. Zaferini öğrenmek için gazete almaya marşlar söyleyerek, coşkuyla giden Nur, amacına ulaşamadığında yalnızca bir yarışma değil, yaşamının yenilgisi olarak addeder bu sonucu. Yanı başında yine aynı tondan konuşan, “Atatürkçülük senin gibi kaçıklara mı kaldı?” diye onu yermeye devam eden bir eş vardır hâlâ. Evlilikleri süresince karısını sömürmekten başka bir şey yapmayan Murat, sosyalizm gibi Atatürk’ü gerçekten anlayabilmiş midir, devrimleriyle sağlamaya çalıştığı eşitliğin Murat ne kadar yakınındadır? Karısını “anormal”, kendisini “normal” kabul eden Murat, Nur’un hastalığındaki rolünü nasıl görmezden geldiyse bu tür politik tutarsızlıklarının sorgulamasına da o denli uzaktır.

Ayda Aksel

Murat’ın kayınpederi gibi görmezden geldiği temel sorunlardan biri, Nur’un değer görme arayışına koşut olarak sevgi gereksinimidir. Hastaneye yatırıldığında bir hastanın yanağını okşayarak “İyi misin? Aslında hepimizin sevgiye ihtiyacı var” sözleri, ona sorulması gereken soruyu da sorarak başat eksikliğini dolaysız bir dille ifade etmektedir. Değersizlik ve sevgisizlikle ilişkili bir diğer sorun aidiyet de beraberinde görünür duruma gelmiştir anlatıcının söyleminde. Nur, dış ses olarak hastanede olmadığı ama hastalığının devam ettiği dönemlerde parkları, kendi arazisi sandığını ya da beğendiği bir evi kendisinin sayarak sahiplerinden evi boşaltmalarını istediğini anlatır. “Sahiplenmeye kalktığım her şey, benden haksızlıkla alınan şeylerdi” diye özetler bu sanılarının temelindeki duygusunu. Meselesi, bir arazi, bir ev ya da kısacası bir mülke sahip olmak değil, bir yere ait olamamaktır. Benimsenememek, dolayısıyla benimseyememek belki de… Asıl gereksinim duyduğu şeylerden hiçbirine sahip olamayıp her şeyi kendisinin sanarak onları elinde tutmaya çabalar ve bunun bir sınırı olmadığında hastalığı ilerler. Sözgelimi kendisinin olduğunu iddia ettiği evin başkalarının olduğu gerçeğiyle karşı karşıya kaldığında yine hayalî dünyasına, yani Atatürkçü örgütün lideri olduğu dünyaya dönüp sığınır. Fenerin ışıklarından çıkarımlar yapar. Her şeye rağmen bir iz bırakmak için uğraştığı, örneğin mumlarla sınırlar çizdiği ya da parkı adımladığı günlerde filmin başında gördüğümüz, bir ermişe benzeyen adamı bulur yanında.

Ayda Aksel (ortada), Ayşen İnci (en sağda)

Daha sonra bir doktorunun (Ayşen İnci) söyleyeceği gibi zihninde yarattığı bu adamın sözleri, Nur’un iç sesi, söyleyemedikleridir. Gereksinimleri, eksiklikleri… Açılış sekansında adamın “Mutluluk, insanın kendini olduğu gibi kabul etmesidir. Ancak insan o zaman kendini sever. Kendini tümden sevenlere ise deli deriz ama kendini sevmeyen başka bir şeyi, bir insanı sevebilir mi?” biçimindeki sözleri, Nur’un “Ben güçlüyüm, beni hiç kimse, hiçbir şey yıkamaz” diye başlayıp “Sevemez Kimse Seni” şarkısının sözlerini “Sevemez kimse beni benim sevdiğim kadar” şeklinde değiştirdiği monologunda yankısını bulur. Adamın açılış sekansındaki tümceleriyle Nur’un bu ifadeleri, aynı boşluğu duyurur. Güçlü olmadığını bildiği halde tersini söyleyerek başta kendisine ve çevresindekilere bunu kanıtlamak ister. Sevgiye muhtaçtır, yine başkalarının onu sevmesinden önce, o kendisini tam olarak sevmeyi becerememiştir ve değiştirdiği şarkı sözleri, ironik bir dille bunu anlatır. Foucault’nun sözünü ettiği, ‘akıllılarca’ tuhaf kabul edilen yüklü dil, en çok bu dönemde işitilir. Dilin bütün kurallarının her anlamda yıkıldığı söylemleri, Nur’un eksikliklerini bir yandan bağıra çağıra duyurma, bir yandan da örtme, gizleme isteklerinin, dolayısıyla gelgitlerinin göstergeleri olur.

Ayda Aksel

Hastalığına bağlı olarak iki uçta yaşadığı duygu durumlarının bıraktığı izi yorgunluk ve sinirlilik sözcükleriyle tarif eden Nur, manik ve depresif dönemlerindeki tecrübelerini kıyaslarken her şeye rağmen manik dönemindeki “delicesine ve özgürce yaşama” isteğini tercih eder. Depresif halinden memnun değildir. O dönemki duygu durumunun dil kullanımına nasıl yansıdığına baktığımızda sakin ama daha çaresiz, gereksinimlerini kırılgan bir biçimde dile getirmeye çalışan bir Nur görürüz. Sözgelimi, hastanede uygulanan elektroşoklu tedavi yöntemine yönelik eleştirisini doktoruna ilettiği konuşmasında insanca yaklaşıp onunla konuşacak, onu anlayacak birine duyduğu gereksinimi ifade eder. Desteğini aldığı iki kadından biri – doktoru – ona kulak verdiğinde bu gereksinimlerden birini karşılamaya başlar. Hastanede çoğunluk, hastaları eski usullerle tecritte tutmayı tercih ederken Nur’u dinleyen doktor, bu yönteme karşı çıkar. Hastalarla birebir iletişim kurmaktan yanadır. Doktorun hastalara yaklaşımı, Nur’un kendisini doğrudan anlatabilmesinde ve sonra da iyileşip taburcu edilmesinde oldukça etkilidir. İlk defa doktoruna “Ben hiç sevemeyecek miyim? Duygularımı başıboş bırakamayacak mıyım hiç?” diye sorar ve bu soru, Murat’ın yarattığı boşluğun en açık ifadelerindendir. Yine doktoruna bileğindeki bakır bileziğin hikâyesini anlatması da çocuk yaşlardan beri onu tutsak eden her şeyle bağını koparıp atması için onu cesaretlendirecek bir öneriye olanak verir. O bilekliğin özgürlüğünü kısıtladığının farkındadır ve bunu açıkça dile getirir.

Bu farkındalığı, bilekliği çıkarıp atmasını söyleyen doktorun önerisini makul bulmasına yardımcı olur. Özetle doktoru, elektroşok uygulamak yerine onunla konuşarak kilitlerini çözmesini, zihnindeki engellerin ne olduğunun iyice farkına vararak onları aşmasını sağlamıştır. Doktorun yanı sıra onun hep yanında olan Suna da Nur’un iyileşmesinin yolunu açanlardandır. Murat’tan boşanmak istediğini söyleyip bu konuda Suna’dan yardım alır. İyileşmeye yaklaştıkça ifadeleri de berraklaşmıştır zihni gibi. Örneğin, bu talebini ilettiği konuşmalarında Suna’ya boşanırsa rahatlayacağını söyler. Çok nettir istekleri. Onu neyin mutlu edeceğini, özgürleştireceğini, rahatlatacağını biliyordur artık. Aynı konuşmadaki “Zaman, hiçbir zaman geç değildir” tümcesi de özellikle depresif dönemindeki karamsarlıktan çok uzaklaştığını gösterir. Dolayısıyla evliliğini bitirmek, boşanma ilanını Murat’a getiren Suna’nın belirttiği gibi Nur’un iyileştiğine dair en büyük kanıttır ve Nur, ruhundaki hastalığı atmıştır. Ona bu kadar samimiyetle yaklaşıp yardım etmek istedikleri için iyileştiğinin müjdesini de Suna’yla birlikte doktoru verir ve Nur’un zaferini en doğru sözcüklerle ilan eder: “Yüzünde kurtulmuşluğun, iyileşmişliğin, mutluluğun ifadesi var. Kendini sevmenin gururunu okuyorum gözlerinde. Artık kendini sevmeyi öğrendi”.

Ayda Aksel, Engin Yörükoğlu

Nur babasının, ağabeylerinin ya da Murat’ın altından kalkamayacağı bir yükten, onların sebep olduğu hastalık yükünden kurtulup ayağa kalkabilmiştir ve bu zaferi, yaşamındaki bütün yenilgilerini silip yeni bir sayfa açmasını sağlamıştır. Artık gerçekten güçlüdür Nur. Kendisine ait olmayan evleri, arazileri sahiplenmeye gerek duymaz. Aynı evin önünden geçerken ev sahibesine gülümseyerek “Ne kadar güzel eviniz var” diyip geçer mesela. Bütün bunlardan çok daha değerli bir şeye sahip olduğunun bilincindedir. Kendisine, yaşamına sahiptir. İyileşmenin verdiği güçle bileziği, yani tutsaklığını fırlatır gökyüzüne ve özgürlüğünü ferahlamış gözlerle izler. Vardığı noktada zihninde yarattığı hayalî adamın da söyleyecek sözü kalmamıştır. Nur’un zihni ve dili hafiflemiştir.  

Baran Barış

Kaynakça

  • Foucault, M. (2015). Büyük Yabancı: Dil, Delilik ve Edebiyat Üstüne Konuşmalar. Haz. Philippe Artières, Jean-François Bert, Mathieu Potte-Bonneville ve Judith Revel. Çev. Savaş Kılıç. İstanbul: Metis Yayınları.
  • Metin, Ö. V. (2019). “Foucault ve Onuncu Köy: Türk Sinemasının Doğruyu Söyleyen ‘Deli’leri”. Kocaeli Üniversitesi İletişim Fakültesi Araştırma Dergisi. S. 14. ss. 7-29.
  • Tahralı, A. N. (2002). Paşama Mektuplar. İstanbul: Okuyan Us Yayın.

Bir Cevap Yazın