SUSPIRIA (2018) – Anne Oluşun, Dişi Oluşun Altını Oyamayışı Üzerine

İtalyan korku sinemasının ve giallo’nun babası olarak anılan Dario Argento’nun 1977 tarihli aynı isimli filminden esinlenilmiş 2018 yapımı Suspiria’nın yönetmen koltuğunda Luca Guadagnino otururken kalemini ise David Kajganich tutuyor. Argento’nun Suspiria’sına göre daha karanlık ve düşük ışık tekniklerinin kullanıldığı, 1977 senesinin peri masalı korku hikayesinin olgunlaşmış ve karamsarlaşmış ve BDSM, queer, sapphic, feminizm ve okült ögelerle kamburlaşmış ve daha ağır ama daha sağlam adımlar atan bir film haline gelmiştir Guadagnino’nun Suspiria’sı. Özü itibariyle Thomas de Quincey’in Suspiria de Profundis kitabında bahsini açtığı The Three Mothers’ın Mater Suspiriorum’unu (Mother of Sighs) konusu haline getirir. Diğer iki anne olan Mater Tenebrarum (Mother of Darkness) ve Mater Lachrymarum (Mother of Tears) ise Dario Argento’nun Inferno (1980) filminde kendilerine daha çok yer bulur.

Dakota Johnson & Mia Goth

Nazi Almanyasını ve makro iktidar alanlarını mikro bir iktidar alanında Tanzgruppe ile temsil ederek politik bir bakış açısı sunar modern Suspiria. Amerika’dan Almanya’ya gelen Susie Bannion’un (Dakota Johnson) Tanzgruppe içine girip tüm güç dengelerini ters düz etmesi ve bu kadının hakiki Mater Suspiriorum olması da son derece tarihi söylemler yaratılmasını sağlar zira Mater Suspiriorum başlı başına engin bir kötülüğü temsil eder. Ancak film bundan çok dişil oluş hali ile ilgilenir ve çoğu sözcesini kadınlık ve özgürleşme kavramları altında yeniden kurar. Cadılık olarak gösterilen yaratıcılık ile büyü olarak gösterilen dans, Nazi propaganda bakanı Joseph Goebbels’in dans üzerine söylediği “Dans neşeli olmalı ve güzel kadın bedenlerini göstermeli, felsefe ile hiçbir ilgisi olmamalıdır.” cümlelerine karşın yeni bir üretim aracı olarak kullanılır.

Tanzgruppe içerisindeki hiyerarşik sistem üçgeninde en tepede bulunan Madame Blanc’ın (Tilda Swinton) “Dansın bir daha asla olamayacağı iki şey vardır: güzel ve neşeli. Bugün her güzel şeyin burnunu kırmamız gerekiyor.” söylemi son derece [karşı-]devrimci ve yıkıcıdır. Bu yüzdendir ki Tanzgruppe dansı bir büyü olarak görerek devrimci olduğu kadar kendi içerisine doğru yıkılan eylemler için de çekinmeden kullanırlar. Sara’nın (Mia Goth) Susie’ye Madame Blanc’ı anlatırken kurduğu “Reich, kadınların zihinlerini kapatmalarını ve rahimlerini açık tutmalarını istediğinde Markos Tanzgruppe’nin kadınları, özellikle de Madame Blanc, sanat yapmaya devam etti.” cümleleri belli noktalarda işaret ettiği şeye dönüşen bir hal alır. Reich kadınların rahimlerinin açık olmasını dilerken Tanzgruppe kadınlarının da Helena (Mater) Markos (Tilda Swinton) için bunu istediğini, yalnızca doğanın bir canlı yerine tekrarlayan bir yaşam formu olduğunu filmin akışında görmek zor değildir.

Tilda Swinton

Biçimsel olarak bir kadınlar ülkesi ütopyası gibi görünse de Tanzgruppe kendi içerisinde ataerkinin oluşumunda mihenk taşı görevini gördüğü hiyerarşik sistem üçgeninde kendini yiyip bitirir. Miss Tanner (Angela Winkler) Markos topluluğundan bahsederken bir Ruth Bré topluluğu olduğundan söz eder. Ruth Bré mahlasıyla tanınan Alman kadın hakları savunucusu Elisabeth Bonnes ataerkinin radikal bir eleştirmenidir ve anaerkiden yanadır. Kadınların her alandaki konumunu iyileştirmeyi amaçlayan Bund für Mutterschutz’u kurar ve kadının maddi özerkliğinin önemini sürekli olarak anlatır. Anne oluşa hürmet eder ancak bunu kadınlığın ön koşulu olarak görmez. Anaerkil bir ütopya ideasına sahip Ruth Bré’nin Tanzgruppe tarafından idol olarak alınması son derece anlaşılırdır. Fakat bu ütopya bir kadınlar arası iç çatışmaya dönüşür. Bu çatışma sevgi ve manipülasyonlar üzerinden büyür. Dr. Klemperer (Tilda Swinton) aşk ve manipülasyonun sık sık yatak arkadaşı (bedfellow) olduğundan bahseder. Kelime seçimi oldukça şeffaf ve keskindir.

Mia Goth

Susie ve Madame Blanc arasındaki sapphic ilişki için kullanılabilecek bu kavramın somutlaştığı alanları sık sık görürüz. Dominance (üstün gelme) ve submission (boyun eğme) durumları Madame Blanc ve Susie paralelindeyken anlatının ilerleyişi ile ozmotik bir geçişkenliğe kavuşur. Tanzgruppe’un dansı için seçilen kelime “Volk”, Almanca’da basit anlamı ile “insanlar” için kullanılır ancak I. Dünya Savaşı’ndan sonra Alman milliyetçiliğinin terimleri içerisinde yer almaya başlar. Volk terimi, Almanya’nın ulusal ruhunu temsil ediyordu. Volk olmayanlar, ötekiydi.

Dakota Johnson

Bilhassa “ein Volk, ein Reich, ein Führer” ideasını destekleyen Naziler için oldukça önemli bir terimdir. Volk dansı ise öteki olanların dansıdır çünkü cadılar ve kadınlar ötekilerdir. Nazizim’in ötekiler için kullandığı terimi alıp kendisinin haline getiren kadınların dansı da Nazizm kadar şiddetlidir. Bu dans Damien Jalet’nin Louvre Müzesi’nde sergilenen “Les Médusées” kareografisinden esinlenilmiştir ve kökeninde bir hexentanz’dır (hexen: cadı). Dansın kostümleri ise shibari tarzında bağlanmış kırmızı iplerden oluşur. Shibari (veya Kinbaku) Japon tarzı bir “ip esareti” sanatıdır. İlk başlarda savaşlarda estetikten uzak olarak kullanılmaya başlanan bu ip esareti zamanla Edo döneminde samurayların eğitiminde önemli bir rol oynamıştır. Meiji döneminden itibaren politika, seks, acı, şiddet birbiriyle bağlantılı bir hale gelir, birinci Çin-Japonya savaşından sonra ise cinsel zulüm milliyetçilik adı altında onaylanan ve sahnelenen bir olgu olur.

Tüm bunlardan etkilenen Ito Seiu, 1928’de “Seme no Kenkyu” (İşkence Çalışması) isimli fotoğraf kitabını yayınlar. Sadizm ve mazoşizm terimlerinin öncesinde salt işkence ideali ile kinbakudan söz edilebilir. Volk dansının shibari kostümleri hem öteki olmaktan gelen Nazi şovenistlerinin işkencesinin bir aleti olarak hem de queer bir BDSM aracı olarak karşımıza çıkar. İpler uzanır ve dansçılar göbek bağı ile birbirine bağlanır. Dişil rahimden akan kanlar iplerle somutlaştırılır. Sabbath odasındaki dans da bir yeniden doğuş ritüelidir. Markos’un Susie’nin bedeninde yeniden doğması amaçlanır ve dansçıların pozisyonları bir kadının doğum anını hatırlatır. Kanayan bir rahim, bu rahimden akan kanlara bulanmış dişil çıplak bedenler, doğum anında bebeği dışarı ittirmeyi, bir nevi ondan kurtulmayı hatırlatan figürler…

Dakota Johnson

Susie ve Madame Blanc ekseninde tüm bu imgeleri düşünürken bu düşüncelere eklemlenmesi gereken sekanslardan bahsetmek önemlidir. Volk dansında önemli bir bölüm olan sıçrama sahnesi için Susie’nin henüz yeterli olmadığı düşünülür ve Madame Blanc ile Susie bu sıçrama bölümü için birebir çalışırlar. Bu sekans iki kadın arasındaki cinsel birleşmenin sembolik bir anlatımıdır. Blanc’ın Susie’ye karşı “Yükseğe! Daha yükseğe! Daha yükseğe!” nidaları ile beraber Susie’nin kendi sınırlarını zorlayarak nefes nefese her seferinde daha yükseğe zıplaması ve büyük sıçramanın sonunda iki kadında da görülen orgazmik bir rahatlama ve gülümseyiş ikisi arasındaki sapphic ilişkinin göstergelerindendir. Susie, Markos topluluğunun elleri olmak istediğini Madame Blanc’e söylediğinde onun göğsünde duran ellerine sarılır. Susie topluluğun elleri olmak ister çünkü ellerini kullanmayı ve ellerinin sahip olduğu gücü küçük yaşlarda kendisine dokunarak öğrenmiştir. Dindar olan annesi tarafından ütüyle cezalandırılan ellerini özgür bırakmak ister. Climax esnasında ise göğsünü yarıp vajinal bir yarıktan kötülüğünü yayarken de ellerini kullanır.

Dakota Johnson

Madame Blanc, Susie’nin hakikatte kim olduğunu anlamak amacıyla ona çeşitli rüyalar gönderir ve bunların bazıları wet dream (erotik rüya) denilebilecek türden imgeler içerir. Aynı zamanda Susie’nin en başından beri Mater Suspiriorum olduğunu bu rüyalardan birinden “Kim olduğumu biliyorum!” diyerek uyanmasından anlarız. Bu rüyaların büyük çoğunluğu sanat tarihindeki önemli kadın sanatçıların eserlerinin yeniden yaratımlarını içerir. Bunlar arasında Pina Bausch’un 1977’deki Blaubart gösterisinden bir sahne, Gina Pane’nin 1974 yılında oluşturduğu Death Control fotoğraf koleksiyonundan bir parça, Kübalı yeryüzü beden sanatı yaratıcısı Ana Mendieta’nın Silueta Works in Mexico ve Rape Scene eserleri görülür.

Üst sırada gönderme yapılan eserler (Gina Pane ve Ana Mendieta), alt sırada filmden kareler.

Ana Mendieta kadın bedeninin doğayla pozitif bağları, töre, beden, kimlik, kültür gibi kavramlar üzerinde çalışır. Susie’nin rüyasında duvara kanla çizilen “A” harfi için de bu kavramlar üzerinden bir yorumlama getirilebilir. Susie’nin annesi ondan “en büyük günahım, dünya üzerindeki lekem” olarak bahseder ve bu kanlı harf zihnimize “adultery” (zina) kelimesini getirir. Susie’nin yasak bir ilişkiden olup olmadığını sorgularız çünkü kendisi hem bir günahın meyvesi hem de Mater Suspiriorum’un kendisi olabilme ihtimali oldukça yüksektir.

Sol üstte Pina Bausch’un Blaubart çalışması (altında filmden kare), sağ altta ise Ana Mendieta’nın “Silueta Works in Mexico” eseri ve üstünde filmden kare.

The Three Mothers biçimsel olarak Antik Yunan mitolojisinde Ay’ın, gecenin, ölülerin, kavşakların, cadıların, büyülerin, hayaletlerin, yeraltının tanrıçası Hekate’yi anımsatır çünkü Hekate üç yüzlü olarak tasvir edilir. Bu üç yüzün geçmiş, şimdi ve geleceği temsil ettiğine inanıldığı gibi zamanla Hekate-Selene-Artemis teslisine dönüşmüştür. Filmin La Boca Design Studio tarafından tasarlanan afişinde (aşağıda) ise Hinduizm’den Tanrıça Kali tasvirini görürüz. Kali, dişiliğin ve yaratmanın somutlaştırılmış bir temsilidir ve anaerkinin bir sembolüdür. Dişil gücün eril güce karşı vahşi bir zaferi söz konusudur.  Kali çoklu ellerinin birinde bir kanca tutar ve bu kancaya filmde çok kez rastlarız. Kadınların saçları, özellikle de Susie’nin saçları filmde özerk bir karakter olarak kendini var ederler. Susie’nin altın rengini andıran uzun saçları vardır; uzun dönemler boyunca kadınların saçları büyülü olarak görülür ve onlara sembolik anlamlar yüklenir. Kadının, dişil gücü temsil eden saçları ne kadar uzunsa büyüsü de bir o kadar güçlüdür. Bazı dinlerde kadının saçı dişiliğin en büyülü ve çekici özelliği olarak görülür ve onun kapatılması emredilir ancak Tanrıça Kali tasvirinde uzun ve gür saçlarını özgürce dalgalandırır. Dante Rossetti, Lady Lilith eserindeki Lilith’in saçları için “Onun büyülü saçları ilk altındandı.” Cümlesini kullanır. Susie, Tanrıça Kali’nin ve Lilith’in güçlü sembollerini kendi bünyesinde eritir.

Filmin La Boca Design Studio tarafından yapılan afiş çalışmaları.

Filmin son sekansında Erich Neumann’ın “The Great Mother” kitabına rastlarız. Neumann bu eserinde ana tanrıçaları kadınlık arketipleri üzerinden inceler ve altı kadın/anne arketipinden söz eder; Kali, Lilith, Isıs, Hekate, Mary ve Sophia. Modern Suspiria’da bu arketipler şemasında yer alan Kali, Lilith ve Hekate’yi rahatlıkla Susie’nin özerkliğinde görürüz. Şemada Kali ve Hekate “Terrible Mother” olarak vücut bulurken, Lilith ise “Negative Transformative Character” noktalarındadır. Terrible Mother içerisinde ölümü, parçalanmayı, Negative Tranformative Character ise deliliği, esrikliği barındırır. Kadın/anne arketipleri arasındaki ayrışmayı filmde kullanılan dillerde de fark ederiz. İngilizce, ortak olarak gündelik ve sıradan konuşmalar için tercih edilir, Almanca Markos topluluğu tarafından ve genelde iç çatışmalarla ilgili konuşmalarda kullanılır. Fransızca’yı yalnızca Susie ve Madame Blanc arasında duyarız ve bu dil büyülü, estetik, sanatsal ve queer bir dil temsili olarak kullanılır. Bu üç dil filmdeki ikilikleri veya toplulukları bir diğerinden ve birbirinden ayırmak, öteki yapmak için kullanılır.

Dakota Johnson & Tilda Swinton

Sabbath odasında Mater Suspiriorum tüm Markos yanlılarını öldürdükten sonra ruhları ve bedenleri sömürülmüş kadınlar arasındaki Sara’ya ne istediğini sorduğunda ve ölmek istediği cevabını aldığında onu kucaklayarak yere yığılır ve bu sahne görselliği bakımından Michalengelo’nun Pietà heykelini anımsatır. Bu heykelde çarmıha gerildikten sonra Meryem Ana’nın kucağında yatan İsa tasvir edilir. Kadın/anne arketiplerinde negatifliklerde konumlanan Mater Suspiriorum bu noktada “Good Mother” konumunda Meryem’in tüm pozitifliklerini barındırır.

Post-credit sahnesinde de bu pozitiflikten yana düşünülebilecek bir Mater Suspiriorum görünür. Susie’nin bu sahnede ne yaptığı merak konusudur ve filmin yapımcıları bunun bir anlama gelmesinin gerekmediğini söyler. Susie, Tanzgruppe binasının hemen yanındaki Berlin duvarına bir büyü yapıyormuş gibi görünür ve bu da ilerde Berlin duvarının yıkılması ile alakalı bir şeyler yaptığı düşüncesini gündeme getirir. Bu noktada Mater Suspiriorum son derece politik bir yerde durmaktadır ve gücünü mikrodan makroya geçirmektedir.

Modern Suspiria çok katmanlı, alt anlamlı, sembolik, geçişken, queer ve feminist bir başyapıt sayılabilecek derecede birincil Suspiria’dan anlatımsal ve sinematografik olarak uzaktadır. Remake bir film değil ancak ilhamlanmış bir film olarak bahsedebileceğimiz Suspiria görsel hikaye anlatıcılığının zirvesinde olabilecek nadir filmlerden birisidir. Arkasında erkeklerin olduğu ancak male gaze’den uzakta özgürce salınan saçlarından yere sağlam basan tabanlarına kadar dişil bir filmdir.

Berfin Tutucu

Yönetmen Guadagnino (arkada), filmin kilit rollerindeki üç oyuncusuyla: Tilda Swinton, Dakota Johnson ve Mia Goth

İlgili okumalar:

Bir Cevap Yazın