Norveçli yönetmen Itonje Søimer Guttormsen, 50. Uluslararası Rotterdam Film Festivali’nde (IFFR) gösterime giren Gritt adlı film sayesinde tanıma şansı bulduğumuz önemli sanatçılardan. Gritt kendisinin ilk uzun metrajlı filmi ancak öncesinde birçok kısa film çekmiş ve daha da önemlisi, performans sanatçısı olarak verimli bir kariyeri olmuş. Gritt, konusu ve konuya yaklaşımıyla merakımızı fazlasıyla cezbedince, biz de Dial M for Movie olarak IFFR aracılığıyla Itonje Søimer Guttormsen’den röportaj talebinde bulunduk. Ne mutlu ki olumlu yanıt geldi ve aşağıda okuyacağınız satırlar da, bizim için çok değerli olan 30 dakikalık bir Zoom sohbetinin sonucu. Röportajın gerçekleşmesini sağlayan IFFR’a, Alibi Communications’dan Brigitta Portier’ye ve tabii ki Itonje Søimer Guttormsen’e teşekkürü borç biliriz. Söz konusu röportajın Türkçe çevirisini ise Dial M for Movie yazarlarımızdan Eda Bebek’e borçluyuz. Kendisine teşekkür ediyor, sizlere keyifli okumalar diliyoruz.
Sayın Itonje Søimer Guttormsen, bu röportajı yapmayı kabul ettiğiniz için size çok teşekkür ederiz. Sizin sanatsal yaratımlarınızda oldukça baskın olan ‘lilithizm’ konseptiyle başlamak istiyorum. Lilithizm biz seyirciler için yeni bir konsept, fakat tabii ki sizin için yeni değil. Bu konsepti biraz anlatabilir misiniz?
Tabii ki. Lilith’i duymam 27 yaşımda Norveç Lillehammer’da Film Okulunda okuduğum döneme denk geliyor. Lillehammer’ın coğrafyası çok eğimlidir, sanki iki dağın arasında kısılıp kalmışınız gibi; o sırada film okulunu da buranın coğrafyası gibi oldukça katı ve fikirlerimi hayata geçirmekte zorlandığım bir yer olarak görüyordum. Film okulu klasik film yapımcılığı anlayışına çok yakındı, hatta askeriyeye benziyordu diyebilirim. “Şimdi sanat yapmamalısınız, sanatı sonra yaparsınız” benzeri bir yaklaşım. İnanılmazdı. Ayrıca izledikleri bir ‘Kutsal üçlü’ modeli vardı: Yapımcı, senarist ve yönetmen, bu sırayla üstelik. Ben ilk filmlerimden beri her zaman filmlerimi kendim yazar ve yapımcılıklarını da kendim yapardım, film okuluna gitmeden önce bile. Bu yüzden benim yapmak istediğim şeyi yapmak son derece olağandışı ve imkansızdı. Bunun sonucunda kendimi baskı altında hissettim ve bu baskıyı yıkmak için içimde büyük bir güç birikti; bu güçle dağların tepesine tırmanabilir, Kopenhag’a yürüyerek Lars von Trier’nin akıl hocam olmasını sağlayabilirdim, yani o dönemde bütün bu enerjiyi hissediyordum ve Lilith’i duymam da tam bu zamana denk geldi. İlginç bir şekilde, Lilith İskandinavya’da bilinmiyor. Yahudi kültüründe Lilith şeytanlaştırılır, Amerikan feminizminin gözünden bakacak olursak Lilith bir kahraman gibidir hatta başka bazı konseptlerde bir seks tanrıçası gibidir; ama Norveç toplumunda Lilith hiç tanınmaz. Bu yüzden benim için Lilith büyük bir keşifti: Adem’in kaburgasından yapılmamış olmamız, Havva’dan önce birisinin gelmiş ve o güvenli alanı terk etmiş olması bana çok doğal gelmişti.

Kesinlikle, Lilith ve Havva arasındaki fark önemli çünkü Hristiyan inancında Adem ve Havva cennet bahçesinden kovulmuşlar ancak Lilith sadece: ‘Ben gidiyorum’ demiş, yani bu onun kendi kararıymış ve bu çok önemli. Dediğiniz gibi, Lilith’in kültürel temsillerini düşündüğümde çizgi roman gibi alanlardaki ‘Savaşçı Lilith’ vs. akla geliyor, fakat Lilith hakkındaki tek algı bu olmamalı elbette.
Evet, bana göre Lilith’in çok meraklı ve maceraperest bir karakteri var. Onun tek ihtiyacı olan, olduğu yerden çıkıp bilinmeyeni kendi gözleriyle görmek. Yani benim Lilith’le özdeşleştirdiğim enerji tam olarak bu. Ve sonra bu başlı başına bir kavrama dönüştü. Çünkü Lilith’i bir süre kişisel projelerimde kullandım, sonra bir açık hava sanat performansı kapsamında bir ayin gerçekleştirdim. 2011’de kendimi onunla bütünleştirdim, sonra yine 2015’te Lilith metodu’nu çok ilginç bulan bir grup arkadaşla bir araya geldim, karma bir gruptuk; fotoğrafçı, dansçı, öğretmen, mimar ve bunun gibi farklı özellikte kişilerden oluşuyorduk. ‘Cennet Oslo’ adını verdiğim bir mekân tasarladım, hatta Kültür Fonu’ndan para da aldım ve sonunda hep beraber bir ritüel gerçekleştirdik. Eski, terk edilmiş fabrikalardan oluşan bir mekânda sembolik olarak yeni bir Cennet ortaya çıkardık. Dokuz aylık bir hazırlık sürecimiz oldu; ayda bir gün her pazar buluştuk, kamp yaptık, boğaz egzersizlerimizi yaptık, bol bol Hildegard of Bingen okuduk, bedenimizi esnettik ve bolca içki mayaladık (gülerek).
Hazırlıklarımız tamamlanınca konukların konuk olarak geldiği ve bizim de oldukça tuhaf ve uzun bir performans sergilediğimiz bir seremoni düzenledik; bir koro tarafından seslendirilen bir oratoryomuz vardı mesela. Müthişti kısacası. Ve hepsi sanatsal bir fikir olarak başladı, bir şeyi kavrayıp ifade etmenin bir yolu olarak, ama sonrasında hepimiz için önemli bir şeye dönüştü, bu yüzden buluşup daha aktivist bir tavırla seremoniler yapmaya devam ettik. Geçtiğimiz sene Adem’le yeniden buluşmak ve onun yaralarını sarmak istediğimiz bir sergi yaptık; MeToo’dan sonra O’na yeniden bakmak, onu yeniden nasıl dinleyebileceğimiz üzerine düşünmek, ona ne anlatmamız gerektiğini anlamak için. Ayrıca komikti de çünkü ikisi arasında (Lilith ve Adem) herhangi bir kimya olmadığını fark ettik (gülerek). Anlayacağınız, yaptığımız şey buydu, diğer yandan ben de Lilith’i çok kullandım, Valand Akademisi’nde (Akademin Valand) Lilith üzerine bir tez yazdım. Sonuç olarak bu, uzun yıllar boyu sadece performansla ilişkili şeyler yaptıktan sonra, sinemaya geri dönme şeklimdi. Sonrasında bir film yapma şekli olarak Lilith metodu’nu icat etmiş oldum. Kullandığım slogan ‘pusula olarak nevrozlar’. Nevrozları sorun olarak görüp de yok etmeye çalışmak yerine onları yol göstericilerim olarak kullanıyorum. Üretim metodumun temelinde bu yer alıyor.

Gritt’ten önceki Retract (Retrett, 2016) isimli Brigitte Larsen ve Marte Wexelsen Goksøyr’lu projeniz, Gritt’e çok benzer bir konu işliyordu. Retrett ve Gritt arasındaki yaklaşık dört senelik süreçte, uzun metraj filminiz için hazırlıkları mı yaptınız yoksa süreç daha farklı mı gelişti?
Uzun metrajlı film için hazırlanmaya 2009’da başladım aslında, uzun metraj filmim üzerine fikirlerim o sene ortaya çıktı. Fakat bir süre hiçbir kaynağım veya fonum yoktu, filmin yapımcılığını kendim üstlenmek istediğim için ve benzer sebeplerden dolayı başvurularım çoğunlukla reddediliyordu. Bunu yapabileceğime inanmıyorlardı. Üstelik proje bir üçlemeydi! Tabii ki herkes bunu biraz fazla hırslı buluyordu, burada Gritt’le de benzerlikler görebiliriz (gülerek). Bu yüzden Retrett, aradan geçen uzun süreden sonra işlediğim konuyla yeniden ilişki kurabilmek için yapmak zorunda olduğum ve beni ileriye taşıması için ortaya koymam gereken bir projeydi, daha büyük bir projeyi üretebileceğime dair güven kazanmak için bunu yapmam gerekiyordu. Yani bu doğal bir üretim süreciydi. Gritt, sinemasal zaman olarak Retrett’ten bir yıl sonra geçiyor gibi hissediyorum. Tabii uzun metrajlı filme bir giriş görevi görmesi için Retrett’ten bir sahne de çaldık.

Demek bu yüzden Retrett’in bazı kareleri bana çok tanıdık geldi! Ayrıca Marte Wexelsen Goksøyr’un müthiş repliğine de dikkat çekmek istiyorum, canlandırdığı karakter film izlerken Gritt filmdeki kadın oyuncuyu eleştirince tepkisi şöyle oluyor: ‘Bu sadece bir film’. Evet bu sadece bir film ama aynı zamanda tamamlaması da çok zor bir görev, bu yüzden buna benzer replikler yazarken eğlendiniz mi diye sorabilir miyim?
Kesinlikle! Filmin tamamı çok keyifliydi. Tabi ki filmin yapım aşamasına ulaşmak zordu, fonu alıp yapımı üstlenebilmek. Zaten önce fonu da alamadım, kendi bütçemle başladım, New York’a gittim. Yapım şirketim Mer Film gelip de film fonundan para desteğini buluncaya kadar çekimde oldukça yol kat etmiştim; bu fon filmin geri kalanının yapılmasını garantiye almış oldu diyebiliriz. Ama genel olarak çok eğlendik. Ben sevgiye, arzuya yöneliyorum, beraber çalışmak istediğim insanlar, filmimde oynamasını istediğim insanlar, filmimde görmek istediğim sokaklar, hepsi arzudan beslenerek gelmeli ki gerçekten oyunda yer alabileyim; bu sayede çekimler inanılmaz oldu. Özellikle Marte gibi eğlenceli ve zeki insanlarla çalışmak ve tüm o insanların kendilerini canlandırmaları, National Theatre (Norveç Ulusal Tiyatrosu) oyuncuları, hepsinin ayrıca kendilerine dönük eşsiz bir ironi anlayışına sahip olmaları harikaydı. Ulusal Tiyatro oyuncularının, üyesi oldukları topluluğu ufaktan ufağa eleştirme becerileri var, ki ben bunu çok seviyorum. Ama ayrıca Theatre of Cruelty’den Lars Øyno gibi hayatın içinden insanlar, fitness koçu, mülteciler, hepsi hayatımdalar ve hepsi, filmlerimde temsil etmek istediğim mükemmel insanlar. Sonuç olarak çekim süreci çok eğlenceli ve anlamlıydı.
Gritt’te, Marte Wexelsen Goksøyr’un senaryo önerisini dinlediğimiz, ana ve ekstra olarak iki farklı film ekibinin neyin gerçek dünya olduğunu anlamaya çalıştığı sahneye bayıldım, hatta açıkçası bir başkasının buradaki fikri çalıp bundan yeni bir film yapmasından korktum. Bu ihtimal sizin aklınızdan geçti mi?
Bu onun fikri, onun filmi. Ben onun büyük ihtimalle gerekli fonu alıp filmi yapamayacağını düşünmüştüm ve bu yüzden düşündüm ki, hadi bunu filme koyalım – tabii ki kendisinin de izniyle – ve bunu yaptığımızda onun fikri aslında bir miktar hayata geçmiş oldu. Kim bilir, belki birisi bu fikri alır ve filmini yapar. Kanımca bu şekilde filmini yapmaya biraz daha yaklaşmış oldu, fikrini sadece bana söylemektense. O çok zeki, onun böyle yoğunlaştırılmış ve tamamlanmış fikirleri var, bu şekilde (paket halinde) geliyor bu fikirler. Onun parlak bir zekâsı var ama Down sendromlu olduğu için kimse buna inanmıyor.

Filmin bir anında Marte’nin senaryo fikrinin Gritt’in sinematik evreninde gerçek olacağını, yönetmenin kendini gösterip oyuncularla konuşacağını düşündüm, ama hepimiz biliyoruz ki filmde bu olmuyor.
Bu belki de devam filminde yapılabilir çünkü Marte’nin birçok fikri var. Yakın zamanda oyuncular, yapımcılar ve kamera ekibiyle Zoom üzerinden bir gala partisi düzenledik ve orada Marte şöyle dedi: “Ormanda yaşamak bana o kadar ilham verdi ki, sanırım gidip ormanda yaşayabilirim, evet evet. Böylece bir sonraki filmde Gritt ormanın derinlerine gider ve orada benimle karşılaşır çünkü ben de bir seyyah olmuşumdur” (gülerek).
İnanılmaz! Size ayrıca çekim tekniklerinde ve kamera türlerinde yapılan değişiklikleri sormak istiyorum. Bazı sahnelerde kamera Gritt’i çalılıkların arkasından bir voyeurism eylemi gibi takip ediyor, bazı sahnelerde kamera ölçüleri 16 mm, genelde ise sinemaskop ölçüleri kullanılıyor, bunlara baktığımızda bu değişimlerin arkasında yatan fikir nedir?
Evet, çok sevdiğimiz bir konsept takip ettik, belki sıkı sıkıya değil ama çoğunlukla bunu uyguladık. Bir yandan onun duyularının dilini yakalamak istedik, düşünce dünyasını da denebilir. Ama tabi diğer yandan bazı anlarda daha nötr bir dil kullanmamız gerektiğini biliyorduk, özellikle diyalog sahnelerinde, biriyle iletişime geçmeye çalışmasını izlerken, ona bir alan tanımamız ve tarafsız olmamız gerekiyordu. Yani işin bir yanı bu vizyonu yakalamakken diğer yanı da aksiyonun akışıyla hareket edebilmekti. Fakat Steadicam’i ne zaman kullanacağımız, gimbal’ı ve tripod’u nereye koyacağımız gibi kararlar önceden planlanmıştı. Genel konseptte bunlar planlanmış şeylerdi. 5Rhythms isimli dans forumunu duymuş muydun?
İsimlerini duymuştum evet.
Mükemmel, iki saat boyunca beş ritimle dans ediyorlar, bu ritimler Akışkan, Kesik, Kaotik, Lirik ve Durağan. Ve daha senaryo aşamasındayken bile, bunlar benim beş bölümümdü. Bu yüzden bunları kamera ve ses işlerinde kullandım ve tabi ki kurgu sürecinde de bunlarla biraz oynadım. Başkası bunu böyle görüyor mu bilmiyorum ama benim gözümde 16 mm çekimleri, bir anlamda Lilith’in bakışını (gaze of Lilith) sembolize ediyor. Bu yüzden 16 mm hep ormanın içinde, onu dışarı, sınırların ötesine çeker gibi. Ve bir yerden sonra, oradaki kış mevsiminde olduğu gibi, her şeyi 16 mm penceresinden görmeye başlıyoruz, o çekimlerde Gritt adeta Lilith’e dönüşüyor.

Evet, o tekniğin çok spesifik bir kullanışı söz konusu olduğu için, bunun yönetmenin tercihi olduğunu bilmeme rağmen anlamını istediğim kadar idrak edemedim.
Hiç kimse henüz idrak edemedi, sana bunu söyleyebilirim (gülerek). Tamamen kişinin yorumuna, onda nasıl bir etki yarattığına bağlı. Yani en azından benim maksadım buydu.
Evet, tabi ki. Benim için çok ilginç olan başka bir mesele de Gritt’in aklında her zaman klasik olmaktan çok uzak teatral projeler olması. Mesela, Hamlet’in klasik bir temsilindense, doğaçlama ve deneysel teatral projelerde yer almak istiyor. Bunu yaparken aklınızda, bazı tiyatro gruplarının ve toplumun genelinin özgür fikirli performanslara karşı sahip olduğu önyargılara işaret etmek var mıydı?
Evet, kesinlikle. Bence onun bu türde bir hedefi olması doğruydu. Yıllardır bu çevrelerin içinde, başka insanların gruplarında çalışıp ufak tefek işler yaptığı için sonunda geri döndüğünde bir şeyler ispat etmek istiyor, ancak profesyonel anlamda özgeçmişinin son derece boş olduğunun bilincinde. Ve toplumun bu denli dışında kaldığınızda, geri girmeniz mümkün olmadığında, bence düşünceleriniz daha kavramlara dayalı bir hal oluyor, başkasını bilemem ama bu benim için geçerli. Bu yüzden Gritt’in bu şekilde kavramsal fikirleri var, uğruna ayinvari eylemler sergilenmesi gereken fikirler. Fakat onunla ilgili paradoks şu ki, bütün şehrin bunda bir rol oynamasını istiyor, el ele tutuşarak şifa dağıtmak istiyor, bu çok kolektif bir eylem fakat onun bir kolektifi, parçası olduğu bir topluluğu yok. Ayrıca İskandinavya toplumunda insanların oldukça rahat olmasını da eleştiriyor. Norveç’e sırtını çok erken yaşta dönüyor, tiyatro okulundan sonra ülkeyi terk ediyor, bu yüzden bu davranış toplum tarafından biraz da kibir olarak algılanıyor. En iyi şartlara sahip olduğunu düşünmüyorum ama gerçekten bu The White Inflammation isimli projesinin, içinde bulunduğu şartlarda, kendine has bir radikalliği olduğunu da hissediyorum.

Bu ‘yalnız kurt’ olarak tanımlanabilecek konsepti filmde bolca hissediyoruz, Gritt çok basit bir iznin yeterli olacağı durumlarda bu basit adımı atmamayı tercih ediyor çünkü izin isteyen pozisyondaki bir insan olmayı istemiyor, bu da çok ilginçti.
Evet, ama ayrıca çok da gururlu, bu yüzden teyzesine (onu açıkça evden kovmasına rağmen) gidecek bir yeri olmadığını söyleyemiyor. Çok gururlu birisi ve bir yetişkin olup kendi başının çaresine bakmak istiyor. Bu yüzden teyzesine gidecek hiçbir yeri olmadığını söylemek onun için çok utanç verici bir durum. Ayrıca ona karşı son derece cömert davranan Lars’la da bir bağlantısı var fakat işin aslı bu tamamen Lars’ın projesi, onun vizyonu. Bu yüzden bence biliyor ki sorsaydı zaten o izni alamazdı. Ayrıca Gritt bu noktada son derece çaresiz ve bana öyle geliyor ki mültecilerle ortak bir nokta bulduğu için onlarla bir bağ kuruyor, çünkü bir anlamda o da bir mülteci.
Tüm Dünya içinde bir mülteci belki.
Evet, dünyanın ve varoluşun mültecisi. Bence bunu hissediyor. Bence kafasının içindeki bu yanlışlığın onlar için iyi bir şey olabileceğini düşünerek bunu meşrulaştırıyor. Ve bence iyi niyetli birisi. Tabi ki projesi çok eksik ve yetersiz olduğu için tamamlanamıyor. Onları onun bıraktığı şekilde bırakmak yapılabilecek en iyi şey değil elbette, fakat bu konuda elinden bir şey de gelmiyor.

Benim açımdan onu kendi isteğiyle kendini bir akıl hastanesine yatırmaya çalışırken görmek de çok üzücüydü, her şeyi deniyor ama görevliler ona ‘Vahşi dünyada iyi şanslar’ gibi bir şey söylüyor. Bu kısım bana gerçekten çok dokundu.
Evet bu gerçekten zor. Bu sahneyle ilgili filmdeki psikiyatristlerle uzun bir konuşma yaptım -bu arada onlar gerçekten psikiyatristti- çünkü tabii ki senaryo bağlamında kapının Gritt’in yüzüne kapanmasını istedim ama bu reddedişin de incelikli bir şekilde yapılmasını istiyordum. Ve bence orada çok bilgece şeyler söylüyorlar, çözümü hayatın içinde bulabileceğini, hayatın içinde olmasının hastaneye kapatılmaktan çok daha iyi olduğunu söylüyorlar. Bence haklılar da, bu ayrıca filme de katmak istediğim bir şeydi: İnsanların içinde iyileşmeye dair büyük bir potansiyel vardır. Fakat o potansiyeli bulmalısınız. Maalesef, birçok insan bulmuyor. Yani bence onu bir hastane yerine oraya, dış dünyaya koymakta haklılar.
Doğa ve kültür arasındaki fark gibi belki. O doğanın içinde, uygarlığın içinde olduğundan daha iyi. Bu en azından benim için güzel bir ayrımdı.
Tam olarak öyle. Bu nokta ilginç çünkü bu son kısmın nasıl algılandığı izleyiciyi ayıran bir husus. Son kısım bazılarını çok korkutuyor, ama diğerleri Gritt’in gittiği yeri görünce güçlenmiş ve rahatlamış hissediyorlar. Özellikle daha yaşlı erkekler, altmış yaş civarındakiler, Gritt’in doğaya gideceğini görünce rahatsız oldular, belki de kafalarında doğanın kötücül ya da yaşanılamaz bir yer olduğuna dair bir imge vardır, o yüzden ‘Niye oraya gitmeli ki?’ gibi tepkiler verdiler. Ki bence bu tepkiler de çok değerli tabii.

Ne kadar orta çağdan kalma bir düşünce değil mi? Orta Çağ’da da ormanda tek başına yaşayan bir kadın düşüncesi hayra alamet görülmezmiş, en yumuşak tabiriyle.
Aynen öyle! Açıkçası cadılık bağlamında bakıldığında bir kadının ormanda yaşaması Orta Çağ’da kabul görüyordu fakat “Aydınlanma Çağı” geldiğinde, işte o zaman cadı yakmalar tam olarak başladı.
Haklısınız! Bu, cadılık tarihi üzerine çalışırken dikkatimi çeken bir şeydi. Öğrencilerime hep Orta Çağ’da cadı idamlarının olmadığını söylüyorum, çok haklısınız. Ayrıca Gritt’le ilgili bir üçlemeden söz etmiştiniz, acaba gelecek projelerinizden bahsedebilir misiniz?
Evet, Gritt’in devam edeceğine dair bir hissim var, onunla ilgili filmler yapmaya devam edeceğimi hissediyorum, o yaşlanıncaya kadar, umarım. Çok uzun zaman önce yazmış olduğum başka bir projem daha var, Oslo, Berlin ve Gran Canaria’da geçiyor ve tamamen farklı bir hikâye; fakat birkaç hafta önce bunun üzerine düşünürken Gritt’in annesinin de Gran Canaria’da yaşadığını fark ettim, bu yüzden Gritt de bir süreliğine bu filme konuk olabilir (gülerek). Yani evet, şu anda bu projem için ortak yapımcılar ve finansal destek bulmaya çalışıyorum. Ayrıca son zamanlarda atlara takıntılıyım, bu yüzden olabildiğince çok at sürmeye çalışıyorum. At sürmeye ve cadılık becerilerimi geliştirmeye çalışıyorum.
Itonje Søimer Guttormsen, bu röportaj için çok teşekkürler, ayrıca Gritt gibi harika bir film için de teşekkür ederiz. Sizinle konuşmak çok güzeldi, gelecek projelerinizde ve her şeyde size bol şans dileriz.
Teşekkürler.
Çeviri: Eda Bebek
Röportaj ve sorular: H. Necmi Öztürk