APPLES: Ötekinin Kimliği Üzerinden Hayaletimsiliğe Sızan Elma Kokusu

Yunan Tuhaf Dalgası‘nın yeni rüzgârı olarak adlandırılabilecek olan Christos Nikou‘nun ilk uzun metrajlı filmi olan Apples (2020) / Mila (Μήλα) Dünya prömiyerini 77. Venedik Film Festivali’nde yaptı ve aynı zamanda Yunanistan’ın Oscar adayı oldu. Yorgos Lanthimos‘un Dogtooth ve Richard Linklater’ın Before Midnight filmlerinin ikinci birim yönetmeni olan Nikou bu filminde kendi sinema sesini ve dokusunu yaratıyor. Hikâye anlatımı oldukça güçlü ve yumuşak olan filmin konusu da Yunan Tuhaf Dalgası’na gayet uygun ve bir bakıma Lanthimos‘un ayak izlerini takip ederken kendi ayak izleri ile kendi yolunu oluşturan bir yapım. 

Filmin ana kahramanı olan Aris (Aris Servetalis) amnezi (ani hafıza kaydı) epidemisinin ortasında bu hastalığı yaşayanlardan biridir. Hiçbir yakını olmayanlara, bir nevi kimsesizlere “Yeni Kimlik” programı ile yeniden hayatı yaşamayı öğreten bir rehabilitasyon merkezi programına katılır. Film bu konu merkezinde hafıza, bellek, anılar ve kimlik çerçevesinin ortasına oturtulmuş, eskinin yenileşmeye çalışan insanını koyar. 

“Yeni Kimlik” programı kimliksiz amnezi hastasına mesken ve para verir. Aynı zamanda her gün posta kutusuna yeni birtakım “görevler” içeren ses kasetleri bırakır. Kimliksiz insan, kimliğini kazanmak için bu görevleri yerine getirmeli ve yerine getirirken de bunu kendisine kanıtlamak, yani yaşadıklarını kendi deneyim formuna sokmak yerine, rehabilitasyon merkezindeki o kişiden sorumlu doktorlar için bu görevlerle ilgili fotoğraflar çekmeli ve bu fotoğraflardan bir görünür “memento” yaratmalıdır. Bu memento tamamen beşeridir ve suni deneyimler, kimliksiz olana asla yeni bir kimlik kazandırmaz. Bu programa katılan kimliksizlerin giydikleri kıyafetler de birbirleri ile aynıdır ve ellerindeki analog fotoğraf makinelerinden birbirlerini kolaylıkla tanıyabilirler. Herkese aynı kıyafetleri temin eden rehabilitasyon merkezi “Yeni Kimlik” vaadi ile aslında kimliksiz olanı üniformalı bir kimliksizler ordusuna dönüştürür. “Yeni Kimlik” programı birbirinin aynı olan birçok yeni kimlik yaratır ve haliyle “yeni” kavramı, “aynı” kavramı ile paralel bir ivme kazanır. Bu ivmenin içeriği de kolektif anılar bütünü ve belirlenmiş sabit bir hayat algoritmasıdır. 

Aris‘in sahiden de yeni bir kimliğe ihtiyacı var mıdır yoksa Aris kendi isteğiyle mi yeni bir kimliğe sahip olmaya girişir? Bu sorunun cevabı kesinlikle Aris’in hür iradesi ile yeni bir kimlik edinme çabası içinde olduğudur, peki bu kesin cevabı nereden anlarız? Aris sadece amnezi hastası rolü yaparak “yeni kimlik” ile kendi acısından -eşinin ölümü- kaçmaya çalışır. Bu kaçışı da unutarak, belleğine karşı gelerek yapmak ister. “Yeni Kimlik” programında bir görev için dışardayken komşusunun köpeğini görüp sever ve ona ismiyle seslenir ancak köpeğin sahibi olan komşusunu gördüğü an oradan kaçar çünkü belleğinden bir parça o an oradadır ve eğer adam ile iletişime geçerse belleğine karşı gelerek sürdürdüğü oyun yerle bir olacaktır. Kendini unutmuş gibi varsayan Aris geçmişinden bir parça ile iletişim kurarak kendini aldattığını, dahası kendini ne için aldattığını tekrar hatırlamış olur. 

Elmaları çok seven Aris, manavın elmaların hafızaya iyi geldiğini söylemesiyle beraber elma yemeyi de bırakır ve onun yerine pek de tercih etmediği portakallara yönelir. Elmanın tatlılığına sırt dönüp portakalın keskinliğinde var olmaya çalışır. Adem’in yediği elma da oldukça tatlıydı fakat zehirliydi. Aris için de bu geçerli olur çünkü elmanın zehri, onun hafızasına iyi gelmesidir. Böylesi bir durumda, Adem anlatısında elma önce değil, cenneti hatırlamak için daha sonra yenmeliydi. Peki iyi bir hafıza olgusu kendisiyle paradoksal bir biçimde mi var olur? İyi hafıza kavramı özünde kötü bir olguyu mu simgeler, ya da kötü olgulara mı işaret eder?

İyi hafıza diye olumlu bir şekilde karşıladığımız kavramı, aslında pek de memnun olarak kabul etmeyiz. Bu soruyu Jacques Derrida‘nın, konukseverlik anlamındaki hospitality ile düşmanlık anlamındaki hostility kelimelerini birleştirerek ortaya çıkardığı hostipitality kavramı ile açıklamaya çalışabiliriz. Bu kavram Türkçe’ye konuksev[er/mez]lik şeklinde çevrilebilir. Derrida‘ya göre varlığın özüne her zaman öteki bulaşmıştır ve bu yüzden konukseverliğin özünde aynı zamanda konuksevmezlik de vardır. Bu durumda konuksevmezlik olumsuz kavramı konukseverlik olumlu kavramının altını oyar ve onu sorgulatır. Konukseverlik kavramını tekinsiz bir hale getirir. Özüne öteki bulaşan her şey her an öteki olma tuzağı içerisindedir. 

İyi hafıza olumlu kavramının içinde her şeyi hatırlamanın verdiği ıstırap da yer alır. Her şeyi hatırlamanın ıstırabı olumsuzluğu, iyi hafıza olumlu kavramını sorgulatır ve onun altını oyarak bu kavramı bir nevi sakat bırakır. Tekinsiz bir hale dönüşen iyi hafıza olumluluğu, “Yaşadığım hiçbir şeyi unutmuyorum ve bunların hepsi olumlu anılar değil, bana zarar veriyorlar.” ifadesi ile özüne bulaşan öteki haline gelir. Derrida‘nın hostipitality kavramı kimlik üzerine yoğunlaşan bir kavram olmasına rağmen az önce belirttiğim gibi özündeki fikir ile filmdeki bellek mevzusu yorumlanabilir. Filmdeki bir diğer konu ise ana kahramanın eşinin ölümünün bu denli zor ve keskin bir “kimliksiz” olma arzusunu neden ve nasıl doğurduğudur. Bu soruyu da yine Derrida‘nın bir başka kavramı olan “spectralité” ile cevaplandırmaya çalışabiliriz. Bu kavram Türkçe’ye “hayaletimsilik” olarak çevrilebilir ve Derrida bu kavramı oluştururken Sigmund Freud‘un Yas ve Melankoli adlı eserindeki görüşlerinden etkilenir.  

[Freud’a göre] yas, sevilen bir yakının ya da idealler gibi soyut bazı değerlerin kaybına karşı gelişen bir tepkidir. Eğer bu yas sağlıklı bir şekilde atlatılmazsa ve kişinin hayatını büyük ölçüde etkilerse patolojik yas ortaya çıkar. Kaybedilenin arkasından yas tutan insan bir süre sonra (…) kaybettiği şeyin yerine başka bir şey koymaya çalışır, bellek ise kaybedilenin sadece o şey olmadığını, onunla kurulan ilişkinin de yitirildiğini hatırlatarak buna direnir. Eğer yas tutan bu direnişi kıramazsa, kaybedilen şey yas tutanı esir alır. Diğer bir anlamda ona musallat olur. Böylece yas tutan gerçeklik ile ilişkisini kaybeder ve melankoli açığa çıkar. Hayalet ise (…) kuşku ve karışıklığa mahal verdiği için “yas”a direnir. Hem ölü, hem canlı; hem mevcut, hem kayıp; hem zamanlı, hem zamansızdır. Bu anlamda patolojiyi ve melankoliyi besler. Derrida, hayaletin bu karar verilemez gücüne odaklanır. Hayalet sürekli olarak mevcudiyetin altını oyar. Bu yüzden Derrida ontologie yerine hauntologie kavramını kullanır.

(Aytaç Hakan Tuğran, “Derrida’nın ‘Hayalet Kavramı’ Işığında Angelopoulos’un ‘Sınır Üçlemesi’ Filmlerinin Çözümlenmesi”, Yüksek Lisans tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2019) 

Derrida bu kavramında Hamlet‘in hayaleti örneğini verir. Hamlet babasının hayaletinin gerçek olup olmadığına karar veremez çünkü hayalet hem var olmakta hem de var olmamaktadır. Bu ikiliğin arasında gezinen hayalet ile Hamlet deliliğe sürüklenir. Söz konusu olan Nikou‘nun Apples filmindeki Aris karakteri de karısının hayaletinin musallat olmasına sebep olmuştur. Karısının hayaletinin hem orada olmasının hem de yokluğunun temel ikonu yatak odasında duran elbisesi ve ayakkabılarıdır. Hamlet benzeri bir çeşit deliliğe sürüklenen Aris bu deliliğini “kimliksizleşme beraberinde yeni kimlik” arayışı içinde dışa vurur. 

Aris ne zaman ki üzerindeki “kimsenin” üniformasını çıkarıp “kendi” kıyafetlerini giyer, işte o zaman insanın kimliğini oluşturan asıl şeyin, yaraları olduğunu anlar. “Yeni Kimlik” programı yaradan uzak bir programdır ve suni deneyimler ile yaralanmak oldukça zor, oldukça steril ve yine oldukça önlenebilirdir. Oysa aynı yaralayıcı tarafından yaralanmış olsalar bile insanın yara izleri diğer insanların yara izlerinden farklıdır ve belleğin gücü ne elmalardan ne de unutmadan gelir. İnsanın kimliği belleğidir ve acılar da anılar gibi bellekte söz sahibidir. Önemli olan aslında anılara konuksever davranırken acılara düşmanca neden geldiklerini sormamak, bu sayede de konuksevmezlik kavramını tekinsiz bir kimliğe dönüştürmemektir. 

Berfin Tutucu

İlgili yazılar:

Bir Cevap Yazın