THE FAVOURITE: Anaerkil İktidar Mücadelesi

Daha önceden Dogtooth, The Lobster ve The Killing of a Sacred Deer’dan tanıdığımız Yunan yönetmen Yorgos Lanthimos’un çok konuşulan filmi The Favourite (2018), festival gösterimi sonrasında üzerine bir de çalışma yapmam nedeniyle daha ayrıntılı bir şekilde inceleme fırsatı bulduğum bir yapım. The Favourite’ı diğer Lanthimos filmlerinden ayıran en önemli özelliklerinden birisi senaryosuna bu sefer Lanthimos’un parmağının değmemiş olması. Zaten yukarıda sözü geçen diğer filmleri de biliyorsanız bu filmi izlerken bunu kolaylıkla fark edebiliyorsunuz. Buna rağmen bir Lanthimos filmi olduğu da kuşku götürmez, zira yönetmenin imzasını taşıyan birçok absürtlüğe ve ayrıntıya sahip.

Film 18. yüzyıl İngiltere’sini ve iktidar oyunlarını konu alıyor. Bunu yaparken ana karakterlerin tamamının kadın olması, erkeklerin bu iktidar savaşında yer almalarına rağmen hep arka planda kalmaları dikkat çekiyor. Bu açıdan cinsiyet politikaları ve cinsiyetler arası çekişmeler adına önemli bir örnek sunan film, ayrıca erkekleri daima gülünç duruma düşürmekten çekinmiyor. Sarayda en çok makyaj yapan kişilerin erkekler olması, yapılan ördek yarışları, meyve fırlatma sahnesi ve Abigail’in (Emma Stone) eşinin cinselliğiyle hiç mi hiç ilgilenmiyor olması bu gülünçlüğü pekiştiriyor. Erkekler sanki bu filmde kadınların iktidar yarışı sırasında arka planda kalan ve hiçbir şeyden haberleri olmayan figüranlar olmaktan öteye gidemiyor.

Filmde sık sık balık gözü (fish-eye) lensler ve uzak çekimler (extreme long shots) kullanılıyor. Balık gözü lensler saray içerisinde kullanılırken, uzak çekimlere daha çok sarayın dışında yer veriliyor. Bu çekim teknikleri zaten büyük olan sarayı ekstra büyük kılıyor ve içerisindeki insanların, oynanan oyunların aslında ne kadar önemsiz olduğunu, esas olanın her zaman kraliyet ve saray olduğunu vurguluyor.

Bu sebepten sarayın kendisi karakteristik bir özellik taşıyor ve tek başına bir canlılık arz ediyor. Zaten filmin sonunda da tüm bu olup bitenlere, yalnız kalışına, yaralar alışına rağmen bir şekilde ayakta durabilen, gücünü gösteren kişi yine kraliçe (Olivia Colman), yani kraliyet oluyor.

Balık gözü lens aynı zamanda kişiye bir gözetleme hissi vererek seyircinin de sinema salonunda yaptığı şeyi taklit ediyor ve sanki saray içerisindeki bir görevli, kapı deliğinden bakıyormuş algısını yaratıyor. Bunların yanı sıra simetriyi çok sık kullanıyor Lanthimos. Ayrıca saray eşrafının ülkenin savaşta olma durumunu boşa sayarcasına eğlenişini ve bayağılığını iyice gözler önüne sererken, bu tarz sahnelerde ritmi iyice yavaşlatıyor.

Bu teknik o sahneye teatral bir hava katarken yine bu bahsettiğimiz absürtlüğü ortaya çıkararak bizim bu bayağılığı daha çok hissetmemizi sağlıyor. Bunun en temel örneklerinden birisi saray soytarısına meyve atılırken aynı anda Sarah’ın (Rachel Weisz) maruz kaldığı zehir sebebiyle canının derdinde olması ve kurgu esnasında bu iki sahne arasında bir bütünlük yaratılması.

Kamera açıları düzleminde incelediğimizde, sık sık karakterlere alt açıdan (low angle) baktığımızı fark ediyoruz. Bunu her karaktere değil yalnızca güçlü ve bu iktidar savaşında yer alan karakterlere uyguluyor Lanthimos. Bu sebepten seyirci, karakterleri daha alt bir noktadan, olduklarından daha güçlü ve büyük şekilde görüyor. Bu, kişiyi daha aşağı hissettirmekten veya korkutmaktan ziyade, izlenen karakterleri saray dünyası içerisinde başka bir yere taşıyor adeta.

Kraliçenin, büyüklüğü nedeniyle içinde kaybolduğu odası, oradaki yalnızlığının ve odanın içerisinde aslında ne kadar küçük olduğunun göze çarpması, hatta kaybettiği 17 çocuğu yerine koyduğu 17 tavşan bile filmin atmosferinde duygulanmamıza izin vermiyor. Film böyle bir duygusallık yaratacak gibi olduğu anda bir şekilde dümenini çeviriyor ve bizi kurnaz, komik sayılabilecek derecede absürt sahnelerle baş başa bırakıyor.

Ancak Lanthimos, üslubuyla izleyiciyi bu hissin yanına pek fazla yaklaştırmadan, daha çok izleyicisini eğlendirir biçimde sanki bir güldürü ritmi yakalıyor. Belki de olayları dramatize etmeyişiyle aslında olayların trajedisini daha ön plana koyuyor ve sahne geçtikten sonra bile etkisinin yavaş yavaş yayılmasını sağlıyor. Sarayı, Kraliçe Anne’i, trajik kayıpları ve saray içi ihanetleri, kıskançlıkları çok daha farklı şekillerde sunabilecekken, bu tarz sunuş şekli hem hikâyeyi inanılmaz akıcı bir hale getiriyor hem de Lanthimos’un yukarıda bahsetmiş olduğum üslubunu gözler önüne seriyor. Bu farklılıklar da The Favourite’i diğer saray filmlerinden bambaşka bir yere koyuyor.

Film biraz da Kraliçe Anne’in büyüme, farkındalık kazanma ve bunların karşılığında çektiği acıyla bedel ödeme öyküsü. Kraliçe yaralı, yalnız, şımarık ve üzgün bir çocuk gibi iken, bir anda kendisinin ve ülkesinin sorumluluğuyla baş başa kalıyor. The Favourite bu bakımdan üç kadının paralel öyküsü olma niteliğini de taşıyor. Abigail için yükselişin, ardından da umursamazlık, sahte sevgi ve zafer sarhoşluğu sonucu ortaya çıkan düşüşün, Sarah içinse yıllardır istediği gibi yön verebildiği sevgilisi Kraliçe Anne’i ve en değerlilerinden olan kendi iktidarını kaybediş öyküsü.

Özellikle filmin sonunda Kraliçe’nin Abigail’in kafasına bastırdığı sahne, Abigail’in saraydaki geleceği hakkında çok çarpıcı bir metin sunuyor. Abigail tavşanları, yani aslında Kraliçe’nin çocuklarını nasıl ezdiyse, Kraliçe de onu o şekilde eziyor ve sonsuza dek hizmetçi kalmaya mahkûm ediyor. Senaryo yazarlarının isim tercihlerine bakıldığında, “Abigail” isminin zaten halk dilinde hizmetçi yerine kullanılması üzerinden, Abigail’in kaderinin en başından beri belli olduğuna yorulabilir.

Üç kadının hikayesinin paralel şekilde anlatılması sebebiyle film tek bir bakış açısı sunmuyor izleyicisine. Zaman zaman her karakter için bir empati, bir sevgi ve acıma hissettiriyor. Her birinin bakış açısından olayları görüyor, her biriyle zaman zaman yalnız kalıyoruz film süresince. İzleyicinin tek bir karakterle eşleşmesine engel olan bu durum, filme objektif bir şekilde yaklaşılabilmesini sağlıyor. Bu sebepten filmin sonunda her şey yerli yerine oturduğunda kimse için bir acıma hissetmiyor, bir kurtuluş beklemiyoruz.

Senaryosu çok karmaşık olmamakla birlikte, sinematografik açıdan son derece zengin bir malzeme sunuyor The Favourite. Öte yandan tipik bir saray entrikası filmi bekleyenleri hayal kırıklığına uğratabilecek bir yapım olma özelliği taşıyor. Dolayısıyla filmi algılar açık, herhangi bir beklenti olmadan izlemek ve hikâyeyi özümseyerek kabul etmek yanlış bir tercih olmayacaktır. Böylelikle filmin tecrübesini katlayabiliyorsunuz. Lanthimos’un tarzı herkesin sevebileceği bir üslup değil ancak Shakespeare’in tabiriyle söylersek, yönetmenin filmlerini seven “mutlu azınlık” içindeyseniz, bir 18. yüzyıl saray filmine bu tarzın nasıl yansıdığını görmek heyecan verici olacaktır.

Ece Mercan YÜKSEL

THE FAVOURITE: Anaerkil İktidar Mücadelesi” için 6 yorum

Bir Cevap Yazın