New York, Saint Moritz Oteli, 1978. Kafasında “yazdığım mektuplar Fiore ve Asia’ya ulaşacak mı?” sorusu dolanan bir Dario Argento, “yapacak daha iyi bir şey bulamadığı için” pencereden dışarı, otelin tam karşısındaki Central Park’a bakıyor. George A. Romero’nun Dawn of the Dead filminde çalışmak için geldiği ABD’de hepatite yakalanan Argento kendisini otel odasına kapatmış, ölümü bekliyor. Asistanı dışında orada olduğunu bilen kimse yok. İşte bu depresif ruh hali içinde, yedinci uzun metrajı olarak sinema tarihine geçecek olan Inferno’nun senaryosunu kaleme alıyor, bu yılın Eylül’ünde 80 yaşına basacak olan korku üstadı Dario Argento.
Son derece karmaşık bir film Inferno, “en gizemli filmim” diyor yönetmen, ancak övünmek için yapmıyor bunu, itiraf ediyor çünkü: “Bazen ben bile tam hâkim olamıyorum her sahnesine”. Sinema kariyerine tüm yönetmenleri kıskandıracak bir şekilde, kendisinden önceki yapımlara neredeyse hiç benzemeyen, özgün çalışmalarla başlayan usta yönetmenin ilk üç filmini hızlıca hatırlayalım:
- The Bird with the Crystal Plumage (1970)
- The Cat o’ Nine Tails (1971)
- Four Flies on Grey Velvet (1971)

1975 yılından itibaren ise sırasıyla Profondo Rosso (1975), Suspiria (1977), Inferno (1980), Tenebrae (1982), Phenomena (1985) gibi başyapıtlara imza atan Argento, özellikle de Suspiria’dan sonra çekmeye soyunduğu Inferno için maddi ve manevi her türlü desteğe sahipti, hatta filmin ABD, İngiltere ve Batı Almanya dağıtımını da 20th Century Fox üstlendi, ayrıca yönetmene İtalyan ve Alman yapım şirketlerinin karşılayacağı üç milyon dolarlık bir bütçe sağlandı.
Hangi senaryo?
Yazımızın başlığında “fantazmagorik” sıfatını kullanma sebeplerimizden bir tanesi de, filmdeki birçok sahnenin gerçekten de birbirinden bağımsız olarak ilerliyor olması, art arda gelen kopuk rüya sekansları gözümüzün önünde akıp giderken; tam anlamıyla düşsel / onirik bir yapıda ilerliyor Inferno. Evet Argento’nun aklına son derece zorlu şartlar altında, kelimenin tam anlamıyla ölümü beklerken bu senaryoyu yazmak geliyor ancak kendi deyimiyle, daha çok “bir dizi küçük hikâyenin art arda gelmesi” olarak da özetlenebilir bu film. Gözlerimizin önünde akan büyüleyici, düşsel, psychedelic / sanrısal imgeleri birbirine net bir şekilde bağlayan bir dizgeden bahsetmek çok zor. Ancak bu durum filme apayrı bir çekim, tabiri caizse çok güçlü bir seksapel katıyor. Bu imge-dizimsel kopukluktan ortaya içerik bakımından etkileyici bir bütünlük çıkmış olması, Argento’nun sinemasal dehasını en iyi açıklayan durum belki de.

Three Mothers Üçlemesi ve Suspiria de Profundis
Inferno, yönetmenin “Three Mothers” üçlemesinin ikinci filmi, üçlemenin ilk filmi elbette en ünlü Argento filmi; Suspiria. Sinemasal olarak ise bu üçleme ne yazık ki kendini gerçekleştiremedi, çünkü neden ve nasıl oldu kişisel olarak herhangi bir fikrim yok ama, serinin 2007 tarihli üçüncü filmi Mother of Tears, yanına bile yaklaşılmaması gereken bir yapım. Birçok eleştirmen de bu konuda hemfikir. Hatta Argento’nun en sadık asistanlarından Luigi Cozzi, “Üçüncü anne Inferno’da mevcut zaten” demiştir, Mother of Tears’ı üçlemeye dahil etmenin gereksiz olduğunu ima ederek.
Üç Anne efsanesine dönersek, kökeni Argento’nun okuduğu bir Thomas de Quincey (1785-1859) romanına dayanmaktadır. Aslında bu esere tam olarak roman demek de doğru değil, zira Quincey’nin, kaleme aldığı meşhur eseri Confessions of an English Opium-Eater (Bir İngiliz Afyon Tiryakisinin Anıları) romanına ek olarak yazdığı 100 sayfalık bir eklentidir söz konusu olan. Eserin adı: Suspiria de Profundis. Üstelik bu yapıtta isimleri Latince (mater) anne olarak geçse de, Quincey onları hep Three Sisters / Üç Kızkardeş olarak anar ve esas olarak bunların kendi düşünce evreninde yarattığı soyut kavramlara karşılık geldiğini söyler. Sadece onları okura daha iyi anlatabilmek adına onları insanlaştırmış, antropomorfizme başvurmuştur. İngiliz yazar, eserindeki Levana and Our Ladies of Sorrow başlığı altında açıklar bu üç kudreti (Aşağıdaki üç paragraf, şu kitaptan yaptığım çevirilere dayanmaktadır: Thomas De Quincey, Confessions of an English Opium-Eater and Other Writings, Penguin Classics, 2003, ss. 153-165).

Mater Lachrymarum
Quincey’nin eserinde Our Lady of Tears olarak adlandırdığı bu ilk kızkardeş üçü arasında en yaşlı olandır ve her kapıyı açabilen anahtarları sayesinde çarların, kralların, uykusuzluk çeken, kafalarında kırk tilki dolaşan insanların odalarına girip onlara acı verir, gözyaşlarına boğar. Kendi çocuğunun ölümüne tanık olan ebeveynler, tarifsiz kederler içinde kavrulanlar hep Mater Lachrymarum’un eseridir. Başında da bir taç bulunur. Argento bu anneyi filmlerinde, Quincey’nin aksine üçüncü anne olarak tanıtmış ve “içlerinde en güzeli” olarak lanse etmiştir. Yukarıda bahsettiğimiz gibi ne yazık ki serinin diğer iki başyapıtına yakışmayan Mother of Tears filminde anlatıla(maya)n annedir.
Mater Suspiriorum
Bu ortanca kardeş Quincey tarafından Our Lady of Sighs olarak adlandırılır, kutsal kitaplarda iblislerin insanları suça yöneltmek için kulaklarına fısıldamaları inancından yola çıkan Suspiriorum, engin bir kötülük krallığının başındadır. Tacı yoktur, konuşmaz, göz göze gelinemez, gelinirse de gözlerinde yitip gitmiş hayaller, geride insan müsveddeleri bırakmış deliliklerin izleri görülebilir sadece. Sunaklara zorla götürülen, insan veya hayvan her türlü adağın sorumlusudur Mater Suspiriorum, sadece tek anahtar taşır ama ona da nadiren ihtiyaç duyar, zira insanlığın en yüksek kademelerinde bile mabetleri vardır, her yere istediği gibi girip çıkar, karanlıkta yalnız başına oturan her kadının yanındadır. Argento sinemasında bu anne muhteşem bir sonuç doğurmuş, dünyaya Suspiria gibi bir başyapıtı hediye etmiştir. Esasen ortanca kardeş olsa da, sinemasal üçlemede Mater Suspiriorum, ilk kardeş olarak geçer.

Mater Tenebrarum
Üçüncü, en genç kızkardeş olan Mater Tenebrarum, Quincey tarafından Our Lady of Darkness olarak adlandırılır ve kitapta adını bile geçirmek istemez, kendisinden bahsedildiğini duymasından korkar, zira Mater Tenebrarum tüm Dünya’yı yöneten gücün, Ölüm’ün ta kendisidir. Aynı zamanda Tanrı’ya karşı gelen, O’na kafa tutandır bu kardeş, Quincey’nin deyimiyle: She is the defier of God. Çılgınlığın beşiğidir, ayrıca insanların kulağına intihar düşüncesi zerk edendir. Anahtar taşımaz çünkü her zaman her yerdedir, her yere girerek istediğinin canını alabilir. Krallığında hiçbir canlı bulunamaz o nedenle de çok büyük değildir krallığı, ama mutlaktır. Argento bu üçüncü kızkardeşten en fazla yazımızın konusu olan Inferno’da bahseder, sinemasal seriye göre ikinci annedir, Quincey’deyse üçüncü yani en genç kardeş olarak anılır.
Inferno – Three Mothers Bağlantısı
Yukarıda da bahsettiğimiz gibi Three Mothers elbette üç ayrı Argento filmine işaret ediyor, ne var ki eğer bu Üç Anne mitinden bahsetmek konusunda bir film seçmemiz gerekirse bu kesinlikle Inferno olurdu. Çünkü en meşhur Argento filmi olan Suspiria üçlemenin ilk filmi evet, ancak bu filmde üç anneden çok, Helena Markos adındaki bir cadı aracılığıyla sadece Mater Suspiriorum ima ediliyor. Üçüncü film olan Mother of Tears’da ise Mater Lachrymarum’dan ve diğer kardeşlerden bahsedilse bile, ne yazık ki film Argento çizgisinden ve seviyesinden o kadar uzakta ki, yapımı sinema sanatı bakımından ciddiye almak dahi imkânsız.

Inferno’ya geldiğimizdeyse, filmin pek kendini göstermeyen iskeleti, Three Mothers üzerine kurulu adeta. Filmin açılış sekansında “Three Mothers” başlıklı, E. Varelli tarafından Latince olarak yazılmış bir kitabın kapağının açıldığını ve Irene Miracle’ın canlandırdığı Rose karakterinin kitabı bir Latince-İngilizce sözlüğe başvurarak okumaya çalıştığını görürüz. Sonrasında Rose’un bu üç anne mitine olan merakı sayesinde onunla birlikte seyirciler olarak biz de bu yolculuğun parçası haline geliriz. Rose dışında Mark (Leigh McCloskey) ve Sara (Eleonora Giorgi) gibi karakterler de aynı arayış içinde karşımıza çıkacaktırlar film boyunca. Dahası, filmde hem Mater Lachrymarum’u (Ania Pieroni) hem de Mater Tenebrarum’u (Veronica Lazar) görme şansına sahip oluyoruz. Mater Suspiriorum’un görünmeme sebebi Suspiria’dan malumunuz, izlemeyenler için spoiler vermeyelim. Sonuç olarak Fransız eleştirmen Frédéric Mercier’nin de dediği gibi, “Three Mothers’ı anlatan Argento filmi, Inferno’dur”.

Yazımıza Inferno’nun önemli sekanslarını ele alarak devam edeceğiz çünkü daha önce de bahsettiğimiz gibi bu film, hikâye bütünlüğüne ve senaryodaki inceliklere dayalı olarak ilerleyen bir yapım değil. Sahneler genellikle birbirinden kopuk. Inferno’da neredeyse her sahne sembollerle ve göndermelerle dolu, ancak bunlar asla bir noktada birleşmiyor veya seyirciyi varmayı umduğu noktaya taşımıyor.
Açılış ve Jenerik
Argento, filmin ilk saniyelerinde bize sırasıyla üç nesne gösterir: Mektup açacağı gibi kullanılacak olan işlemeli saplı büyük bir bıçak, anahtarlar ve The Three Mothers kitabının kapağı. Ardından ise Rose’u canlandıran Irene Miracle’ın zarif parmakları sahneye dahil olur, kitabın kapağını açar ve duyulacak şekilde okumaya başlar. Biraz okuduktan sonra da eli Cassell’s Latince-İngilizce sözlüğe uzanır, zira kitap Latince olarak yazılmıştır. Bu açılış birçok açıdan önemlidir, öncelikle filmin daha ilk saniyelerinden itibaren yönetmenin bizimle sadece imgelerle değil, aynı zamanda sembollerle de iletişim kurduğunu açık eder; tıpkı Quincey’nin yapıtında “üç kızkardeşin sözcüklerle değil, sembollerle konuştuğunu” söylemesi gibi.

İkinci olarak bu üç sembol üzerine düşündürür bizi Argento: Henüz haberimiz yoktur ama film boyunca bu beyaz saplı bıçak, birçok kez, üstelik de bıçak fonksiyonu dışında kullanılacaktır. Onun filmdeki “sıradan” nesnelerden birisi olduğu, yanılsamadan ibarettir. Diğer gönderme ise anahtarlar ve sözlük aracılığıyla yapılır bir bakıma: The Three Mothers kitabının hemen yanında duran bu nesneler, kitabın gizemini çözmek için kullanılmalıdır, anahtar zaten gizemin zıddı anlamında evrensel bir göndermedir, kitap ise Inferno’yu ifade eder: Filmi anlamak için bazı ipuçlarına, anahtar bilgilere ihtiyacımız vardır. Argento’nun bir röportajında dile getirdiği gibi, “seyircinin eksiksiz dikkatini gerektiren” bir yapımdır Inferno.

Irene Miracle ve Sualtı Sekansı
Ardından Rose karakteri yaşadığı evin aşağısında bulunan, daha çok nadir kitaplar satan bir antika dükkanına gider. Vakit geceye yakındır dolayısıyla dükkân açık değildir ama Sacha Pitoeff’in canlandırdığı dükkân sahibi Kazanian yine de kapıyı açar ve birkaç beylik sözden sonra Three Mothers üzerine şu cümleyi söyleyiverir: “Yaşamlarımız, ölüler tarafından yönetilmektedir”. Bu düşündürücü saptama sonrası küçük bir maceraya zorunlu olarak atılan Rose, filmin başında masada gördüğümüz anahtarlığını düşürünce onu almak için eğilir ve kademe kademe kendisini suyun içinde bulur.

Rose karakteri için birçok oyuncu önerilir Argento’ya ancak yönetmenin şartı çok açıktır: Sadece yüzmeyi bilmek değil, aynı zamanda su altında nefesini tutarken rahat ve normal davranabilmektir gerekli olan. 1954 ABD doğumlu oyuncu Irene Miracle ise Argento’dan öğrendiğimize göre sadece güzelliği ve oyunculuğu ile değil, aynı zamanda su altında nefesini yaklaşık üç dakika rahatça tutabilmesi ve yine su altında, sanki sokakta yürüyormuş gibi rahat davranabilmesi sayesinde seçildi ve rolü başarıyla taşıdı.

Bu dört dakikalık sualtı sahnesi de birçok göndermeye gebedir, öncelikle karakterin tamamen, tüm bedeniyle suyun içinde bulunması, okült geleneğe göre öbür dünyaya geçişi simgeler. Tıpkı 2005 yapımı Francis Lawrence filmi Constantine’de olduğu gibi hem su elementi hem de kediler, başka bir boyuta açılan kapılarla ilişkilendirilirler. Ayrıca su altında Rose, alt kısmında kocaman Mater Tenebrarum yazılı bir yağlı boya tablo görür, ne var ki ne o ne de biz seyirciler, tablonun tamamını göremez, Mater Tenebrarum’un yüzünün tasvirine nail olamayız. Rose suyun içinde anahtarını ararken klasik sualtı sesleri kulağımıza çalınır, ancak bu da sanki suda yaşayan canlılar varmış izlenimi yaratıp ardından çoktan ölmüş bir insanın cesedini göstererek bizi ve Rose’u korkutmaktan başka bir amaç gütmemektedir.

Üniversitedeki Müzik Dersi – Amfiteatr Sahnesi
Takip eden sahnede filmin baş kahramanlarından birini, Leigh McClosky tarafından canlandırılan Mark karakteriyle tanışırız. Öte yandan şunu da söylemek gerekir ki Inferno’da tanıştığımız hiçbir karakter aslında baş karakter değildir, Mater Tenebrarum’un her zamanki gibi yine başarıya ulaşacağı sonsuz sayıdaki senaryodan birinde piyondurlar sadece. Aynı şekilde seyirciye tanıtılma yöntemleri açısından baş karakter sandığımız birçok karakter, çok geçmeden öldürülecektir. Filmin sonunu gören sadece Mark karakteridir, ne var ki o da yine etkisiz eleman olmaktan kurtulamaz.

Bu sahnenin önemi elbette Mater Lachrymarum’un göründüğü ilk sahne olmasında yatar. Amfi doludur, tüm öğrenciler kulaklıklarını takmıştır, dersin konusu Guiseppe Verdi’nin Nabucco operasının Va pensiero parçasıdır. Müziğin sesi yükselir, amfide yukarıdan çekim yapan, sonrasında içeri girecek olan bir kuşun hareketlerini taklit eden bir kamera bizi karşılar. Mark yanına oturan arkadaşıyla birlikte mutlu bir şekilde müziği dinleyerek tüm öğrenciler gibi partisyondan notaları takip ederken aniden içinde tuhaf bir his belirir, keyfi kaçar ve bakışları kendi iradesinin aksine, amfide oturmuş doğrudan ona bakan bir kadına takılır.

Dersle alakası olmayan, güzel kıyafetli, eli kucağındaki kedide dolaşan bu genç kadın direkt olarak Mark’a bakmaktadır ve konuşmasa da dudakları hafifçe hareket etmektedir, bir şeyler söylemektedir sanki, felaket habercisi Cassandra misali, Mark’ın başına gelecek kötülükleri öngörmektedir belki de. Mark’ın kafası karışır, başı döner, zira bu kadın onun zihnine girerek ona bakmasını sağlamış, vampir mitinde olduğu gibi, sadece bakışlarıyla onun zihnini bulandırmıştır. Filmde bir daha sadece çok kısa bir sahnede, gelip geçen bir takside, yine gözlerini Mark’a dikmiş vaziyette göreceğimiz bu kadının aslında kim olduğu filmde açık olarak verilmemiştir. O kadar ki, ilk gösterimlerden bir tanesinin çıkışında gelen sorular üzerine Argento bu sırrı açıklamak zorunda kalmıştır. Söz konusu karakter, Ania Pieroni tarafından canlandırılan Mater Lachrymarum’dan başkası değildir.

Taksi Sekansı ile Suspiria’ya Selam
Sonrasında arayışa devam eden, derste Mark’ın yanında oturan kadın, yani Eleonora Giorgi tarafından canlandırılan Sara karakteri olacaktır. Bu karakterin ilk yaptığı işlerden biri ise, sağanak yağmur altında taksiye binerek Felsefi Eserler Kütüphanesi’ne gitmek olacaktır. Bu sekansın Suspiria’daki ilk sahnelerden birini, Suzy Bannion’ın taksiyle sağanak yağmur altında Dans Akademisi’nden içeri girmeye çalıştığı sahneyi hatırlattığını söylemeye gerek bile yok. Dahası, her iki filmde de taksi şoförünü aynı oyuncu canlandırmıştır: Fulvio Mingozzi. Argento’nun hem üçleme hem de çok sevdiği filmine sevgisini göstermesi açısından isim benzerliklerine değinmek gerekirse, önemli iki başrolü oynayan Sara ve Mark karakterlerinin, isim olarak hem Suspiria’da, hem de Inferno’da bulunduğunu ekleyelim.

Baskın Renk Kullanımı
Filmin Suspiria ile kardeşliğinden bahsetmişken renk konusuna dokunmakta fayda var, zira Suspiria’da nasıl baştan aşağı kırmızı ve mavi renkler baskın olarak kullanılıyorsa, Inferno’da da aynı renklerin daha açık, daha yumuşak ara tonları yoğun bir şekilde kullanılmaktadır. Hatta yeşil renk sadece filmin ilk ve son sahnelerinde karşımıza çıkar (filmi birkaç defa izlemiş olsak da gözümüzden kaçmadıysa tabii) ve bunun da bir tesadüf olduğunu düşünmek çok yanlış olacaktır. Özellikle de Irene Miracle bir röportajında “Argento biz oyuncuları yönlendirmekten çok çekimde kullanılan renklerle, ışık ve kamera pozisyonlarıyla ilgileniyordu” demişken. Soyadı İtalyanca’da “gümüş / gri” anlamlarına gelen Dario Argento’nun canlı renkler dendiğinde akla gelen ilk yönetmenlerden olması da hoş bir ironi.

Dediğimiz gibi Inferno’da açık kırmızı (belki de tam olarak magenta) ve farklı tonlarda mavi, çok yoğun bir şekilde kullanılmakta, bu bakımdan neredeyse baştan sona başrol koltuğunda oturan tek oyuncu, renklerin kullanımı. Dikkatli bakıldığında genellikle kurbanların tehlikeye doğru ilerlemelerini simgeliyor kırmızı renk, mavi bir ortamdan kıpkırmızı bir düzenlemeye geçmesi gibi, ancak bazen de tam tersini yaparak seyirciyi şaşırtmayı seviyor yönetmen. Ve yeşil renk de sadece başta ve sonda ortaya çıkıyor, bu durum belki de söz konusu iki sahnenin içerik açısından Pagan tanrılara selam durması şeklinde yorumlanabilir. Son olarak Argento filmografisindeki kan renginin de yönetmenin filmlerinin alamet-i farikası olduğunu unutmayalım. Kana benzemeyi değil de daha çok zihinlerimizde kan imgesini çağrıştırmayı amaçlarmış gibi açık, pembeye çalan bir kan rengi, neredeyse tüm Argento filmlerinde kafalarımızı karıştırmaya devam ediyor.


Rose’un Dairesi: Katille Karşılaşma
Filmde öne çıkan bir diğer sekans da Rose’un Felsefi Eserler Kütüphanesi’nden panik içinde çıkarak evine gitmesini tasvir eden sahnedir. Bu sekansın önemi, ışık ve ses kullanımının deneysel boyutlarda seyretmesinde yatıyor. Rose dairesine çıkarken apartmanın ıssızlığından (ve kısa süre önce devasa bir simyacı tarafından kovalanmış olması nedeniyle) dolayı asansörde karşılaştığı, Gabriele Lavia’nın canlandırdığı Carlo’dan kendisine eşlik etmesini rica eder. Kabul eden Carlo ile beraber daireye gittiklerinde kısa bir tanışma faslından sonra Sara daha önce de Mater Lachrymarum’un görünüşü eşliğinde amfiteatrda dinlediğimiz Va Pensiero (Verdi, Nabucco) parçasını pikaba koyar.

Ardından Argento’nun bir röportajında da itiraf ettiği gibi, deneysel sinema girişimi başlar: Evin hemen girişindeki katil, dairenin elektrik aksamıyla, sigortalarıyla oynamaya başlamıştır. Tabii bunu yapanın katil olduğunu henüz bilmeyiz seyirci olarak. Buradaki farklı nokta ise, şalterin defalarca indirilip kaldırılması ve her defasında da hem ışığın, hem de sesin (Va Pensiero) kesilip, hemen ardından kaldıkları yerden devam etmeleri. Bu sayede Argento sadece yaklaşılan feci sonun gerilimini artırmakla kalmıyor, aynı zamanda sinemasal bir mise en abîme (veya mise en abyme) yaratıyor. Bu terim daha çok “film içinde film” örneğiyle açıklanır ve yapıbozumcuların favori tekniklerindendir. Buradaysa mise en abîme, kinetik ve görsel olarak yapılmaktadır bir anlamda, Deleuze’ün image-mouvement (eylemsel imge) kavramı çerçevesinde, sürekli tekrarlanarak adeta hareket içinde hareket algısı oluşturur bu deneyim seyircide.

Karmaşık İmgeler ve Semenderin Anlamı
Bu sekansta altı çizilmesi gereken diğer bir konu ise, Va Pensiero parçası, yani Nabucco operasının Türkçe’de “Esirler Korosu” olarak da bilinen bölümü pikaptan yükselmeye başladığında, birbirinden kopuk bir dizi görüntünün arka arkaya gelmesi. Öncelikle koro ne zaman yüksek bir notaya geçse, kamera doğrudan zoom yaparak Dolunay’ı gösterir gecenin karanlığında. Bu belki de en anlaşılır göndermedir: Dolunay, cadılar (özellikle amfiteatr sahnesinde aynı notalarda bize gösterilen Mater Lachrymarum) ve hatta gece olması nedeniyle “witching hour”, hatta edebiyatta Karındeşen Jack’ın ve diğer suçluların aktif olduğu, tehlikeli bir zamana işaret eder. Filmin ilerleyen kısmında ise yakında tam bir Ay tutulmasının yaşanacağını öğreniriz antikacı Kazanian’dan.

Takip eden imgeler ise kendi içlerinde tutarlı olsa da, genel olarak seyirci olarak kafalarımızı karıştırmaktan öteye geçmez. Bunlar arasında gönderisi en zor fark edilebilir olanı belki de ağzında can çekişen bir kelebek bulunan, onu yavaşça yemeye hazırlanan yeşil bir semender görüntüsü. Bu imge aslında hikâyede geçen, New York’taki binanın duvarlarını ince beyaz bir şerit halinde çepeçevre saran motiflerden birine gönderme yapıyor.

Hatta Mark, antikacı Kazanian ile sohbet ederken tam da bu motiflerin önünden geçerler. Bunun iki anlamı vardır; birincisi elbette semender motifi, ikincisiyse, bu ince ama insan boyu açısından azımsanmayacak yükseklikteki şeridin, aslında Rose’un Mark’a yazdığı, Varelli’nin The Three Mothers kitabında geçen en önemli ipucunun cevabı olmasıdır. “Üçüncü anahtar, ayakkabılarınızın altındadır” der Varelli. İşte bu ince beyaz şerit de, her katın altında yer alan ekstra alanları, gizli ara katları işaret etmektedir; mimar Varelli aslında bu ekstra bölmeyi gözümüze sokarak onu çok güzel bir şekilde gizlemektedir.

Semendere tarih boyunca hep negatif bir şekilde bakılmıştır, hatta Antik Romalı doğabilimci Yaşlı Plinius, semenderlerin son derece soğuk hayvanlar olduklarını, o kadar ki alev almalarının bile imkânsız olduğunu öne sürmüştür. Kötücül varlıklar olarak görülen semenderin bir kelebeği ağzına almış olması, yani cehennemî bir canlının göksel bir canlı olan kelebeği yiyor, onu yok ediyor olması, filmin sonunda tanışacağımız Mater Tenebrarum’a gönderme yapmaktadır doğal olarak. Ancak dediğimiz gibi, Argento bu ekmek kırıntısını çok kopuk olarak bırakıvermiştir filmin gelişigüzel bir sahnesine.


Central Park Sahnesi: Fareler
Filmin en şatafatlı, en “büyük prodüksiyon” ölüm sahnelerinden birinin Central Park’ta cereyan etmesi Argento sinemasına yabancı bir durum değil. Nasıl Suspiria’da piyanistin (Daniel) ölümünü muhteşem bir şekilde Münih’deki Königsplatz’da bize sunduysa, Inferno’da da Kazanian’ı Central Park’ta, farelerin olağanüstü saldırısı eşliğinde çekiyor yönetmen. Kedileri hiç sevmeyen Kazanian yakaladığı tüm kedileri bir çuvala doldurup Central Park’ın gölünde boğmaya çalışırken farelerin, daha doğrusu yüzlerce farenin bir anlamda yardıma koşması sonucu öldüğü sahnenin hem çekimi sırasında hem de çekimler bittikten sonra sıkıntılar yaşanmış. Kısaca sinemanın dışına çıkarak bahsedelim.

Öncelikle yakındaki bir evcil hayvan mağazasından sipariş edilen fareler boyut olarak oldukça küçük bulunmuş. Ardından Asya’dan 1500 (!) adet iri, Çin’de dövüştürülen cins farelerden sipariş etmişler. O fareler ellerine ulaşmış ve çekim için mükemmel bulunmuşlar. Ne var ki Central Park’a yüzlerce fareyi salamayacakları için, çekimlerin bir kısmını İtalya’da, Roma’daki De Paolis Stüdyoları’nda tamamlamak zorunda kalmışlar. Tüm bu çekim koşturmacası sonunda ise komik olan durumu açıklaması için, sözü bizzat Dario Argento’ya bırakalım: “Roma’daki çekimler sonunda farelerin çoğunu yakalamıştık, bir kısmı hariç. İtiraf etmeliyim ki yakalayamadığımız fareler hemen yan tarafta A Leap in the Dark (Boşluğa Atlayış) filmini çeken Marco Bellocchio’nun setini mahvettiler. Son hızda etrafta koşturmuş ve birçok uzun sahnenin yeniden çekilmesine sebep olmuşlar. Marco çıldıracaktı. Stüdyo’nun farelerden tamamen arındırılması yıllar aldı.”.

Son – Mater Tenebrarum
Filmin sonuna doğru Mater Tenebrarum ile, yani filmin adandığı kızkardeş ile tanışmamız da yine şaşırtıcı sahneler arasındadır, çünkü aslında bu kişiyi filmde daha önce görmüşüzdür: Filmin ortasına doğru Mark’ın asansörde karşılaştığı, tekerlekli sandalyedeki Varelli’ye yardım eden hastabakıcıdır, Ölüm’ün vücut bulmuş hali. Argento bir önceki filmi Suspiria’yı da alevler içinde kalan bir bina sahnesiyle, bir yıkım sahnesiyle bitirmiştir ancak Inferno’da bu yıkımın sebebi, Suspiria’da olduğu gibi baş karakter değildir. Bu filmde yıkımı başlatan zaten Mater Tenebrarum’un, nam-ı diğer Ölüm’ün kendisinden başkası değildir.


O nedenledir ki tabiri caizse filmin sonuna “ömrü yeten” tek karakter olan Mark, herşey bittiğinde mutlu veya muzaffer değildir. Filmin başlarında yüz ifadesi nasılsa, filmin sonunda da Mark’ın tamamen aynı olan yüz ifadesine kamera zoom yapacak ve kapanış jeneriğine geçilecektir: Hiçbir şey anlamamış, olan bitene dahil olamamış ve gizemi çözememiş, kazıdan eli boş dönen arkeolog misali şaşırıp kalmıştır. İşin aslı, seyirci olarak bizler de ilk izleyişte filmin çoğu ayrıntısına yabancı kalacağımız için, belki de kendimizi en çok Mark ile özdeşleştirebiliriz.

Dario Argento’nun bu tarihi filminde daha George Gurdjieff’ten, (Rose’un kaldığı binanın duvarındaki mermer plakada adı geçen düşünür) Kardinal Enrico Noris’ten (kütüphanedeki büst) ve meşhur korku / giallo yönetmeni Mario Bava ile oğlu Lamberto Bava’nın gönüllü olarak bizzat sette Argento’ya yardım ettiklerinden, su sahnesinin çekimlerini Mario Bava’nın tamamladığından, filmin müziklerini Keith Emerson’un üstlendiğinden bahsedebiliriz. Ne var ki birçok Argento filmi gibi, belki de onlardan daha da çok, Inferno’nun da sonunun gelmeyeceğini teslim etmek gerek.

Başta da söylediğimiz gibi hikayenin veya senaryonun gidişatını takip etmenize gerek veya imkan olmayan, kendinizi sadece sinemasal deneyime teslim edeceğiniz, son derece keyifli bir yolculuk, Inferno’nun seyri; ister beşinci kez izliyor, isterse yeni keşfediyor olun. Bir röportajdan alacağımız cümlesiyle, sizi bekliyor Dario Argento: “Bilincimin kanlı düşlemlerine hoşgeldiniz.”.