APU ÜÇLEMESİ: Bitmeyen Bir Yol Öyküsü

Hint yönetmen Satyajit Ray’in sırasıyla 1955, 1956 ve 1959 yıllarına ait filmleri Pather Panchali (Yol Türküsü), Aparajito (Yenilmez) ve Apur Sansar (Apu’nun Dünyası) küçük bir çocuğun büyüyüp yetişkin bir erkek olmasının öyküsünü sinemaya taşıyor. Bibhutibhushan Bandopadhyay tarafından yazılan Pather Panchali (1929) ve Aparajito (1932) romanlarından esinlenilen filmler öyküsünü ve anlatımını özellikle Apu karakterinin etrafında şekillendiriyor. Yıllar geçtikçe değişimine tanık olduğumuz Apu karakterini filmlerde sırasıyla Subir Banerjee, Shaman Gosal ve de Soumitra Chatterjee canlandırıyor. Özellikle ilk film için 3000 dolar gibi komik denebilecek bir bütçe ayrılmasıyla bilinen üçleme, Hindistan’da yokluk içerisinde yaşamakta olan bir aileyi olanca çarpıcılığıyla gözler önüne seriyor.  

Üçlemenin filmleri Cannes’dan, Venedik’ten ve de Berlin’den birçok ödülle dönmeyi başardı. Buna ek olarak, filmler dünyaca ünlü birçok yönetmenin Ray’ı dünyanın en ilham verici yönetmenlerden birisi olarak nitelemesine yol açmış durumda. Pather Panchali Ray’ın ilk filmi olmasına ve çok düşük bir bütçeyle çekilmiş olmasına rağmen, filmde bir aileyi canlandıran kişilerin gerçek hayatta da bir aile olması (abla karakterini canlandıran Uma Das Gupta dışında) ve tamamen amatör kişiler olmaları, hikâyede inanılmaz bir gerçeklik ve de dokunaklılık yaratıyor.

Satyajit Ray bazıları tarafından yokluğu ve fakirliği “romantikleştirmesi” sebebiyle eleştiriliyor olsa da bunu savunmak oldukça güç. Hindistan’ın nispeten iyi kesiminde yani Kalküta’da yaşayan bir aileden gelen Ray, Hindistan’la ilgili gerçek durumu göstermeyi kendisine görev biliyor. Hindistan’ı genellikle müzikalleri ve romantik filmleriyle tanıyan dış dünya, Ray’ın objektifiyle birlikte bambaşka bir Hindistan manzarasına tanık oluyor. Bu durumun ülkenin imajını zedeleyebileceği görüşünde olanlar olsa da bazı şeylerin saklanmakla yok olmayacağı açık. Hindistan zengin düğünleriyle ve biz dış dünyadakiler için “egzotik” olan kültürüyle var olan bir ülke olsa da bu coğrafyada yoksul kesimin ne denli zorluklar çekiyor olabileceği açık.

Ray’ın kendisine yöneltilen bir diğer eleştiri de dönemdaşları kadar yenilikçi davranmamış olması… Ancak bu konuya kendisi şöyle bir açıklık getiriyor: Ray’ın kitlesi öncelikle Hindistan’daki insanlar ve filmlerinin konusu yine aynı şekilde bu insanların hayat şartları. Dolayısıyla izleyici kitlesi Fransız veya diğer Avrupa ülkelerinin vatandaşları olan yönetmenler gibi yöntemler edinmemiş olması oldukça anlaşılabilir bir durum. Zaten Ray’a da o günlerde edindiği bu tanınırlığı veren şey onun hiç kimsenin yapmadığı gibi kendi ülkesinin manzaralarını bu kadar açık ve yalın bir şekilde perdeye yansıtabilmesi. Ray bu sayede farklı kültürlerden birçok insana aynı duyguları hissettirebilmeyi ve sınırları kaldırabilmeyi başarıyor.   

Pather Panchali : Uzaklarda Bir Şehrin Özlemi

Öykü, şehirden uzak bir yerleşim yerinde başlıyor. Rahiplik yapan ve ara sıra uzağa çalışmaya giden bir baba (Kanu Bannerjee), sürekli babadan gelecek parayı bekleyen bir anne (Karuna Bannerjee), Durga (Uma Das Gupta) ve Apu adında iki çocuk ve oldukça yaşlı bir haladan (Chunibala Devi) oluşan bir aile… Durga daimi olarak komşularının bahçesinden meyve çalıyor, yeri geliyor yaşıtı olan bir çocuğun çok kıskandığı boncuklarını bile gizlice alabiliyor. Durga’nın en iyi anlaştığı kişilerden birisi kuşkusuz halası ancak anne bu ilişkiye pek de sıcak bakmıyor. Baba çoğunlukla bu aile resminde yok, zira dışarı çıkıp para bulması gerekiyor. Apu ise küçük bir çocuk, ne kadar yapabilirse o da o kadar çocukluğunu yaşamaya çalışıyor. Durga ile Apu’nun tren için sık sık heyecanlanmaları, koşarak trenin geçişini izlemeye gitmeleri güzel ayrıntılar olarak zihinlerde yer ediyor. Zira medeniyetle o küçük yerleşim yerini bağlayan tek şey tren.

Normalde evlenmek istemeyen Durga’yı evlenmekte olan arkadaşını görmesinden sonra bir anda iyi bir eş için dua ederken görüyoruz. Bu durum yokluğu ve sürekli bir “imrenme” hissini açık bir biçimde sunuyor aslında. Çocuklarına düzgün yemek bulamayan anne ara sıra rahatsızlanan çocukları için pek bir şey yapamıyor. Ailenin borçları, yıkık dökük evleri ve kemikleri sayılacak derecede zayıf hayvanları var. En sonunda bir gün Durga bardaktan boşanırcasına yağan yağmura adeta tutuluyor ve sularla dans ediyor. Akabinde üşütüp rahatsızlanan Durga maalesef kurtulamıyor ve ölüyor. Bu noktada kurgudan bahsetmek gerekir, zira üçlemenin her filminde bağlantıların güzel bir biçimde yapıldığını görüyoruz. Durga’nın ölümü ile annenin çığlığı arasına bir anda havalanan kuşların görüntüsü giriyor. Durga’nın can çekiştiği anlara eşlik eden fırtına, ailenin hali hazırda yıkık dökük olan evini hepten yerle bir ediyor. Hâl böyle olunca, şehir dışından evine dönen baba ne kızını bulabiliyor ne de evini. Aileye ise oradan gitmek, başka bir hayat kurmak kalıyor.

Aparajito: Aileden İlk Kopuş ve Şehrin Büyüsü  

Serinin ikinci filmi hikâyeyi kaldığı yerden devam ettiriyor. Bu sefer daha iyi ve farklı yaşam koşulları için büyük şehre göçmüş olan aileyi yine farklı zorluklar bekliyor. Rahiplik yapmaya devam eden baba artık büyük şehirde yaşadıkları için eve daha çok para getirebiliyor. Büyüyen, oynayan, arkadaş edinen Apu mutlu ancak anne bir türlü huzuru, güveni hissedemiyor. Bunu da kadınların doğasına bir gönderme olarak alabiliriz belki de; daha mutlu ve endişesiz ancak sevgi dolu baba karakteri, sorunları daha çok üstlenen ve acı taraflarla yüzleşmek zorunda kalan, sert bir anne tiplemesiyle bütünlük oluşturuyor. Apu’nun bu çocukluk dünyası babanın da hastalanması ve yine aynı şekilde vefat etmesiyle bozuluyor. Artık büyük şehirde kalamayacak olan anne ve oğlu, aile büyüğü ile şehirden ayrılıyor. Yine yollarda gördüğümüz aile artık üç değil iki kişi, sayıları gittikçe azalıyor. Annenin endişe ve hüzün dolu yüzü, kucağında uyumakta olan Apu’nun ifadesiyle yan yana geliyor.

Ardından Apu büyüyor ve okula gitmek istediğini dile getiriyor. Parasızlık baki olsa da bir şekilde Apu okula gitmeyi başarıyor. Zeki ve çalışkan bir çocuk olduğu için burs bile kazanabiliyor. Artık ergenlik çağına gelmiş olan Apu, küçük yerdeki okulunu bitirince şehirden ayrılmak için annesinden izin istiyor. Anne bu durumu en başta olumlu karşılamıyor elbette, “Eve kim para getirecek, kim çalışacak, ben yalnız nasıl yaşayacağım?” soruları yüzünden okunuyor. Durum tamamen kültürel ögelerle bezeli bir biçimde Hint bir aileyi yansıtsa da, eminiz ki bu dünya üzerindeki birçok aileyi ilgilendirebilecek bir konu. Çocukların gittikçe yaş alıyor olması, yalnızlaşan anne-baba, yaşlanma korkusu gibi konular ne kültür dinliyor ne de çağ. İşin içinde parasızlık olmasa dahi birçok ailenin ve çocuğun kafasını kurcalayan bu evden ayrılma ve bir birey olma ikilemi, uzun süre boyunca çeşitli kültürlerin konusu olmaya devam edeceğe benziyor.

Büyüme Sancısı

Ufak bir tartışma sonrası barışan anne-oğul, Apu’nun Kalküta’ya gitmesinde hemfikir hâle geliyor. Apu yolcu edilirken, son kez arkasına, annesine doğru bakmayı ihmal etmiyor. Oğluna doğru güleryüzünü takınsa da artık Apu’nun göremeyeceğini bildiği andan itibaren annenin yüzünde yine bir endişe ve hüzün dolu bakışa tanık oluyoruz. Sabahları okula gidip, akşamları matbaada çalışan Apu zaman zaman derslerine ayak uyduramasa da okul ve bilim onu büyülemeye devam ediyor. Bu dönemde hayatında ileride önemli bir yere sahip olacak arkadaşı Pulu (Swapan Mukherjee) ile tanışıyor. Pulu onun hayata ve büyük şehre adapte olmasını sağlıyor.

Burada kitap ile film arasına bir farklılık giriyor. Kitapta Apu’nun hayatına genç bir kız girerken, filmde bu öge yok. Dolayısıyla izleyici Apu’nun büyük şehre olan bu bağlılığının altının çok da dolu olmadığını düşünebilir. Apu’nun bilgi ve öğrenimle büyülendiği şehirde vakit geçirdikçe, ufak yerden geliyor olmanın kalıplarını kırmak istemesi ve kırdığı bu kalıpların içerisine yeniden girmek istememesi, endişelerinde haklı olsa da sürekli bir yokluk ve sıkıntı hisseden anne figürünün ağırlığını artık üzerinde taşımak istememesi bize filmde hissettirilen ögelerden. Dolayısıyla insan bir kız arkadaş figürünün varlığını arasa da bu eksiklik akıllarda çok da uzun süre kalmıyor.

Annesinin yanına gittikçe daha nadir uğramaya başlayan Apu ilk başta duyarsız bir çocuk izlenimi veriyor olsa da onu anlamak hiç de zor değil. İki dünya arasında kalan kişi, yenisinden çıkıp eskisine dönmekten, oraya hapsolmaktan korkar. Dolayısıyla eski dünyasıyla bağlarını minimumda tutmaya çalışır. Bu çok bilinen ve doğal bir tepkidir. Ancak bir anne olarak Sarbojaya bunu tabii ki anlayamıyor. Oğlu artık evden şehre gideceği zaman geriye dönüp de annesine bakmıyor. Gittikçe hastalığına yenik düşen anne artık dayanamıyor ve ölüyor. Bunun haberini alan Apu yıkılıyor. Ancak kendisine önerilenin aksine, o küçük yerde kalmayı reddediyor ve şehre geri dönüyor.

Apur Sansar: Apu’nun Dünyası

Apu (Soumitra Chatterjee) üçüncü filmde karşımıza oldukça büyümüş, yetişkin birisi olarak çıkıyor. Yine parasızlık sebebiyle eğitim hayatını durdurmak zorunda kalıyor. Şehirde iş bulmaya çalışsa da kendisi gibi eğitimli birine uygun hiçbir iş bulamıyor. İş yerlerinden kesitler gördükçe, çalışma koşullarının şehirde bile pek de hoş olmadığını anlıyoruz. Üç aylık kira borcunu sormaya gelen ev sahibine karşı bile muzip ve neşeli tavrından bir şey kaybetmiyor Apu. Böylelikle karakteriyle üç film boyunca bir umut ve ileriye bakış portresi çiziyor. Üçlemenin en naif noktalarından birisi muhtemelen bu: asla kaybolmayan umut ve yaşam sevinci.

Bir gün arkadaşı Pulu’nun da teşviğiyle Apu, Pulu’nun akrabasının düğününe doğru yola çıkıyor. Lakin damadın evlenecek bir zihinsel sağlığa sahip olmadığı anlaşıldığında, yerini mecburen Apu alıyor. Bu şekilde Apu düğüne gitmişken, evine bir damat olarak yanında eşiyle geri dönüyor. Eşi Aparna (Sharmila Tagore) varlıklı bir aileden geliyor, ancak büyük şehir ne demek bunu bilmediği açık. Bu konuda Apu artık bir kadının sorumluluğunu üstlenmiş bir erkek olarak rahatsızlık hissediyor. Hayatta tek başınayken bir şekilde idare edebiliyor olsa da hayatına aldığı bu kadınla birlikte artık hayatını aynı şekilde idame ettiremeyeceği kesin.

Gün geçtikçe birbirine daha çok bağlanan sevgi dolu bu çiftin mutluluğu Aparna’nın doğum sırasında vefat etmesiyle bölünüyor. Bunun üzerine hem hayata hem de kendi oğluna (Alok Chakravarty’nin canlandırdığı Kajal) küsen Apu, çareyi yine yollara düşmekte buluyor. Apu uzun süredir yazmakta olduğu romanını mükemmel bir manzaraya karşı savuruyor, seneler geçiyor ve çocuk büyüyor. Durumun böyle gitmeyeceğini bilen Pulu, Apu’yu bir şekilde ikna etmeyi başarıyor. Kajal ilk başta tepkili olsa da Apu’yu en sonunda affediyor ve onunla birlikte dede evini terk ediyor.

İçerisinde pek çok trajik olay barındırıyor olsa da Apu Üçlemesi asla fazla dramatikleşmiyor. Ölümler veya acıların üzerinde uzun süre durulmuyor. Aksine, sürekli olarak üzerinde durduğu tek şey yola devam ediyor olma hali. Ana karakterler hayatlarında olup biten her şeye rağmen bir şekilde yaşamlarına devam ediyorlar, gerekirse yollara düşüyorlar. Yıkılan ve yok olan evler, dağılan aile, kaybedilen bireyler hiçbir zaman ana konu olmuyor. Aksine günübirlik olaylarmışçasına “geçiştiriliyor”. Dolayısıyla üçleme dramaya değil hayatın devinimine, su gibi, toprak gibi oluşuna ışık tutuyor. Tıpkı Hindistan’daki yaşam gibi, olabildiğince yavaş, sakin, sindirerek ve içinde bulunulan manzaranın, doğanın farkında olarak yaşamı gösteriyor.  Bu açıdan bakıldığında, her ne kadar evrensel konuları işliyor olsa da Apu Üçlemesi’ne tam bir Hindistan filmi demek yanlış olmaz.

Ece Mercan Yüksel

Bir Cevap Yazın