THE KILLER: Bir Katarsis Erozyonu

Başarılı olmak ile başarısız olmak arasında kalan bir karakterin doğasını yavaş yavaş kaybetmesine tanık olduğumuz The Killer (Katil, 2023), bu yılın ve tabii ki David Fincher’ın merakla beklenen filmi olarak karşımıza çıkıyor. Yapım bu ayın 10’undan itibaren Netflix’de yayında. Dial M for Movie olarak 80. Venedik Film Festivali’nde izlediğimiz The Killer, durum odaklı bir kompozisyona sahip. Eylemlerin nedenselliğini takip eden tüm anlatı, karakterler aracılığıyla belli bir çatıya sahipken filmde ön plana çıkan karakterlerin adlarının olmaması ise filmdeki karakter yaratım sürecini bu bağlamda tamamen yok ediyor. Filmin ilk 25 dakikası klasik bir “katil” anlatısını oldukça kusursuz bir şekilde işlerken ana karakterin (Michael Fassbender) kusurlu bir hareketiyle filmin sunulan ilk kompozisyonu tamamen siliniyor ve damağımızda kalan o klasik anlatı yerini bir anlamda kuru aksiyona bırakıyor. Ana karakterin sadece küçük bir hata aracılığıyla tüm dengesini kaybetmesi The Killer’ın dinamizmini koruyabilen en büyük unsur olarak film boyunca kendini hissettiriyor. Filmin ilk yarısında gözlem yapma eylemine dışsal değil aynı zamanda içsel olarak da tanık oluyoruz. Özellikle kullanılan ses kompozisyonu (sağ ve sol ses kanallarının aktif kullanımı) filmin anlatısında Fassbender’den sonra etken bir oyuncu olarak karşımıza çıkıyor. Yönetmenin teknik olarak zaman unsurunu filmde asgari süresini aşmadan kullanması, anlatı iskeletinde yer alan olayların pratik doğasına da bir gönderme yapıyor. 

Michael Fassbender

Takıntılı Arzunun Afişe Olmuş Nesnesi

Her ne kadar sahip olduğu dinamikler eşliğinde sürükleyici bir yapıya sahip olsa da The Killer, tam olarak var olan iştahı açmayan bir tona sahip. Film boyunca izleyicinin aklında sürekli olarak ilk 25 dakika içinde açığa çıkan hatanın kırıntıları dolanırken bu hatanın büyüsü filmin her yanını sarıyor. Bu şekilde ilk yarıda görsel anlatıma hizmet eden Paris’in griliğinde kaybolabiliyorsunuz. Bu bağlamda başlangıçta çok tutarlı bir arka plana sahip olan katilin adının dahi olmayışı onu özel biri yapmazken, yapılan hatanın ağırlığı yerini film boyunca mükemmeliyetçiliğe övgüler yağdıran adsız bir ıslığa bırakıyor. Matz (Alexis Nolent) ve Luc Jacamon‘un aynı adlı çizgi romanından uyarlanan The Killer, bir noktadan sonra senaryosunda düşüşler yaşayan, fiziksel karşılaşmaların yoğunlukta olmadığı, nedenselliği merkezine alan bir film.

David Fincher, 80. Venedik Film Festivali’nde filmin müziğiyle ilgili bir soruyu yanıtlıyor (Kayıt: Burcu Meltem Tohum ©️ 2023) – “Özellikle The Smiths‘in How Soon is Now? şarkısının, Fassbender‘in canlandırdığı karakterin anksiyetesini yatıştırmak için dinlediği parça olması fikrini çok eğlenceli buldum. Sonuçta hem bu denli alaycı bir ifadeye hem de parlak zekaya sahip (ana karaktere gönderme yapıyor) fazla parça çıkmıyor karşımıza. Ana karakter hakkında pek bilgi vermemeyi seçtiğimiz için bu ve benzeri parçaların onun ruh halini ve karakterini yansıtmanın iyi bir yolu olacağını düşündüm.”

Pragmatik bir katilin günlük yaşamına konuk olduğumuz andan itibaren tamamen karanlık bir pelerin etrafında bizi döndüren Fincher’ın filmde indie rock tarzında müzik kullanmış olması ve bu kullanımı katilin kulaklarının derinliklerinde bizzat deneyimlememize olanak sağlaması, bir anlamda mükemmeliyetçi tutuma şapka çıkarır nitelikte. 80. Venedik Film Festivali’nin basın toplantısında filmde kullanılan müziğin teknik olarak belli bir düzeneğe sahip olduğunun altını çizen yönetmen, katil ne zaman hangi kulağında müzik dinliyorsa tınıların da aynı şekilde izleyiciye ulaşmasını tasarlamış. Buna göre katil eğer sağ kulağına kulaklığını yerleştirmişse biz de aynı şekilde müziği sağ ses kanalından duyuyoruz. Aynı teknik özeni görsel anlatıma da taşıyan yönetmen, Paris’te kompozisyona ev sahipliği yapan harap bir daireyi arka plan olarak kullanmayı, zaman geçirmek için en karanlık anda bir McDonald’s köşesinde sıkışıp kalma hissini yansıtmayı ve tüm bunları The Smiths şarkılarıyla yıkamayı atlamıyor.

Tilda Swinton

Sükuneti Kaosla Karşılamak

Filmin anlatımının basit oluşu ve yeni bir şey sunmayışı mesafeli bir atmosfer yaratırken diğer yandan görsel ve sessel anlatımın ağır bastığı yapıma Michael Fassbender’in ve Tilda Swinton’ın eşlik etmesi The Killer’ın seyir zevkini sahip olduğu düzlemden biraz daha yukarı çekiyor. Katilin kusursuz olarak sergilenişi filmin her unsuruna derinlemesine işlenirken Trent Reznor ve Atticus Ross‘un rahatsız edici elektronik müziği ise Fincher’ın koyu yeşil görsel anlatım diliyle harmanlanıyor. Detaylara takıntılı bir yönetmen için aynı şekilde detaylara takıntılı olan bir katil personasının ana karakteri temsil ediyor olması bir anlamda yönetmenin her hareketini takip edebilmemize de olanak sağlıyor. Bu da film boyunca oldukça temiz bir kompozisyon sunuyor. Katilin afalladığı her anda ise bu oldukça temiz gözüken sekanslar aynı derecede kusurlara kucak açıyor. Teknik ile kurgunun el ele tutuşmuş olduğu The Killer, izleyici ile arasına ne zaman mesafe koyup koymayacağına ana karakteri aracılığıyla karar veriyor.

Michael Fassbender

Tam anlamıyla nihilist bir anlayışa sahip olan katilin soğuk tasviri ise filmdeki ağırlığı koruyan duruşlardan biri olarak dikkat çekiyor. Psikolojik uyumsuzluğun fiziksel engellerle karşılaştığı filmde ana karakterin sık konuşmayışı, düzenli yoga yapması, Nine Inch Nails (NIN) dinlemesi; tüm bu basit gibi gözüken ve detayda kaybolan kilit unsurlar izleyiciyi odaklanma konusunda huzursuz eden hisleri işliyor. Atmosferik bir film olarak değerlendirebileceğimiz The Killer, ana kahraman üzerinden kişinin kendi içine bakma arzusunu uyandıran bir yapım. Duygusal kopukluk ile tematik yakınlığı bir arada kullanan film, kontrol duygusunu selüloit bir çerçeve içine hapsediyor. Sinematografik olarak Eric Messerschmidt‘in karanlık kamera bakış açısı atmosferik ve teatral bir deneyim de yaratırken Kirk Baxter‘ın kurgusu ise modern dünyanın terk edilmiş binalarında bizi yarı-nihilist halimizde çırılçıplak bırakıyor.

Burcu Meltem Tohum

Bir Cevap Yazın