YOU WON’T BE ALONE: İnsan Olmanın Hüznü ve Sinemasal Bir Şiir

Bu yılın Sundance Film Festivali gösterimlerinden biri de Goran Stolevski’nin “You Won’t Be Alone” (Yalnız Olmayacaksın) adlı ilk uzun metraj filmiydi, çok merak etmemize rağmen festivalde gösterildiğinde (22 Ocak 2022) izleyememiştik. En sonunda geçtiğimiz hafta izlediğimizdeyse, bu film ve yönetmeni hakkında kesinlikle konuşmamız lazım diye düşündük. Gerçekten de imkanınız varsa bu sayfayı hemen kapatın ve kendinizi nehir gibi akan bu enfes filmin kollarına bırakın. Anlatı gereği aynı karakteri canlandıran birçok başarılı oyuncu arasında Noomi Rapace’ın da bulunduğu film, prodüksiyon bağlamında da uluslararası bir konuma sahip: Avusturalya ve İngiltere yapımı filmde Makedonca’nın eski bir lehçesi konuşuluyor, çekim mekanları ise Sırbistan sınırları içinde.

Noomi Rapace

Dial m for Movie’de mümkün oldukça filmin konusundan ayrıntılı olarak bahsetmemeye çalışıyoruz ancak You Won’t Be Alone’un konusunu ana hatlarıyla belirtmekte bir sorun yok, zira filmin atmosferi o kadar büyüleyici ve kağıt üstündeki konusuna o kadar baskın geliyor ki filmi birkaç sözcükle anlatmaya çalışmak, Savaş ve Barış romanını “Rusya’da geçiyor” cümlesiyle özetlemek gibi bir şey olacaktır. Evet film bebekliğinden itibaren mağarada yaşamış ve annesi dışında hiçbir kimseyi görmemiş 16 yaşındaki bir kızın yolunun kadim bir cadıyla kesişmesi, sonrasında kendisinin de cadı özellikleri kazanmasıyla fiziksel olarak istediği kişiye dönüşebilmesi etrafında şekilleniyor. Ancak dediğimiz gibi bu sadece filmin konusu, asıl anlattığı şey değil. 

Sara Klimoska (Nevena)

Cadılıkta Şekil Değiştirme Mitleri

Sara Klimoska’nın canlandırdığı, daha beşikteyken yaşlı cadı Maria (Anamaria Marinca) kaçırmasın diye annesi tarafından gizli bir mağaraya götürülen ve kimseyle görüşmeden orada büyüyen Nevena, sonunda (Maria ile annesinin sözleştiği süre sona erdiğinde) mağaradan çıkınca bir cadı olarak istediği kişiye dönüşebildiği için, cadılık mitosunda yer alan şekil değiştirme olgusuna değinmek gerek. Din adamları Institoris ile Sprenger tarafından 1487’de Latince kaleme alınan meşhur Malleus Maleficarum’da (Cadıların Çekici) cadıların Şeytan ile buluştukları Sabat’a hızlı bir şekilde gitmek için hayvanları kullandıkları, bazen de başta kurt olmak üzere çeşitli hayvanlara bizzat dönüşebildikleri bilgisine defalarca (özellikle 2. Kısım’da, 8, 9 ve 10. bölümlerde) yer verilir. Daha sonra yazılmış olan bazı kaynaklarda da (Le Grand Albert, 1651, Plancy, 1863) yine aynı şekilde cadıların kısrak, kuzgun, domuz, kurt veya köpek formunu alabileceğinden bahsedilir. Örneğin İsviçre’nin Andermatt bölgesinde 1459’da yapılan bir cadılık yargılamasında Catherine Simon adlı bir kadın önce bir tilkiye, başka bir gün ise kurda dönüştüğünü ve yine kurt şeklindeki şeytanla bir süre yan yana koştuğunu itiraf etmiştir (The Witchcraft Reader, Kieckhefer, s. 33).

Anamaria Marinca (Maria’nın cadıya dönüşmeden önceki hali)

Cadıların filmde olduğu gibi insanların suretine bürünmesi ise cadılık mitosunda mevcut olsa da, çok yaygın değil (ulaştığımız tek kaynak: The Witchcraft Reader, Nicholls, s. 235). Yaygın versiyonu, cadıların başka insanları ele geçirerek, sırtlarına binip onları ulaşım aracı olarak kullanmaları (İngilizce’deki “hag-ridden” – bir cadı tarafından at gibi sürülmüş kadar yorgun olmak – deyimi buradan gelmektedir) veya insanların ruhlarını ele geçirmeleri şeklinde karşımıza çıkıyor. Ne var ki ister insanın ruhunu ele geçirmek isterse fiziksel olarak o kişiye dönüşmek söz konusu olsun, cadılık tarihinde ve mitolojide şekil değiştirme genel anlamda hiç de nadir bir durum değil. Filipin kültüründe aswang, İskandinav mitolojisinde berserk, Balkan kültüründe zduhaéi, Macaristan mitosunda táltos, Korsika’da mazzeri, Osetya folklorunda burkudzáutá gibi kavramlarla şekil değiştirme, hayvan formuna bürünme veya daha yaygın kullanımıyla kurtadam / werewolf inanışları ifade edilmektedir (The Witchcraft Reader, Ginzburg, s. 123). Elbette dönüşüm ve şekil değiştirme kavramları söz konusu olduğunda Antik Roma şairleri Apuleius (Başkalaşımlar) ile Ovidius’u (Dönüşümler) ve Yunan mitosunda yer alan, belki de 15. yüzyıldan itibaren cadı kavramının yaygınlaşmasının dayanaklarından Circe ile Hecate’yi de unutmamak gerek.

(ortada) Carloto Cotta

Yönetmen Stolevski’nin Cadılık Mitine Katkısı

Dolayısıyla cadıların bir insanı öldürüp, You Won’t Be Alone’da betimlendiği gibi onun iç organlarını kendi bedenine sokma yoluyla o insanın suretine bürünmesi, cadılık mitosunda karşımıza çıkan tasvirlerden değil. Aynı şekilde filmde bahsi geçen “cadı tükürüğü” de (her cadının, kanlı bir tükürük yoluyla istediği kişiyi cadıya dönüştürme yetisi – hayatında sadece bir defa) cadılık tarihinde (en azından bildiğimiz kadarıyla) yer alan bir motif değil. Yönetmen Stolevski de Variety’den Peter Debruge’e verdiği röportajda bu iki kavramı Balkan mitolojisinden almadığını, tamamen kendisinin uydurduğunu söylüyor, ancak hem seyircileri hem de yönetmeni şaşırtan ise, bu iki eklemenin de, cadılık mitolojisi bağlamında hiç sırıtmaması. Gerçekten de sanki 1400’lü yıllarda yazılan bir kitaptan veya eski bir inanıştan fırlamışa benzeyen bu iki motif, hem filmi özgün kılması, hem de yazılı tarihten daha uzun süre insanlık tarihine hakim olmuş olan sözlü geleneğe gösterdiği saygı açısından çok değerli. 

(ortada) Anastasija Karanovich

Cadıların organlarının vücutlarında değişik yerlerde bulunması, organlarının yer değiştirmesinden Malleus Maleficarum’da ve Michelet’nin La sorcière’inde bahsedilir, belki biraz da o nedenle bu atıf seyirciye tanıdık geliyor olabilir ama yine de, senaryonun da sahibi olan yönetmene şapkamızı çıkartıyoruz. İnsanı cadıya dönüştüren tükürük kavramına geldiğimizde ise, en yakın kaynak olarak Edouard Brasey’in bahsettiği “Nasıl cadı olunur?” başlıklı kitap bölümüne başvurulabilir (Traité de Sorcellerie, 2011). Brasey’in antik ve kadim kitaplardan topladığı bilgilere göre ciltteki bir iz veya leke, Sabat’a giderek şeytanla bir olma ya da ayın 13’ünde doğmuş olmak (özellikle 13 Şubat veya Cuma’ya denk gelen bir 13 günü) cadı olmak için yeterli sebepler arasında. Bu tarihlere belki Walpurgis’e (Hexennacht) denk geldiği için 30 Nisan da eklenebilir. Stolevski’nin, 19. yüzyıl Makedonya’sında geçen filminin esin kaynağı ise Balkan mitolojisinde gerçekten var olan bir kavrama dayanıyor: Volkojatka (Wolf-Eater / Wolf-Eateress). Kurt biçimine bürünerek vaftiz edilmemiş bebekleri yiyen cadı şeklinde ifade edilebilecek bu kavram, yukarıda bahsettiğimiz, onlarca inanışta yer alan “kurda dönüşen cadı” mitosunun bir versiyonu. 

Alice Englert

Cadılıktan Şiirsel Sinema Diline

Cadılık tarihini ve mitolojisini kendi lehine çok güzel ve son derece gerçekçi bir şekilde kullanmış olan yapım, ilk bölümde 16 yaşına dek mağarada yaşamış olan Nevena’nın (Sara Klimoska) yaşlı cadı Maria (Anamaria Marinca) tarafından alınıp cadıya dönüştürülmesini betimledikten ve anlatısının temellerini sağlam bir şekilde oturttuktan sonra, tabiri caizse “asıl anlatmak istediği” konuya, Nevena’nın farklı insan bedenlerindeki yolculuğu üzerinden insan olmanın güzelliğini, ama aynı zamanda da boşluğunu ve yalnızlığını anlatmaya soyunuyor. Hemen ekleyelim, konuşma yetisi bulunmayan Nevena’nın girdiği bedenlere hayat veren oyuncular da konuşmadığı için, bu soyut ve felsefi mesaj seyirciye neredeyse baştan sona salt olarak sinema diliyle aktarılıyor ve ortaya muhteşem bir şiirsel anlatı, adeta sinemasal bir tour de force çıkıyor. 

Nevena (Sara Klimoska) mağaradan çıkarken.

Nevena sırasıyla (Bosilka’dan sonra bir köpeğe de dönüşür) aşağıdaki karakterlere dönüştüğü için, bu dört oyuncunun aynı karaktere hayat vermesini izlemek kesinlikle çok keyifli, oyunculuklar çok iyi. 

  • Bosilka (Noomi Rapace)
  • Boris (Carloto Cotta)
  • Biliana – çocuk (Anastasija Karanovich)
  • Biliana – yetişkin (Alice Englert)

Yaptığı bedenler arası yolculuklar boyunca kadın, erkek ve çocuk olarak yaşayan, son olarak da doğum yapan cadı Nevena, insan olmayı birinci elden, tam anlamıyla onların derilerinin altına girerek deneyimliyor ve çoğunlukla eline sadece varoluşun anlamsızlığından doğan bir boşluk hissi, derin bir hüzün geçse de hayatı, Dünya’yı ve insan olarak nefes alıp vermeyi anlamaya, anlamlandırmaya çalışıyor. 

Sara Klimoska, Anamaria Marinca

“İnsan olmak” kadar soyut ve artık neredeyse klişe haline gelmeye başlayan bir konu nasıl bu kadar şiirsel ve seyirciyi sıkmayan bir şekilde, ustaca anlatılabilir? Elbette bu sorunun cevabını en iyi yönetmen Stolevski verecektir, biz tahminlerimizi sıralayalım. En başta oyunculuklar çok önemli, onun yanında filmin açılışından itibaren gördüklerimize kimin gözünden tanık olduğumuza tam olarak hakim olmayışımız da çok yerinde, üstelik pozitif bir tekinsizlik yaratıyor. Filmin ilk sekansında dahi bir noktadan sonra kamera, bir kedinin gözleriyle yer değiştiriyor. Sadece bu tür çekimlerde değil filmin birçok sekansında kamera kullanımı, kendini pek hissettirmeden ustalığını konuşturuyor. Hem geniş plan çekimlerde hem de oyuncuların yakın planlarında, görüntü yönetmeni Matthew Chuang muhteşem bir iş çıkartmış. 

(ortada) Noomi Rapace

Stolevski’nin cadılık mitini tıpkı Robert Eggers’in The Witch’de yaptığı gibi anavatanına, yani kırsal kesime taşıması da çok yerinde bir tercih, böylelikle anlatmak istediği varoluş sıkıntısını veya Camus / Sartre çizgisine yaklaşan anlamda “varolmanın dayanılmaz aşırılığını” (abondance) görsel olarak daha çeşitli şekillerde yansıtabilmiş. Bunun en iyi örneği havada uçuşan ve tüm sahneyi dolduran polenler, saman parçaları, hav ve partiküllerin görkemi, bir diğeri de oyuncuların ciltlerine vuran güneş ışığına yapılan yakın çekimler. Bu sayede yönetmen, sinemada nadiren karşımıza çıkan iki duyu organına hitap eden hisleri de betimleyebilmiş, ya da en azından ima etmiş oluyor: Koku alma ile dokunma duyusu. Aynı şekilde elma meyvesi üzerinden (Cennet’ten kovulmanın simgesi olan elmanın bir cadı tarafından sürekli tüketilmesinin hoş bir gönderme olması bir yana) tat alma duyusu da filmlerde daha önce pek karşılaşmadığımız bir şekilde seyirciye aktarılıyor. 

Carloto Cotta

Stolevski’nin bu anlamda beş duyu organımıza da seslenmesi kesinlikle dahice bir yaklaşım, ne de olsa yaşadığımızı, hayatta olduğumuzu ve bu küçük mavi nokta üzerinde varlığımızı sürdürdüğümüzü anlamamızı (veya iddia etmemizi) sağlayan yegane etmen, duyu organlarımız. Elimizde başka bir dayanak bulunmamakta. Dolayısıyla bir cadının, yani insan olmayan bir varlığın, insan olarak yaşamanın ne anlama geldiğini yine duyu organlarıyla anlamaya çalışması sadece doğal ve gerçekçi olacaktır, Stolevski de haklı olarak, ustalıkla bu yola başvurmuş. Cadılıkla ilgili filmlerde çoğunlukla “cadı olmaya özenen insanlar” tasvir edilirken, burada tam tersi bir olay örgüsüne, hem de son derece yenilikçi bir anlatım diliyle tanık oluyoruz. Üstelik bu öykünme, bir çocuğun hayata veya o tuhaf tabirle “büyüme” olgusuna bakışını, bunları anlama çabasını da temsil etmesi açısından anlatı ekseninde sağlam bir tutarlılık da oluşturuyor.

Sara Klimoska

Filmin Muhteşem Müziği ve Mark Bradshaw

Yazdığımız birçok eleştiri yazısında “müzik bu filmde önemli bir rol oynuyor” demişizdir, bu cümle de malumun ilamından öteye geçmiyor aslında ancak söz konusu You Won’t Be Alone olunca, besteci Mark Bradshaw’un olağanüstü tınılarından bahsetmek şart. Çoğu filmde müzik “ne hissetmemiz gerektiğini” dikte eder bir konumdadır, bu beni şahsen rahatsız etmese de, çoğu izleyiciyi o filmden soğutur. You Won’t Be Alone’da ise müzik kesinlikle buyurgan bir tonda ilerlemiyor. Örneğin yukarıda paylaştığım benim kişisel fikrimdi: “Cadı, hayatın anlamsızlığından doğan bir hüzne kapılıyor” dediğimde; ne var ki başka bir seyirci bunun tam tersi bir izlenim de edinebilir, müzik veya kamera konumlanışları bu anlamda yönlendirici değil. Bu da tamamen özgürleştirici bir seyir deneyimi ortaya çıkarıyor. Ancak tekrar etmekte fayda var, Bradshaw filmin atmosferini ve anlatmak istediği asıl konuyu sinema diliyle değil, notalarla ifade etmiş dersek hiç abartmış olmayız. Resmen iki sanat dalı arasında yapılan bir çeviri söz konusu, filmden bağımsız olarak bile mutlaka dinlenmesi gereken bir eser var ortada. 

Sonuç 

Sonuç olarak bu ilk uzun metraj denemesiyle yönetmen Goran Stolevski, adından daha uzun yıllar söz ettirecek gibi görünüyor. You Won’t Be Alone kesinlikle özgün senaryosu, oyunculukları ve sinematografisiyle, daha da önemlisi yönetmenin film duyumuyla sinema tarihinde özel bir yerde durmayı hak ediyor. Cadılık filmlerine yeni bir soluk getirdiği ise su götürmez bir gerçek, her ne kadar taklit edilmesi neredeyse imkansız bir yapıya sahip olsa da. İlk kez 22 Ocak 2022’de Sundance’te gösterilen yapım, umarız en kısa sürede genel gösterime girer veya yaygın çevrimiçi platformlardan birine dahil edilir. Bulabildiğiniz ilk fırsatta izlemeniz ısrarla önerilir, şimdiden keyifli seyirler.

H. Necmi Öztürk

Kaynakça

  • ALBERT – Le Grand Albert et Le Petit Albert, 1651
  • BRASEY, E. – Traité de sorcellerie, 2011
  • BROEDEL, H.P. – The Malleus Maleficarum and the Construction of Witchcraft, 2003
  • INSTITORIS, H. – Malleus Maleficarum, 2014 (FR)
  • MICHELET, J. – La sorcière, 2012
  • OLDRIDGE, D. – The Witchcraft Reader, 2005
  • PLANCY, J.C. – Dictionnaire infernal, 1863
  • RUSSELL, J.B. – A New History of Witchcraft, 2015

Bir Cevap Yazın