VORTEX – Ölüm Denen Girdap Bir Şekilde Hepimizi Yutar

Başlık biraz karamsar oldu farkındayız ancak Gaspar Noé’nin 2021 yapımı son filminin pozitif olmak gibi bir gayesi yok. Noé’nin hem yazıp hem de yönettiği 2 saat 20 dakikalık bu en yeni draması Dario Argento, Françoise Lebrun, Alex Lutz ve Kylian Dheret gibi isimlere ev sahipliği yapıyor. Argento ile Lebrun senelerdir birlikte olan yaşlıca bir çifti canlandırıyor ve Argento’dan “Lui” yani “O” (fr. eril), Lebrun’den de yine “Elle” yani “O” (fr. dişil) şeklinde bahsediliyor. Dolayısıyla bu karakterlerin birer adı yok, çünkü adların bir önemi bulunmamakta. Bu ana karakterlere ek olarak filmde iki karakter daha var: Çiftin oğlu Stéphane (Alex Lutz) ve torunları Kiki (Kylian Dheret). Noé’nin çok kalabalık bir oyuncu kadrosu bulunmayan filmlerine bir yenisi daha eklenmiş oluyor böylece. Filmin afişinde yer alan cümleye bir bakalım: “Life is a short party that will soon be forgotten”, yani “Hayat yakında unutulacak kısa bir partidir”. Cümleyi açıklamaya gerek bile yok ancak illaki bu cümle hakkında birkaç kelam edilecekse, hayatın nadir güzel anlardan ibaret, çoğunlukla da karmaşık ve kaotik pek çok an’a sahip olan, içerisindeyken yavaş geçiyormuş gibi görünen ancak geriye dönüp bakıldığında bir o kadar da çabuk geçmiş olduğu görünen bir şey olduğundan söz edilebilir hayatın. 

Türkçe’de “o” kelimesi cinsiyetsiz olduğundan ve kimden bahsettiğimiz anlaşılmayacağından, Lebrun’un oynadığı karakter için “Elle”, Argento’nun karakteri içinse “Lui” sözcüklerini (zamirlerini) kullanacağız. Film ikilinin şarap eşliğinde kraker yediği çok sakin bir sahneyle başlıyor. Ardından çiftin yeni bir güne başladığı sahneye geçiyoruz ve ekranda yan yana yatmakta olan ikilinin arasına tarifi imkânsız tekinsizlikte bir çizgi çekiliyor. Bu çizgi ekranı ikiye bölüyor (split screen kullanımı diyebiliriz) ve bu ayrım bizi filmin sonuna kadar terk etmiyor. Ardından kolaylıkla anlayabildiğimiz üzere, Elle demans hastalığından mustarip ancak bu hastalığın adı da tıpkı karakterlerin isimleri gibi filmde asla geçmiyor. Lui’nin de kalp problemi var ve karakterlerden birinin zihni, diğerininse bedeni yalnızca daha kötüye giderken onların yaşamının kısa bir bölümüne tanık oluyoruz. 

Françoise Lebrun & Dario Argento

Vortex’in bu karamsar havasına ve bitişlerle dolu dünyasına baktığımızda bu seçimlerin hiç de öylesine yapılmış seçimler olmadığını görüyoruz. Yakın zamanda annesini Alzheimer hastalığından kaybeden ve geçirdiği beyin kanamasıyla ölümün eşiğinden dönen Noé, hâliyle son filminde ölüm gibi kaçınılmaz olan ve insanın bir anda ensesinde nefesini hissedebildiği bir temayı işlemiş. Özellikle pandemi döneminde pek çok yakınını kaybettiğini de söylüyor Noé. İçerisinde bulunduğumuz bu dönemde yakınlarımızı veya sağlığımızı kaybetmiş olmasak bile bildiğimiz hayatımızı, düzenimizi ve güven duygumuzu kaybettik en iyi ihtimalle. Belki de diğer insanlara karşı açık ve kucaklayıcı iken, etrafımızdaki herkesi potansiyel bir tehdit olarak görmeye başladık. Tam da bu yüzden ölümü, kaybı ve her şeye rağmen asla kaybolmayan yalnızlık temasını her şeyden daha çok düşünür ve de hatırlar olduk. 

Alex Lutz (sağda)

Kadıköy Sineması’nda Gaspar Noé Sürprizi 

Kadıköy Sineması’nda (21:30 seansı) katıldığımız Vortex gösterimine damgasını vuran şeylerden bir tanesi elbette ki Gaspar Noé’nin bizzat sinema salonuna gelmesi oldu -buradan İKSV’ye teşekkürlerimizi sunuyoruz-. Film gösterimi bittiğinde izleyiciler sinema salonundan tam çıkacakken mikrofonu eline alan festival direktörü Kerem Ayan, Gaspar Noé’nin yolda olduğunu ve sinema salonuna doğru geldiğini söyledi. Tabii bu haberi duyunca şoka giren izleyiciler -ben dahil olmak üzere- adeta koltuklarına mıhlanıp kaldı. Kısa bir bekleyişten sonra alkışlarla salona giren Noé, neredeyse bir saat boyunca izleyicilerden gelen soruları cevapladı. Bu sorulardan bir tanesi elbette bölünmüş ekranın Noé için nasıl bir anlam ifade ettiğiydi.

Gaspar Noé & Kerem Ayan

Kendisinden gelen cevap bizleri şaşırttı dersek yalan söylemiş oluruz. Noé bu seçiminin herhangi bir amacı olmadığını söyledi, tabii bölünmüş ekran kullanımının filme sonsuz bir dinamizm kattığı aşikâr. Hele ki ekranın film başladıktan belli bir süre sonra gözlerimizin önünde bölünmesi durumu ekstra vurucu yapıyor. Noé’nin diğer filmleri gibi prömiyerini Cannes Film Festivali’nde yapan Vortex’in hayata ve yalnız olmamanın imkânsızlığına oldukça karanlık bir pencereden baktığını söylemiştik. Vortex’e göre, yan yana olsak bile “birlikte” olmamızı imkânsız kılan bir uçurum var aramızda ve bölünmüş ekran kullanımı bu durumu iyice pekiştiriyor. Noé’nin, filmi “yüreklerini yitirmeden önce akıllarını yitiren tüm insanlara” (dedicated to those whose brains decompose before their hearts do) adamış olmasıysa oldukça büyük etki bırakıyor izleyicinin üzerinde. 

Françoise Lebrun & Dario Argento

Vortex’te usta İtalyan yönetmen Dario Argento’nun canlandırdığı karakterin bir metresinin olmasının tek sebebiyse Argento’nun bizzat böyle bir isteğinin bulunması. Lui’yi canlandıracağını, ama filmde kendisine bir metres istediğini söylemiş Argento. Noé de bu isteği kırmamış. Bunun dışında Argento’yu filme dahil etme sürecini de oldukça komik bir biçimde anlatıyor yönetmen. Öyle ki Argento, Noé’nin 2015 yapımı Love (Aşk) filmini izledikten sonra yönetmenin kendisinden pornografik bir filmde oynamasını isteyebileceğini düşünmüş ancak Argento’yu Vortex projesinin öyle bir film olmadığına ikna etmişler. Noé’nin filmlerinde kaosa, teröre, karmaşaya, yüksek dozda aksiyona alışkınız ancak kendisi bu filmde izleyicinin üzerinde şokla beslenen yoğun hisler yaratmaya değil, derin duygusal bir etki bırakmaya odaklanıyor. Bu etki, oyuncuların bir hayli gerçekçi ve duygusal oyunculuklarından kaynaklanıyor. Noé diğer pek çok filmde ciddi bir kâbus senaryosu yaratmış olsa da bir kâbusu en iyi canlandıran filmi kesinlikle Vortex. Çünkü Noé’nin Love (2015), Irréversible (Dönüş Yok,2002), Climax (2018) gibi filmlerinde her şey ne kadar kötüye gidiyor olursa olsun yaşam bir şekilde devam ediyor ve biz de bunun farkındayız. Ancak Vortex’te öyle kat’i bir son var ki, bu sona hiçbir çare bulunmuyor. 

Noé’den Kamera Arkasına Dair Anekdotlar 

Filmin en başlarında bölünmüş ekran Elle ve Lui’nin aynı ev içerisindeki yaşantılarını ve hareketlerini ayrı ayrı gösterse de yine de kendi içerisinde bir bütünlüğe sahip. Ancak bu bütünlük ve harmoni oğul Stéphane (Alex Lutz) kadraja girdiğinde tamamen değişiyor ve her şey üst üste binip kaotik bir hâl alıyor. Bu kaosu en belirgin olarak Kiki’nin (Kylian Dheret) oyuncak arabasını masanın üzerine deli gibi vurduğu sahnede fark ediyoruz. Noé bu sahneyi şu şekilde anlatıyor: Bu sahne çekilmeden önce Noé yetişkin oyunculara çocuğa “Dur, yapma” dediklerinde çocuğun yetişkinlerin lafını dinleyeceğini ve arabayı masaya vurmayı bırakacağını söylemiş. Ancak Noé çocukla özel olarak konuşmayı ihmal etmemiş ve yetişkinler ona dur dediğinde bile kesinlikle arabayı masaya vurmayı bırakmamasını söylemiş. Böylelikle sahne çekilirken ortamda gerçek bir şaşkınlık, delilik ve de kaos ortamı yaşanmış ve bu da inanılmaz doğal ve hisli durmuş. Karakterlerin geçirdiği şok ve “şimdi biz ne yapacağız” ifadesi gerçekten de yüzlerinden rahatlıkla okunabiliyor. Bölünmüş ekranlar bazen tamamen aynı olan aksiyonu başka açılardan gösterse de bu sahnelerin çekim açıları birbirine kesinlikle uymuyor. Kimi zaman üst üste binip kakofoni yaratan imgeler bazen birbirinden öyle bağımsızlaşıyor ki izleyici için takibi güç bir durum oluşuyor. Bu da herkesin farklı bir gerçeklik yaşadığı hissini güçlendiriyor ve anlaşılmaya, ortak noktada buluşulmaya, karşılıklı olmaya ve aynı frekansta bulunmaya duyulan ihtiyacı pekiştiriyor.

Françoise Lebrun & Dario Argento

Filmle ilgili yapılabilecek tek kötü yorum filmin belki de biraz fazla uzun olduğu ve “gereksiz” sahneler içerdiği. Ancak yine de şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki Noé bu filmle önceki filmlerindeki tercihlerden farklı yollar seçerek inanılmaz cesur hamleler yapmış. Buna ek olarak, bazı izleyicilerin Lebrun’un gerçekten de bir demans problemi olduğunu düşünmesi şaşırtıcı değil. Lebrun o kadar iyi bir oyunculuk sergiliyor ki izleyici onun bir hastalığının olduğundan emin oluyor. Lebrun bazı sahnelerde zihnini ve onu o yapan her şeyi öylesine yitirmiş görünüyor ve öyle hüzünlü bakıyor ki kendisinin sağlıklı olduğuna inanmak adeta imkânsız. Filmde evin kendisi de apayrı bir karakter olma özelliğine sahip. Tıka basa dolu odalar, kâğıt parçaları, gazeteler, dergiler, üzerinde pek çok asılı şey bulunan duvarlar ve kitapların varlığıyla ev adeta nefes alıyor. Filmin ilk 20 dakikasından sonra devamının da nasıl olacağını rahatlıkla anlıyoruz: long take yani uzun çekimlerle dolu, yavaş, sakin, diyalogsuz ve de genellikle ana karakterleri takip etmekten başka bir şey yapamadığımız uzun bir süreç bekliyor bizi. Lâkin bu süreçte izleyicinin zihni karakterlerin hayatıyla öyle iç içe geçiyor ki bu süreçten keyif almamak çok zor. 

Evler Yaşayanlar İçindir 

Filmin başında karakterler yeni güne uyanırken radyoda duyduğumuz ses bize insanların ölümle ve onun getirdiği hüzünle nasıl başa çıktığına dair bir anlatı sunuyor. Bol bol doğaçlama yapan Dario Argento tıpkı Lebrun gibi müthiş bir oyunculuk sergiliyor ve bu doğaçlama durumu zaman zaman bir tiyatro izler hissini veriyor. Argento’nun doğaçlaması bu etkiyi yaratsa da onun bazen kullanacağı kelimeleri uzun süre arıyor olması süreci bozup dikkat dağıtabiliyor. Vortex konsepti bakımından Michael Haneke’nin 2012 yapımı Amour’una (Aşk) benziyor. Buna ek olarak, filmin 2 dalda Oscar ödülü bulunan, Anthony Hopkins’li 2020 yapımı The Father (Baba) filmiyle de benzerlikleri bulunmakta. Normal şartlar altında, başka filmlerde çok basit görünecek şeyler bile Vortex’te ekstra bir önem ve ağırlık kazanıyor. Mesela ekrandaki iki ayrı karede birden ancak farklı açılardan görünen karakter birbirinden inanılmaz derecede uzak ve izole dururken, bir anda bir el diğer karakterin eline uzanıyor ve ekranı bölen o çizgiye rağmen bir temas oluşmuş oluyor. Bu dokunuş herhangi başka bir filmdeki dokunuştan çok daha öte bir etki bırakıyor izleyicide. Çünkü elin sınırları aştığı gözle görülebiliyor ve bu el bir diğer karakterin izole edilmiş alanına uzanıyor bir anda. Bu, birbirine dokunmanın ve birbirinin izole edilmiş girebilmenin öyle güzel ve derin bir tasviri ki, ifade etmesi güç. 

Normal şartlarda Vortex’in işlediği konuları ele alan filmler ölüm konusunun getirdiği kayıp duygusunu ve gündelik hayatımızda unutmak ve yok etmek için çok çaba harcadığımız diğer pek çok karanlık duyguyu bir şekilde filmin sonunda kaldırmaya ya da yaşanacak bir katarsisle izleyiciyi bir nebze olsun rahatlamış bir şekilde salondan göndermeye çalışır. Ancak Noé sinemasına aşina olan herkesin de tahmin edebileceği üzere, bu filmde böyle bir rahatlama asla gelmiyor. Aksine, yönetmen yaptığı her seçimle biz izleyicileri bu hissin içine daha da gömüyor. Filmde aynı zamanda Françoise Hardy’nin “Mon amie la rose” (Arkadaşım Gül) şarkısını dinleme imkânını buluyoruz. Bu şarkı seçimi elbette oldukça manidar. Şarkının sözlerinin bir kısmına bu yazıda yer verelim: 

Şu anda yaşlı olan herkesi sanki hayatları boyunca hep yaşlılarmış gibi algılama yatkınlığımız olsa da biliyoruz ki onlar da bir zamanlar genç, alımlı ve hayat dolulardı. Henüz aynı günün sabahında genç ve parlak olan bir gülün akşama solmuş olması gibi, yaşamın da bir o kadar hızlı biçimde çürüyüp yok olduğuna ışık tutuyor Vortex. Filmde özellikle Lui’nin geçirdiği kalp krizinin gösterildiği sahne oldukça etkileyici. Argento’nun karakteri kriz geçirirken Elle yatağında uyurken gösteriliyor. Bunca zamandır birlikte yaşamış ve birbirini seven iki insan olmalarına rağmen Lui kalp krizi geçirirken Elle’in ruhu bile duymuyor ve huzurla uyumaya devam ediyor. Birlikte ne kadar vakit geçirilirse geçirilsin ve iki kişi birbirine bedenen ve ruhen ne kadar yaklaşmış olursa olsun, insan her daim yalnız olan ve bu yalnızlığının çaresini bulamamaya mahkûm bir canlı filme göre. Yönetmenin önceki işlerinden oldukça farklı olan Vortex içerisinde bulundurduğu duygusal derinlik ve bunun işlenişi konusunda da oldukça olumlu eleştiriler aldı ve yönetmenin en “olgun” işlerinden birisi olarak kabul edildi. Filmde yer alan Argento’nun da korku türünün efendisi olduğunu hesaba katarsak, bu iki “dehşet ve aşırılık” ustasını bir arada görebilmek, üstelik de bu kadar sıradan ve doğal görünen bir ortamda izleyebilmek, gündelik hayatın ve ölümün kat’iliğinin korkunçluğunu daha da arttırıyor. Vortex bu ve bunun gibi daha pek çok özelliğiyle 41. İstanbul Film Festivali’nde FIPRESCI ve Altın Lale ile ödüllendirildi.

Ece Mercan Yüksel

İlgili okuma: IRREVERSIBLE (2019 versiyonu)

Bir Cevap Yazın