SUSPIRIA (1977) – Thomas De Quincey, Dario Argento ve Lahitte Yankılanan Cadı Kahkahaları

Sinema tarihinde sayıları az da olsa bir türlü sınıflandıramadığımız, her seyirde yeni şeyler keşfettiğimiz ve gizemli çekiciliği sayesinde hayal gücümüzün, düşünsel evrenimizin ayrılmaz birer parçası haline gelen filmler vardır, İtalyan korku sinemasının en önemli temsilcilerinden Dario Argento’nun 1977 tarihli başyapıtı Suspiria da kesinlikle böyle bir film. Senaryo, oyuncular, çekim mekanları, Argento estetiği, kullanılan Technicolor baskı makinesi ve giallo üzerinden film hakkında söylenecek çok şey var elbette ancak yazımıza filmin ana esin kaynağı, bir anlamda da isim babası olan İngiliz yazar ve eleştirmen Thomas De Quincey (1785-1859) ile başlayalım. 

“On the sublime attractions of the grave”

Thomas De Quincey’nin Suspiria de Profundis (1845) adlı eserinde karşılaştığımız (s.125) yukarıdaki mısra, Quincey’nin 14 yaşındayken okuyup çok etkilendiği İngiliz şair William Wordsworth’e ait olduğu için cümleyi dilimize çevirmek pek kolay değil, dümdüz çevirirsek “Mezarın yüce çekicilikleri hakkında” gibi bir garabet ortaya çıkıyor, yorum katarsak “Mezarın Görkemli Cazibesi” veya “Benzersiz Kabir Eğlenceleri” denebilir. Bu mısradan bahsetme nedenimiz, Suspiria de Profundis’in (Derinlerden gelen iç geçirmeler / fısıltılar), Quincey tarafından 1821 tarihli Confessions of an English Opium-Eater (Bir İngiliz Afyon Tiryakisinin Anıları) adlı eserinin devamı olarak yazılmış olması. Bilindiği üzere İngiliz romantizminin öncüleri olan Wordsworth ile Samuel Taylor Coleridge de, tıpkı Quincey gibi afyonda yaratıcılık arayan şairlerdendi.

Dario Argento

Quincey, Suspiria’ya isim babalığı yapan eserinde Wordsworth’ün yanısıra sayısız şairden, filozoftan (Diderot, John Paul Richter, Cornelius Agrippa) ve yazardan (Shakespeare, Maria Edgeworth, Goethe, vs.), besteciden bahsetmesinin yanısıra Cicero ve Marcus Aurelius gibi antik yazar ve düşünürlerden, Eski Ahit ve Yeni Ahit’den, ayrıca Hermes Trimegistus, okültizm, cadılık, mitoloji, şehir efsaneleri gibi konulardan dem vurması kesinlikle son derece ilginç bir okuma deneyimi yaşatıyor. Sadece yüzeyde olan ve kolay ulaşılan bir bilgi dağarcığına değil, aynı zamanda yer altı kültürüne, kadim inançlara ait bir bilgi denizine de tanıklık ediyor, bu ikisinin sentezini deneyimliyoruz. Quincey yaklaşık 100 sayfalık Suspiria de Profundis’in Levana and our Ladies of Sorrow adlı bölümünde (s.153) bazı geceler rüyalarına giren yüce varlık Levana’dan ve sadece bu varlığın iletişim kurabildiği “Istırap” veya “Elem” şeklinde adlandırılabilecek üç kız kardeşten bahseder, bunları sırasıyla Mater Lachrymarum, Mater Suspiriorum ve Mater Tenebrarum şeklinde adlandırır.

Synapse Films Blu-ray kapak çizimi

Quincey’nin betimlediği üç varlık hakkında biraz daha ayrıntılı bilgiyi Dario Argento’nun Suspiria’dan hemen sonra çektiği Inferno adlı filmi için yazmış olduğumuz dosya yazısının başında bulabilirsiniz. O yazıdan kısaca Mater Suspiriorum tanımını alıntılayalım: “Bu ortanca kardeş Quincey tarafından Our Lady of Sighs olarak adlandırılır, kutsal kitaplarda iblislerin insanları suça yöneltmek için kulaklarına fısıldamaları inancından yola çıkan Suspiriorum, engin bir kötülük krallığının başındadır. Tacı yoktur, konuşmaz, göz göze gelinemez, gelinirse de gözlerinde yitip gitmiş hayaller, geride insan müsveddeleri bırakmış deliliklerin izleri görülebilir sadece. Sunaklara zorla götürülen, insan veya hayvan her türlü adağın sorumlusudur Mater Suspiriorum, sadece tek anahtar taşır ama ona da nadiren ihtiyaç duyar, zira insanlığın en yüksek kademelerinde bile mabetleri vardır, her yere istediği gibi girip çıkar, karanlıkta yalnız başına oturan her kadının yanındadır.” 

Barbara Magnolfi & Jessica Harper

Argento, Quincey’nin bu betimlemelerinden hareketle önce Mater Suspiriorum üzerinden Suspiria’yı (1977), ardından Mater Tenebrarum bağlamında Inferno’yu (1980) son olarak da Mater Lachrymarum için Mother of Tears’ı (2007) çekerek Three Mothers / Anne Üçlemesi’ni tamamlar. Ancak hemen belirtelim, 2007 tarihli Mother of Tears’ı izlemenize hiç gerek yok, birçok Argento hayranı için olduğu gibi benim için de üçleme, dolayısıyla da söz konusu üç kızkardeş aslında iki filmde, Suspiria ve Inferno’da karşılığını fazlasıyla bulmakta. Argento 1970’lerde ve 1980’lerde toplamda 10 film (sadece bir tanesi korku türünde değildir) çekmiştir ve bunlar içinde bir tane bile “vasat” film bulunmaz, hepsi çok özenli, kaliteli yapımlardır. Ne var ki sonrasında çektiği filmlerin kalitesinde inanılmaz bir düşüş yaşanır, Mother of Tears da bunun en acı örneklerinden biri. 

Eva Axén

Senaryo ve Diğer Kaynaklar

Thomas De Quincey dışındaki kaynaklardan bahsederken söze Dario Argento ile uzun yıllar birlikte çalışmış olan oyuncu ve senarist Daria Nicolodi (1950-2020) ile başlamamız şart, zira Suspiria’nın senaryosunun büyük bölümü kendisinin çocukluk anılarına, hatta kapanışı da büyük ölçüde gördüğü bir rüyaya dayanıyor. Nicolodi, önemli bir piyanist olan annesi Yvonne Loebb’in anlattığı bir gençlik anısını  senaryodaki esinlerden biri olarak sayar. Rivayete göre Daria Nicolodi’nin annesi de piyano ve dans eğitimi verilen bir okula gönderilmiş, kısa sürede ise okulda hayli karanlık işlerin döndüğüne dair işaretler gördüğü için oradaki eğitimine devam etmemiştir. Filmin kapanışındaki bazı ayrıntılar da (gizemli bir cadının kendisiyle konuşması, patlayan bir panter, odanın genel görünümü) Nicolodi’nin görür görmez not ettiği bir rüyasının yansıması, elbette filmde gerçek değil, porselen bir panter havaya uçurulur. Son olarak Nicolodi’nin Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler, Mavi Sakal ve Alice Harikalar Diyarında masallarını / eserlerini esin kaynağı olarak saydığını da belirtelim.

Daria Nicolodi (solda) ve ortada Jessica Harper

Dario Argento ise, hem 2002 hem de 2017’de kendisiyle yapılan röportajlarda Suspiria’nın kaynağı olarak Thomas De Quincey dışında Lyon, Prag ve Torino gibi şehirlere yaptığı seyahatleri, özellikle de Triangolo Magico (Sihirli Üçgen) olarak tarif ettiği, tam da üç ülkenin (İsviçre, Fransa ve Almanya) kesiştiği noktada kurulmuş olan ilk Waldorf okulu (1919) ziyaretini gösterir. Kendi deyimiyle oraya gerçekten de cadıların ve doğaüstü olayların izini sürmek için gider ve doğal olarak eli boş döner. Yine de bu okulların ve bu seyahatlerin yaydığı ezoterik aura, Argento’yu etkilemeye yetmiştir. Günümüzde sayıları oldukça fazla olan (71 ülkede toplam 3100 okul) Waldorf Okulları, sırtını büyük oranda ezoterizme ve doğaüstüne dayayan antropozofi adlı düşünce akımının kurucusu Rudolf Steiner öncülüğünde ortaya çıkan ve eğitmenlerini müfredat konusunda serbest bırakmasıyla tanınan eğitim kurumlarıdır.

Suspiria Estetiği: “Aynı Çekim Tekniği Asla Tekrarlanmamalı”

Tür olarak korku filmlerine bakış, sinema tarihi boyunca çoğunlukla çelişkili bir yapı sunmuştur, başlarda “korku filmlerine neden tepeden bakılıyor?” benzeri sorular korku hayranları tarafından dile getirilirken, zamanla birçok korku filminin içerdiği B-film havası benimsenmeye, hatta yüceltilmeye başlandı. O kadar ki estetik yönü ağır basan, kökeninde “eli bıçaklı bir ruh hastası” gibi içi boş bir motiften daha derinlikli bir hikaye barındıran korku filmleri, “nerede bizim ucuz yapımlarımız?” nidalarıyla topa tutuldu, günümüzde bile algıdaki bu farklılık aşılmış değil. Bunun en güncel örneği belki de Scream (2022) filmindeki bir karakterin Babadook (2014) filmi için “fancy-pants” nitelemesini kullanmış olmasıdır. Diğer bir deyişle film “burnu havada, elit ve züppe” olmakla, kısacası sinemanın estetik yanını öne çıkartmakla “suçlanıyor”.

Jessica Harper

Dario Argento yapımlarından bahseden birçok eleştirmen de, yönetmeni genellikle bir “giallo ustası” olarak betimler, ne var ki bu niteleme Argento’ya haksızlık etmekle eşdeğer çünkü özellikle 1970-1987 arasında çekilen Argento filmlerinde, “kan için kan” veya “şiddet için şiddet” gibi motiflerle işlenen bir giallo duruşu bulunmamakta, hepsi sağlam bir senaryo veya engin bir kültürel bagaj üzerinden ilerlemektedir. Yönetmenin kendisi dahi 2017’deki bir röportajında giallo türünü kendince yorumlayarak birkaç filminde kullandığını, sonrasında farklı alanlara geçtiğini söylemiştir. Suspiria’nın sadece İtalya’da değil, ABD ve Japonya’da, tabii ki Avrupa’nın geri kalanında da büyük bir hayran kitlesine sahip olmasının altında yatan nedenlerden biri de şüphesiz 1977 tarihli Suspiria’nın, korku severlerin daha önce izledikleri hiçbir filme benzemiyor oluşuydu.

Suspiria’nın gösterime girmesinin üzerinden tam 45 yıl geçti, dolayısıyla 40, 50 veya 60 yıl önce çekilen filmlerden bahsederken “o günün şartlarında ne ilginç sahneler çekmişler, günümüzde bize ne kadar da farklı geliyor” diyebiliriz ve muhakkak bu tür saptamalarda bulunmuşuzdur. Ne var ki konu Suspiria olduğunda, gerçekten de hiçbir ayrıntı ve görsel, “o günün şartlarına bağlı bir zorunluluk” veya “bazı eksiklikler nedeniyle başvurulan bir görsel efekt kurnazlığı” gibi nedenlere dayanmıyor, aksine her sahne, her dekor, her çekim açısı özenle tasarlanıp filme alınmış. Argento birçok röportajında şu motto ile yola koyulduğunu söyler: “Hiçbir sahne daha öncekilere veya sonrakilere benzememeli, her çekim tekniği özgün olmalı”. Hem teknik hem de genel anlamda bu gerçekten de üstesinden gelinmesi hayli zor bir engel olsa da, birçok filmde birlikte çalıştığı usta görüntü yönetmeni Luciano Tovoli ile birlikte, bu sözünü tutmayı başarır. 

Stefania Casini, Jessica Harper, Barbara Magnolfi

Alman Dışavurumculuğu’ndan esinlenerek yaratılan rengarenk dekorlar, kırmızı, yeşil ve altın sarısı renklerinin ön planda olduğu film dokusu, Dans Akademisi binası ve meşhur ölüm sahnelerinden birinin gerçekleştiği Königsplatz Meydanı gibi mekanların bilinçli kullanımı, hatta filmin açılışındaki havaalanının bile renklendirilmesi, hiç beklenmedik anlarda yapılan ezoterik göndermeler, Goblin tarafından bestelenen filmin muhteşem özgün müziği, oyuncu seçimi ve daha birçok etmen bir araya geldiğinde, ilk saniyesinden kapanış jeneriğine kadar her ayrıntısı düşünülmüş ve özenle işlenmiş, yüzü sinemanın sanat tarafına dönük, şiirsel ve düşsel bir yapım çıkıyor karşımıza.

Suspiria Kırmızısı: Technicolor Dye Transfer

Daha önceki Inferno yazımızda Argento kırmızısından, özellikle de kan renginin gerçekdışı görünüşünden bahsetmiştik. Bu elbette giallo geleneği etrafında yapılan bilinçli bir tercihti, farklı bir boya kullanmıştı Argento. Suspiria’ya geldiğimizde ise kırmızı, yeşil ve altın sarısı renklerinin beyazperdeye yansıması bambaşka bir hikaye, üstelik sadece kan kırmızısına biraz magenta eklemekle elde edilebilecek bir sonuç da değil. CultFilms’in 2017 restorasyonunda (4K) yer alan bilgiye göre Suspiria, 35 mm’lik Eastman Camera negatifi ile çekilmiş (Eastman Camera Negative Stock 5247). 

Jessica Harper

Bu negatifin bulunması bile Argento ve Tovoli için hiç de kolay olmamış çünkü o dönemde, özellikle 30 veya 40 ASA’lık (günümüz terimiyle ISO’luk) film kullanan hiçbir stüdyo kalmamış (ISO ne kadar yüksek olursa görüntü ışık tarafından o denli bozulacak, fotoğrafçılık deyimiyle greni fazla olacaktır). En sonunda 40 gibi son derece düşük ISO’lu bir 35 mm stoğuna Texas’taki (ABD) bir laboratuvarda ulaşır ve hepsini satın alırlar. Ne var ki Argento’nun belirttiğine göre bu miktar çok azdır. Çekimler 14 hafta sürmesine rağmen montaj süreci sadece iki haftalarını alır çünkü ellerindeki filmin azlığı nedeniyle Argento, çekimler sırasında her sahne için en fazla iki çekim öngörmüştür.

35 mm ile ilgili ayrıntılar bile hayli ilgi çekiciyken, Argento ve ekibi orijinal negatifi, renklerin çok daha belirgin olabileceği bir teknikle farklı bir 35 mm ortamına aktarmaya karar verirler. Bunun için de ihtiyaçları olan; 1930’lardan 1970’lerin ortalarına dek birçok önemli filmin baskısının yapıldığı 3 şeritli devasa Technicolor baskı makinesi, nam-ı diğer filmleri asla solmayan Technicolor Dye Transfer’dir. Argento ile Tovoli bu makine ile daha iyi sonuç alacaklarını bildiklerinden birçok ülkedeki Technicolor şirketlerine ya telefon ederek ya da bizzat ziyaret ederek başvururlar ancak Londra, Los Angeles gibi birçok merkezde söz konusu makineler parçalarına ayrılmaya başlanmıştır bile. 

Şanslarına Roma’da bütün halde, son bir Technicolor makinesi kalmıştır. Suspiria’nın orijnal negatifini bu üç şeritli makinede harika renklerle basarlar, üstelik bu işlemi yapmadan önce, makineden bir filtreyi de söküp atmayı ihmal etmezler: Renk geçişlerini yumuşatan ve temel renklerin (mesela kırmızı!) nesnelerin dışına taşıyormuş gibi görünmelerinin önüne geçen önemli bir filtredir söz konusu olan. Ancak bu sayede, Suspiria’nın neredeyse her karede başımızı döndüren o zengin renk paletinin seyirciye çok daha çarpıcı bir şekilde yansımasını sağlamış olurlar. Argento ve ekibi, Technicolor Dye Transfer ile baskı işlemini tamamladıktan sonra şirket bu son makineyi de parçalarına ayırır. Bu baskı makinesinin nasıl çalıştığını İngilizce olarak şu videoda (YouTube, 4 dk.) görüntüleyebilirsiniz, bu tür devasa makinelerin tekrar birleştirilip çalışır hale getirilmesi astronomik fiyatlara mal olacağından, Suspiria’nın aynı teknikle bir daha asla çekilemeyeceğini, hatta sadece sanatsal olarak değil, teknik bağlamda da sinema tarihinin önemli miraslarından biri olduğunu söylemek abartı olmayacaktır. Suspiria bu şekilde çekilip bir Technicolor Dye Transfer makinesi ile baskısı yapılan son filmlerden biri, belki de sonuncusudur.

Çekim Mekanları ve Königsplatz

Dario Argento, çekimlerin büyük bir bölümünü Roma’da ve Münih’te yapar, açılışta gördüğümüz ve filmin neredeyse tamamına hakim olan Dans Okulu ise can alıcı kırmızı dış cephesiyle Roma’da, sette inşa edilen bir yapıdır, ne var ki Freiburg’da bulunan ve bugün bir bankaya ev sahipliği yapan Freiburg Akademisi’nin, girişindeki “Erasmus iki yıl bu binada yaşamıştır” levhasına varıncaya kadar birebir kopyasıdır. Film seti Roma’daki stüdyolarda inşa edilmiştir, onun dışında neredeyse tüm dış çekimler Münih’teki gerçek mekanlardır: Suzy ile Sara’nın yüzdükleri büyük havuz (Mueller Osches Volksbad), Suzy’nin Frank Mendel (Udo Kier) ile görüştüğü BMW binası, görme engelli Daniel’in (Flavio Bucci) içki içtiği bar ve köpeği tarafından saldırıya uğradığı meydan, hepsi Münih’te bulunmakta. Hem Argento üzerlerine itinayla eğildiği, hem de filmin gelişiminde önemli rol oynadıkları için bu son iki mekan üzerinde durmakta fayda var: Hofbräuhaus am Platzl birahanesi ve uğursuz Königsplatz Meydanı.

Flavio Bucci’nin başarıyla canlandırdığı görme engelli piyanist Daniel, dans okulunun eğitmenlerinden Miss Tanner (Alida Valli) ile şiddetli bir tartışmaya girer ve istifa eder, kendisine yardımcı olan kurt köpeğiyle beraber okuldan çıktıktan sonra onu Hofbräuhaus birahanesinde, ardından da Antik Yunan ve Roma mimarisinde inşa edilmiş üç yapının bulunduğu geniş Königsplatz meydanında köpeğiyle birlikte yürürken görürüz. Gecedir ve etrafta kimseler yoktur, bir ara yapıların duvarlarında süpürgeleri üzerinde uçan cadı siluetleri seçilir ve ardından da yıllardır Daniel’in ayrılmaz bir parçası olan köpek (German shepherd), Daniel’e saldırır ve boğazını ısırarak onu öldürür. 

Alida Valli

Çok düz bir şekilde özetlediğimiz bu sahnede Dario Argento, 2017’de verdiği bir röportajda da dile getirdiği gibi, “gerçek kötülüğün kökenine” inmek, bir anlamda Daniel’in başına gelen bu açıklanamaz olayın altını dünyada var olan en büyük kötülük sembolüyle doldurmak istemiştir. Bu sembol de elbette Hitler’den başkası değil. Königsplatz’ın 1930’larda Hitler’in tek başına, bir seferinde de Mussolini ile birlikte nutuklar attığı, halka seslendiği bir meydan olmasının da ötesinde, Daniel’in bu mekana gelmeden önce vakit geçirdiği (geleneksel Bavyera kıyafetli erkeklerin masalar üzerinde dans ettikleri –slap dance– sahne) Hofbräuhaus birahanesi de en hafif tabiriyle utanç verici bir üne sahip: 24 Şubat 1920’de Hitler bu mekanda 2000 kişiye seslenmiş ve Alman İşçi Partisi DAP’ın 25 ilkesini açıklamış, bir anlamda Nazi partisinin temellerini atmıştır. Dolayısıyla Dario Argento, Daniel’in ölüm sahnesini tarihsel olarak kötülük kavramını en iyi ifade edebilecek iki mekana taşıyarak altyapısı son derece dolu bir sekansa imza atar, tabii ki filmin en meşhur birkaç sahnesinden biridir. 

Oyuncular

Başrollerde Argento’nun deyişiyle “bir anime veya mangadan fırlamış gibi duran ifadeli gözleriyle” Jessica Harper’ı (Suzy) ve Stefania Casini’yi (Sara) izliyoruz dediğimizde bu cümle elbette doğru, her iki oyuncu da çok başarılı performanslar sergiliyorlar ancak Suspiria’da, sinemanın erken dönemlerine ve Hollywood’un altın çağına yabancı olan izleyicilerin gözünden kaçması muhtemel iki efsane oyuncu mevcut: Miss Tanner rolünde Alida Valli (1921-2006), Madame Blanc rolünde ise Joan Bennett (1910-1990). 

Alida Valli

Bu arada oyunculuklarını beğendiğimiz için “efsane” sıfatını kullanmış değiliz, gerçekten de sinemanın iki efsanesi söz konusu. Alida Valli sinema tarihinin The Third Man (1949), Senso (1954), Eyes Without a Face (1960) ve The Paradine Case (1947) gibi önemli yapımlarında rol almış bir aktris, Joan Bennett ise Power (1928), Disraeli (1929), The Mississippi Gambler (1929), She Wanted A Millionaire (1932) gibi toplamda seksenden fazla yapımda rol almış bir yıldız. Kısacası 1940’larda bir araya getirmek için büyük stüdyoların milyonlarca dolar harcaması gereken iki aktris, Suspiria’da bir arada. 

Joan Bennett

Son bir not olarak senarist Daria Nicolodi’yi filmin en başındaki havaalanı sahnesinde görmenin mümkün olduğunu da ekleyelim, ayrıca cadı Helena Markos’u (Mater Suspiriorum) da yine kendisi seslendirir. Önemli yan rollerden (Frank Mandel) bir diğeri ise Udo Kier’e emanet edilmiş. Kier ile Stefania Casini’nin yollarının Suspiria’dan önce bir kez daha kesişmiş olduğunu da hatırlatalım, her ikisi de Paul Morrissey’in 1974 tarihli Blood for Dracula’sında oynamıştır ve hatta bir röportajda Udo Kier, Casini’den bahsederken “onu daha önce ısırmıştım” der, zira 1974’teki filmde Dracula rolü Udo Kier’e verilmiştir, Casini de karanlıklar prensinin kurbanlarından biridir.

Udo Kier

Müzik (Goblin)

Suspiria’da müzikten bahsetmemek neredeyse imkansız, zira ne Goblin’in müziği film olmadan, ne de Suspiria bu muhteşem soundtrack olmadan tahayyül edilebilir. Claudio Simonetti, Agostino Marangolo, Fabio Pignatelli ve Massimo Morante’den oluşan Goblin grubu, yer yer Dario Argento’nun da önerileri doğrultusunda, filmde bir karakter kadar değil neredeyse filmin senaryosu kadar önemli bir müziğe imza atarlar. Gitar, piyano ve davul gibi klasik enstrümanların yanısıra Hint Tabla davulu, buzuki, analog synthesizer’lar (Moog), Elka orgu, Mellotron gibi alternatif çalgılar ve makineler kullanmış, dahası bazı sesleri kendi imkanlarıyla (kaşık, plastik bardaklar, vs.) üreterek kayda eklemişlerdir. Ortaya çıkan eser Suspiria’ya katkıda bulunan bir müzik değil, adeta Suspiria görselliğinin notalarla ifade edilmiş halidir.

Kreşendo Başlangıç ve Muhteşem Son

Yazımızı Suspiria’nın kapanışı hakkında birkaç sözle bitireceğiz ancak filmin baştan sona ilgi çekici bir tempoda ilerlediğinin de altını çizmekte fayda var. Örneğin açılış sekansını, özellikle de Pat Hingle karakterinin (Eva Axén) elektrik kablosu ile “idam edildiği” 15. dakikaya kadar olan kısmı ele alırsak filmin temposunda sürekli bir yükseliş, gerçek anlamda bir kreşendo noktasına doğru ilerleyiş sezilmekte. Bu tercihini Argento, usta yönetmen Sergio Leone ile yaptığı bir sohbete dayandırıyor. Paramount ve MGM gibi önemli yapım şirketlerinin kurucusu olan Samuel Goldwyn’in otobiyografisinde okuduğu bir anekdottan bahseder Leone. Birçok önemli yazar Goldwyn’in evinde bir iş görüşmesi için toplandığında Goldwyn onlara bir senaryo fikrinden bahseder: Söz konusu film Krakatoa Volkanı’nın patlamasıyla açılacak ve o andan itibaren de filmin temposu sürekli olarak yükselmeye devam edecektir. Goldwyn’in kast ettiği, filmlerin açılıştan itibaren seyirciyi uyarması, yüksek bir tempoyla başlayarak ritmi hep ayakta tutması gerektiğidir. Dolayısıyla Argento da aklında bu anekdotla Suspiria’nın ilk dakikalarındaki gerilim yükünü devamlı olarak yükseltir, üstelik film bitene kadar da seyircinin gerçek anlamda rahatlamasına asla izin vermez. 

Joan Bennett

Filmin kapanışı da kesinlikle yüksek temposuna uygun bir şekilde aniden gerçekleşir, ancak hem bir anlamda herşeyin açıklandığı, hem de kendini çok hızlı gerçekleştiren bir sondur bu. Jessica Harper’ın canlandırdığı Suzy karakterinin cadıların gizli geçidini bulma sürecini ve sonrasında yaşananları tasvir eden son 12 dakikalık bölüm, Suspiria için bile alışılmadık, yüksek gerilimli bir tempoda ilerler, birçok konu açığa kavuşur ve heryeri alevler kapladığında, tam da Suzy muzır bir gülümsemeyle kameranın önünden koşarak geçerken, ekranda kocaman bir yazı belirir: “You have been watching Suspiria / Suspiria’yı izlemekteydiniz”. Bu ustalıklı kapanış o kadar yerinde ki, filmin en fazla gerilim ve korku dolu dakikalarına maruz kalan ve bir anlamda kafasında “ne oluyor burada?” sorusu dolaşan seyirciye cevap niteliğinde adeta. Üstelik bu “açıklama” seyirciyi gerçek dünyaya davet eder gibi görünse de, ilginç bir şekilde onu Argento ve Mater Suspiriorum mitolojisi içine daha da fazla itiyor aslında. 

Sonuç olarak Suspiria sırf içerdiği sayısız ayrıntı nedeniyle bile defalarca izlenmesi gereken bir korku klasiği. Üç bin sözcüğe dayanan bu yazıda bile değinemediğimiz daha birçok yönü bulunan yapımı tekrar izlemeye, daha önce izlemediyseniz de en kısa sürede keşfetmeye davet ederek yazımızı noktalayalım. Bol filmli günler.

H. Necmi Öztürk

Kaynakça:

Thomas De QuinceyConfessions of an English Opium-Eater and Other Writings, Penguin Classics, 2003

Suspiria Çekim Mekanları (yeni sekmede açılır)

Toplam üç ev sineması edisyonunda bulunan belgesel ve röportajlar:

  • Suspiria, 25th Anniversary Edition (Anchor Bay, DVD)
  • Suspiria, 40th Anniversary Edition – 4K Restoration (Cult Films, Blu-ray)
  • Suspiria, Exclusive 40th Anniversary 4K Restoration (Synapse Films, Blu-ray)

İlgili yazı: INFERNO (H. Necmi Öztürk)

Bir Cevap Yazın