Polonyalı yönetmen Andrzej Żuławski’nin 1981 yapımı Possession filmi, bütünün ayırt edici özelliği olan “temsil”in öğelerini ilgilendiren unsurları kendi içine yedirmiş bir yapım. Aşkınlık ve fantastik ilkelerini dokunaklı bir şekilde yansıtmış olan Żuławski, salt bir ilişkide vuku bulan gerçekçi (temel) gerekçelerden kendine özgü bir dinamik yakalamış. 1988 yapımı The Silver Globe (Na Srebrnym Globie) ile dekor, kostüm, anlatı, kamera kullanımı, ses ve ışık konularında sinemanın tüm derinlikli araçlarını kullanan yönetmen, Possession ile sadece sinemasal olarak gösterilen araçları değil aynı zamanda gösterilmeyen araçları da kullanmaktan hiç çekinmemiş.

Yem Kullanımı
Filme adını da veren “aidiyet” (filmde ön plana çıkan “cinnet”, “ele geçirilme” veya “mülkiyet” anlamlarını şimdilik dışarıda tutalım), anlatıda yem olarak kullanılan en büyük ayrıntılardan biri. Filmin yapım aşamasında o dönemlerde eşiyle buhranlı bir ilişkisi olan ve ayrılma noktasına kadar gelen Żuławski’nin “aidiyet” kavramına “içgüdüsel olarak parçalanma” tanımını getirmesi hiç de şaşırtıcı değil. Öyle ki bu içgüdüsel parçalanma Anna / Helen (Isabelle Adjani) ve Mark (Sam Neill) çiftinin hayatlarına ölümcül bir çılgınlık getiriyor. Bu da yönetmene göre aidiyet kavramının yem ile bağlantısına dikkat çekiyor. Bu kavramı ilişkideki bir nevi yem unsuru olarak kullanan Żuławski, partnerlerin her ikisini de bilinçsiz bir şekilde savunmasız hale getiriyor.

Yem kullanımının en etkin ve ete-kemiğe büründüğü halini genellikle The Hills Have Eyes (2006), Martyrs (2008), The Last House on the Left (2009) ve I Spit on Your Grave (2010) gibi filmlerde rahatlıkla görebiliriz. Ancak Żuławski için Possession’da kullanılan yem unsuru çok daha soyut ve hatta filmin belli bir noktasına kadar onu görmekte, tanımlamakta bile zorlanabiliyorsunuz. Possession’daki yem, karakterler üzerinde daha çok histerik, duygusal olarak aşındırıcı bir şekilde karşımıza çıkıyor. Bu noktada rahatlıkla yönetmenin görsel dünyasında izleyicinin tüm önyargılarını kırdığını ve radikal bir “tiksinme” yolu açtığını söyleyebiliriz. Filmde yem miktarı ne kadar çok etki ederse Żuławski’nin kendi masalsı evrenindeki karakterler üzerindeki şiddetli duygusal dışavurum da o kadar etkin kılınıyor.

Berlin’in Boş Sokakları, Kıyamete Gebe Olan Gizemli Bir Ev
Ana karakterlerimizi ne zaman evin dışında görsek, sokakların boşluğuna tanık oluruz. Mercekte sadece ana karakterlerimiz yer alır. Bu da yönetmenin yine tekinsizlik unsurunu oynadığı kartlardan biri. Filmdeki karakterlerin izleyici üzerindeki tekinsizliği yeterli değilmiş gibi mekanların da tekinsizliği bizi iyice basık bir ortama sürükler. Hatta bunun en güzel örneğine filmde, Isabelle Adjani’nin “hayatının performansı” diye de adlandırılan alt geçit sahnesinde tanık oluruz.

Bu noktada Adjani’nin canlandırdığı karakterin histerik durumunun tavana çıktığını, filmdeki barok büyüsünün bozguna uğratıldığını fark ederiz. Ayrıca mekâna doğrudan adapte edilen mavimsi ton da filmin atmosferine melankolik bir hava verdiğinden, zaten tükenmiş olan bir ilişkinin serüvenine tanık olduğumuzu fark ederken, kendimizi tüm insanlığın yeryüzünden silindiği hissine kaptırırız. Bu da bize kıyamet sonrasını andıran bir çerçeve çizer. Adjani’nin olağanüstü performansından söz açılmışken Massive Attack’in sırf bu sahneden hareketle, Rosamund Pike’ın başarılı performansıyla bir video klip çektiğini de hatırlatalım: Voodoo In My Blood (yeni sekmede açılır, YouTube).

İkincil Bir Organ: İnanç Eşitsizliği
Sahip olma gibi masum gözüken bir eylemin ardındaki tehlikeli, şeytani varlığı maskesiz bir şekilde açığa çıkaran Żuławski, tıpkı ana karakter Anna / Helen’in yavaş yavaş mutasyona uğramasına olduğu gibi, diğer karakterlerin de onun etrafında giderek halsiz kalmasına izin verir. Adjani’nin canlandırdığı karakter, içinde bulunduğu “mutasyon” durumuna kendini ne kadar kaptırırsa etrafındakilerin de bundan etkilenimi o denli şiddetli olur. Filmde dikkat çekici en doğrudan unsur ise karakterin, geçirmekte olduğu mutasyona olan inancını hiçbir zaman yitirmemesi. Bu da onun üzerindeki etkinin daha da güçlenmesini ve kaslarının belirginleşmesini sağlıyor. Ancak eşi Mark, başlangıçta salt bir aldatmanın kurbanı olduğunu düşünürken aklından eşinin hiçbir zaman bu denli şiddetli bir mutasyona uğrayacağını geçirmez. Buna Anna / Helen’in zaman zaman beraber olduğu Heinrich (Heinz Bennent) de dahil. Dolayısıyla bu noktada ortada büyük bir inanç eksikliği olduğu tartışılmaz. Bu inanç eksikliği de Anna / Helen’in üzerinde ikincil, tanımlanması güç bir organ yaratıyor. Bu organın görsel olarak varoluşuna ise ancak filmin sonuna doğru denk gelebiliyoruz.

Epileptik Kasılmalar
Filmde özellikle “epileptik” diye adlandırabileceğimiz Anna / Helen’in alt geçitte dışavurumsal olarak gerçekleştirdiği hareketler izleyicinin belki de kendiyle doğrudan içselleştiremediği bir olay olsa da bu sahne, filmin dehşet kodlarına direkt olarak etki eder. Ayrıca bu sahne, Isabelle Adjani’nin de filmden sonra sık sık röportajlarında bahsettiği ve kendisinin hayatı boyunca unutamayacağı sahne olarak hatıralarda kalır. Öyle ki Adjani’nin gözleri dahi bu sahnede çığlık atar haldedir. Buradan hareketle filmde sık sık ağlama ve bağırış sahnelerine maruz kalmanız mümkün; bu durum filmin anlatısında kasten estetize edilmiş ya da yapay dursa da, diğer taraftan bunların Possession’ın kendine özgü anlatım tarzına uygun düştüğünü, sırıtmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Gerçek Fantastiktir
Arzu ve et unsurlarının birebir görsele dönüştüğü Possession’da anahtar nokta gerçeği doğrudan fantastik olarak kabul etmektir. Gerçeklik bu filmde, arzu ve et kisvesi altında sunularak servis edilir. Filmde, oyuncuların (Adjani ile Neill) üst seviyedeki performanslarının yanı sıra hikâyenin de katmanlı olması Possession’ı sinema tarihinde çok özel bir yere konumlandırıyor. Özellikle gerilim ile fantastik öğelerin bir arada, estetik sunumunu görmek için ideal bir film. Gerçekliğini güçlü bir fantastik unsurdan alan Possession’nın David Cronenberg filmlerine de benzerliği var. Żuławski’nin kurduğu imgeler Cronenberg’inkilere göre daha soluk gibi görünse de aslında kendi içinde daha canlıdır ve hayatın içinden bir dinamizme sahiptir. Şunu da eklemek gerekir ki filmin müziği, filmin hikayesiyle şiddetli bir uyum içindedir. Müziğini Andrzej Korzynski‘ye borçlu olduğumuz Possession, bu özelliği ile akıllara Dario Argento’nun Suspiria ve Phenomena gibi filmlerinin müziklerini getirir.

Possession Blu-Ray: Le Chat Qui Fume (Fransa)
Yazımızı bir ev sineması haberiyle noktalayalım, Fransız Le Chat Qui Fume (sigara içen kedi) firması, Possession için 1500 limitli bir Blu-ray / UHD seti hazırladı. Şu an hala ön siparişte (ve büyük ihtimalle de tükenmekte olan) sette Zulawski’nin hayatına ve kariyerine odaklanan 200 sayfalık bir kitap dahil tonla ekstra mevcut. Setteki tek altyazı seçeneği Fransızca, söz konusu kitap da yine Fransızca. Eğer Fransızcanız varsa mutlaka takip edin deriz. Le Chat Qui Fume, setin dağıtımına Ocak 2021’de başlayacak.
