MANK: Değişmeyen Hollywood

Çektiği sayısız video klibin ardından 1990’larda sinemaseverlere Seven (1995), The Game (1997) ve Fight Club (1999) gibi usta işi filmler hediye etmiş olan David Fincher, bu sefer Orson Welles’in en ünlü eseri, sinema tarihinin köşe taşlarından Yurttaş Kane’in (Citizen Kane, 1941) senaryo yazım sürecini ve tabii ki 1930’lar Hollywood’unun perde arkasını aktardığı Mank (2020) ile karşımızda. Filme adını veren isim ise 1953 yılında vefat eden, Yurttaş Kane’in senaristi Herman Mankiewicz, kısaca “Mank”. 55 yıllık kısa ömrüne 90’ın üzerinde senaryo sığdırmış, 1920’ler ve 30’lar Hollywood’u üzerinde en hafif tabiriyle “azımsanmayacak” bir etkisi bulunan Mankiewicz, o yılların medya devi W.R. Hearst’ü karşısına alacak bir senaryo kaleme alınca, doğal olarak en çok bu eseriyle, Citizen Kane ile anılır oldu. Tabii bunda Hollywood’un, Hearst üzerinden Orson Welles’e duyduğu nefretin de katkısı büyük.

Öte yandan David Fincher’ın 11. uzun metrajlı filmi Mank’i, Citizen Kane gibi harika bir film ile Welles’in kariyeri üzerine değil de, 1941 Oscar ödüllerinde açıkça görüldüğü üzere, Hollywood’un tüm bu “Yurttaş Kane karmaşası” içinde bağrına bastığı tek isim olan Herman Mankiewicz üzerine kurmuş olması ilginç bir tercih. Bu noktada elbette Mank’in senaristi olan, Fincher’ın 2003 yılında vefat eden saygıdeğer babası Jack Fincher ve yönetmenin babasına olan vefası önemli rol oynamış olabilir. Zira Mank ne Herman Mankiewicz’ın biyografisi, ne de Mankiewicz’in kariyerine yapılan bir saygı duruşu. Filmin oldukça dağınık ilerleyen bir yapısı var, tabii bunu Fincher’a iletsek büyük ihtimalle Mank’ten şu replikle cevap verecektir: “Bir insanın hayatını iki saate sığdırmak imkansızdır. En fazla, seyircide o hayatın izlenimini bırakmayı umabiliriz”.

Yukarıda bahsettiğimiz Oscar kısmını hemen açıklayalım: 1941 yılında Citizen Kane tam 9 adaylık kazansa da, sadece en iyi senaryo dalında (Mankiewicz ile Welles) ödül kazanır. Bu noktada Hollywood, diğer sekiz adaylığı sırf Welles’e kaybetme duygusunu yaşatmak için ortaya koymuş bile olabilir. Bunu ben değil, Citizen Kane’de montaj masasında çalışmış olan usta yönetmen Robert Wise söylüyor (The Battle Over Citizen Kane, 1996). Yine Wise’ın söylemiyle, “en iyi senaryo” ödülüne Welles ortak olsa da, bu ödül doğrudan Mankiewicz düşünülerek verilmiştir. Welles en iyi erkek oyuncu, en iyi yönetmen ve en iyi film dahil birçok kategoride “kaybetmiştir”. Bunun en iyi göstergelerinden biri de, Welles’in adının geçtiği her adaylık açıklamasını takiben, salonda yuhalama seslerinin yükselmesidir.

Hollywood, medya devi W.R. Hearst’ün tarafını tutmuş, Hearst’ün Welles’e karşı başlattığı karalama kampanyasını, doğruluğunu hiç sorgulamadan desteklemiştir. Hearst, sahibi olduğu onlarca gazete aracılığıyla Welles’e dört bir köşeden saldırmış, onu komünist, eşcinsel ve ajan olmakla suçlamıştır. Aklına gelen her şekilde saldırarak Welles’i lekelemek, dahası Citizen Kane’in gösterilmesini, dağıtılmasını engellemek istemiştir. Ortaya atılan “komünist” suçlaması, senatör McCarthy’nin (1947-1957) asılsız suçlamalarla başlatacağı “cadı avı” dönemi öncesinde Welles için hiç iyi olmadı ve zaten varolan nefreti daha da körükledi. Tabii tüm bunlar Fincher’ın filminde ele alınmamış konular, Mank’te ele alınanlarla yazımıza devam edelim.

Hollywood ve “Eğlence Sektörü”

Filmde Hollywood’un en iyi yansıtılan yönlerinden biri, büyük yapım şirketlerinin, özellikle yöneticiler düzeyinde, sinema sanatına olan uzaklıkları. Bu durum günümüzde de pek değişmiş değil, hatta artık herhangi bir filmin maddi getirisi sadece yapımcıların ofislerinde değil, nedense sinema seyircileri arasında da konuşulmaya başlandı. Bir filmden, o filmin yapım şirketi üzerinden konuşmak oldukça tuhaf aslında çünkü Harry Potter örneğinden gidersek, herkes filmlerin Hollywood’a ne kadar para kazandırdığından konuşsa da, kimse kitapların yayınevine ne kadar para kazandırdığından bahsetmedi. Bahsedilmesi de gerekmez zaten, zira her iki konu da, sırasıyla sinema ve edebiyatla alakasız.

Mank’e dönersek, Metro Goldwyn Mayer’in kurucularından L.B. Mayer’in doğumgünü partisi sahnesinde Mayer, Hearst ve gösteri dünyasından davetliler arasında konuşulan konuların sinemayla alakasız olmasına özen gösterilmiş olması, gerçekten de Hollywood’un sinema üreten büyük yapım şirketlerinde vurgu’nun “sinema” değil, “şirket” kavramında olduğunu net bir şekilde gösteriyor. Günümüzde de Netflix’in izleyicilerin ilgisini çekmek, daha çok para kazanmak için bilgisayar ortamında, üyelerinden topladığı verilerle desteklenen algoritmalar kullanması yine bu eski, ancak hala yürürlükte olan Hollywood sisteminin bir uzantısı. Mank’teki söz konusu sahnede de Mayer, Hearst, yapımcılar, yönetmen ve senaristlerin konuştuğu konular şirketin nasıl büyütüleceği, nasıl bir politik tavır takınılacağı ve çalışanların az maaşla nasıl hoş tutulacağı etrafında şekilleniyor. Fincher’ın buradaki yaklaşımını Hollywood’u destekler nitelikte bulmadık ancak yerin dibine batırmadığı da açık.

Propp’un Masal Şeması ve Sinemadaki Yansıması

Halkbilim (folklor), etnoloji ve göstergebilim alanlarında çalışmış olan Rus bilim insanı Vladimir Propp (1895-1970), yüzlerce Rus halk masalını inceleyerek, yapısalcı yaklaşımla ortaya bir anlatı iskeleti çıkartmıştır. Her masalda 7 tür kişi, bu kişiler veya anlatıcı üzerinden ilerleyen 31 de işlev vardır. Bu öğeler dikkate alındığında, masalların anlatıları veya kişileri birbirinin yerine bile geçebilir, o derece homojen bir yapı söz konusudur. Tabii bu “düzenli yapıyı” ortaya çıkartan, Propp’un eşsiz çalışmaları olmuştur (Masalın Biçimbilimi, Om Yayınları, 2001).

Propp bu çalışmasını bilimsel bir temele oturtmuş ve masalları daha iyi anlamak, onları daha iyi çözümleyebilmek için yapmış olsa da, her bilimsel buluş gibi, Propp’un bu şeması da biraz abartarak söylersek “kötü emellere” alet edildi. Günümüzde sinema ve TV alanlarında hizmet veren büyük yapım şirketleri, yukarıda bahsettiğimiz Netflix örneğinde olduğu gibi, başarılı olan bir filmi veya diziyi yine yapısalcı yaklaşımla parçalarına ayırıp, söz konusu eserin “neden başarılı olduğunu” anlamaya çalışırlar ve aynı Propp’un yaptığı gibi, tabii çok daha amatörce, bazı temel esaslar saptarlar.

Örneğin baş kahramana empati duyulması için başına bir şey gelmelidir, veya seyircinin kahramanın tarafını tutması için kahraman bir veya birkaç haksızlık yaşamalıdır, vs. Bazı Hollywood filmleri size “tıpatıp aynı” geliyorsa, sebebi burada yatıyor. Farklı karakterler ve farklı olaylarla, bir önceki filmin başarısını yakalamak adına aynı anlatı iskeletini tekrar oluşturmak söz konusu. Ne var ki sanatın başarısını taklit etmek için bilime başvurmak her zaman olumlu sonuç vermiyor. Meşhur cümleyle ifade edersek, “hiçbir bütün, parçalarının toplamıyla eşdeğer değildir”. Bu ifadenin de çok güzel temellendirdiği gibi, başarılı olan başka yapımların parçaları yeni çekilen bir filme yama edilince, bazen matematik tutsa da, çoğu zaman ortaya, Dr. Frankenstein’ın canavarı misali eklektik, bütünlükten uzak bir yapı çıkıyor.

Mank ve Siyah-Beyaz Estetik

Filmin baştan sona siyah beyaz çekilmesi güzel bir tercih olmuş, belli bir plastik güzelliğin yakalanmaya yaklaşılması da 1930’lar Film Noir çekimlerinin taklit edilmesi sayesinde gerçekleşmiş, bu da Noir türüne saygıda kusur etmeyen, yerinde bir dokunuş bizce. Marion Davies’in (Amanda Seyfried) çığlık attığı sahnede Gary Oldman’ın canlandırdığı Mank’in yatağında doğrulduğu sıradaki çekim açısı, kameranın durduğu yükseklik vs. hepsi 1930’lar ve 1940’lar klasik Amerikan filmlerinde gördüğümüz çekimlere selam eder nitelikte. Bu sahnede bir diğer ayrıntı da elbette o dönemde sessiz film çekiliyor olması, dolayısıyla stüdyoda / çekim alanında bir çığlık duymak oldukça olağandışı bir durum.

Mank’te sesli filmlere (talkies) geçişten de bahsediliyor ancak yazımızın girişinde de belirttiğimiz gibi, filmin merkezinde sadece Herman Mankiewicz’in Citizen Kane’in senaryosunu yazdığı 60 günlük döneme odaklanılıyor. Sessiz sinema döneminin kapanması, Hollywood’un politikaya aktif olarak dahil olması, büyük sinema şirketlerinin sinemadan uzak yapısı, tüm bunlar yan konular ve kanımızca Orson Welles’in ve Citizen Kane’in bu yapımda daha çok yer alması gerekirdi. Fincher belki de Welles’i sadece birkaç karanlık sahnede göstererek hem Citizen Kane’in olağanüstü çekim tekniklerine hem de Welles’e saygı duruşunda bulunmak istemiş olabilir.

Bu noktada Fincher’ın senaryo kavramına verdiği önem de ortada elbette, sonuçta filme adını veren isim bir senarist. Senaryo önemsizdir diyecek değiliz doğal olarak ancak bugün bile Hearst’ü veya Mayer’i, hatta Mankiewicz’i değil de Yurttaş Kane’i hatırlıyor ve biliyorsak, bunun en büyük sebebi Citizen Kane’in sinematografisi ve döneminin çok ilerisinde olan sıradışı çekim açıları. Bunu da Welles, sinema tarihinde çok önemli filmlerin mutfağında bulunmuş olan sinematograf Gregg Toland ile çalışmasına borçlu. Toland, Yurttaş Kane dışında Uğultulu Tepeler (1939), Gazap Üzümleri (1940) ve Hayatımızın En Güzel Yılları (1946) gibi filmlerde çok önemli yönetmenlerle çalışmıştır ve Citizen Kane’de gördüğümüz deep focus (hem kameranın dibindeki Welles’in kafasının, hem de Welles’e 20 metre uzaklıktaki diğer oyuncunun aynı netlikle görülebildiği alan derinliği tekniği) gibi birçok teknik de Toland’ın adıyla anılır.

Citizen Kane (1941), deep focus’a örnek.

Sonuç

Sonuç olarak Gary Oldman ile Amanda Seyfried’in kalteli oyunculuklar sergilediği, Charles Dance, Tuppence Middleton, Monika Gossmann ile Lilly Collins’inde yardımcı rollerde çok başarılı olduğu Mank, 1930’lar Hollywood’unun perde arkasına kısaca göz atmamıza olanak verirken sinema tarihinin bu fırtına öncesi (Citizen Kane öncesi) sessizliğini yansıtmayı da başarıyor. Dediğimiz gibi kanımızca Orson Welles’in Yurttaş Kane filminin çekim aşamaları ve Hollywood’da yarattığı infial Herman Mankiewicz’in söz konusu senaryoyu tek başına yazmış olmasının altının çizilmesinden daha önemli görünüyor gözümüze, yine de Fincher’ın ve saygıdeğer babasının (Mank’in senaristi, 2003’te vefat etmiş olan Jack Fincher) sanatsal tercihlerine karşı gelmek gibi bir niyetimiz bulunmamakta. Hollywood’un sessiz sinema ve sonrasındaki klasik dönemine ilgi duyan herkese tavsiye edilir.

H. Necmi Öztürk

Bir Cevap Yazın