SPENCER: Gırtlağı Tırmalayan Ebedi Bir Halüsinasyon

Varoluş, birey tarafından kabul edildiğinde ona evrensel bir anlam, etiket vermek gerekir. Kimi zaman erdemleri ve arzuları bu uğurda gevşetmek ya da sıkmak en az bir ayakkabının bağcıklarını sıkmak ya da gevşetmek kadar kolaydır. Bireyi bu duruma düşüren varoluş, bir anlamda kişiyi önceki kendi’nden ayrılmaya, kopmaya iter. Bir sonraki ben’in ne olacağını bilmeden ansızın terk edilen önceki ben ise amacına uygun olarak varoluşunu doğrulamaya çalışır. Bu bir nevi ana yemeğe oturmadan önce bir şeyler atıştırmanın verdiği hazzın gizemli öznesidir. Senaryosunu Steven Knight’ın yazdığı, yönetmenliğini Pablo Larraín’in yapmış olduğu Spencer (2021), öznenin yardımına koşan umutsuzluğu kutsar nitelikte. Güzel, arzulanabilir olanın tanımı kişiyi umutsuzluğa düşüren ile aynıdır. Spencer’ın tinsel fırtınalarının kıvılcımlarını bu çerçevede gözlemlemek, insanda kaçmanın mümkün olmadığı bir kasırganın tam dibinde oturmak gibi bir his uyandırıyor.

Geri Döndürebilir Olandan Masala Dönüşür Herşey

Filmin hemen başında yer alan “A Fable From A True Tragedy” ifadesi zihinde tam bahar temizliği ortasında kapıyı çalan davetsiz bir misafir gibi. Öyle ki tüm film boyunca onunla baş etmeye çalışıyoruz. Öte yandan misafirin aslında bizim tarafımızdan, bile isteye çağrılmış olduğu düşünülünce yalnızca onu başımızdan defetme biçimimize odaklanıyoruz. Bir ikametgahın en azılı düşmanımıza dönüşme sürecinin tam ortasında katıldığımız olaylar bizi elle tutulabilen, gözle görülebilen bir hapishaneden ziyade tamamen zihnin içine inşa edilmiş bir zindana doğru sürüklüyor. Psikolojik gerilim kodlarının en keskin dişlerini gösterdiği Spencer, nefes almaya izin veriyor ancak bunu en kısıtlı yoldan gerçekleştirmemizi şart koşuyor. Kendi geçmişini budama arzusunda olan Diana (Kristen Stewart) ancak kendini Anne Boleyn ile özdeşleştirdiği noktada bu amacına katkıda bulunabiliyor. Yaşayan bir hayaletin temsili olarak Kristen Stewart’ın Diana karakterini üzerine oldukça iyi bir şekilde giydiğini söyleyebiliriz. Öte yandan Diana’nın kendi hayatı için bir hayalet olduğu düşünülürse sahip olduğu her şeyin, onu görünmez kılma yolunda oldukça sağlam prangalar meydana getirdiğini de ekleyelim.

Gözlerin Ketum Bir Dili Var Ancak Yine de Konuşabiliyorlar

Söylenmiş olanın hiçbir yükümlülüğünün olmadığı noktada ya konuşacak gözler ya da etrafa saçılmış olan gizemli uyarılar vardır. Pablo Larraín her ikisi için de izleyiciye keşfetmesi eğlenceli olan hazineler bırakmış. Filmin başlangıcında sarayın içine girer girmez bizi dışarıdan içeriye sanki gizlice sokmuş olan Larraín, bıraktığı bir uyarıyı göstermek istiyor: “Keep noise to a minimum, they can hear you” (Gürültü yapmamaya çalışın, sizi duyabilirler). Bu uyarı levhası bulunduğumuz noktadan oldukça görülebilir bir düzeyde duruyor. Filmin neredeyse tamamına yayılan bu uyarı, etrafta tek bir varlık dahi olsa onu kendi hayaletinden ürkecek hale sokuyor. Bu noktada Diana’nın gerçek hayatı, hiç tanımadığı bir saplantıya dönüşüyor. Geçmişin ve geleceğin değil tamamen şimdinin mahkûmu olan bir karakterin yavaş yavaş silikleşmesine ancak bir türlü silinemeyişine tanıklık ettiğimiz olaylar bizi durumların içine her daim kaçak bir şekilde alıyor. Biyografik türe tamamen kendine has ritimler katan karakterin bu anlamdaki psikolojik yansımaları, anlatımda sürükleyici bir kompozisyon oluşturuyor. Masalın olabilecek en trajik yanı ise trajik olma konusunda tam da zirve yapmışken bizi yanına çağırmış olması. İzleyici olarak çoktan düşüşünü tamamlamak üzere olan bir enkazın altında durmuş onun üzerimize çökmesini bekliyoruz. Ana karakter şimdinin esiriyken, bizse düşüşün tam da son noktasında dizlerimizin üzerindeyiz.

Hiçbir karesiyle taklitçiliğe düşmeyen, kendi özgünlüğünü bozmayan Spencer’ın görüntü yönetmeni koltuğunda daha önce Mon roi (2015), Portrait de la jeune fille en feu (2019) ve Petite maman (2021) gibi filmlerden tanıdığımız Claire Mathon var. Etkileyici dokunuşuyla filmin her karesinden ayrı tablolar çıkartan Mathon, kendi anlatım diliyle filme çarpıcı bir esinti vermiş. Ana karakterin her anlamdaki düşüşü yaratılan karelerde dolaylı olarak yükseliş ikilemini ayağa kaldırır hale gelmiş. Senaryonun filmin ana hikâyesini hiçbir şekilde romantize etmeden sunması, romantik olana geçmeden önce psikolojik şiddet alt tabanlı bir arzuyu açığa çıkarıyor. Bunun en güzel örneklerinden birini “soğuk hava” / “ısıtılmayan saray” ikilisinde görebiliriz. Görünürde oldukça sıcak tonlara sahip olan filmin her karesinde karakterlerin başlangıçtan beri bedeni baştan aşağı ürperten bir soğukluktan yakınmalarına tanık oluruz. Bu soğukluk fiziksel olanı kullanarak psikolojik olana doğru bir altyapı hazırlar. Böylelikle göze hoş gelebilecek tüm düzende sadece bir hissediş soğukluğun ne olduğunu duyurur. Bu şekilde mevcut durum daimî olarak kendini hatırlatır pozisyondadır. Öyle ki Diana’nın giyindiği her elbiseye gizlice sızmış halde, soğuk, bedeninin her noktasına dokunur. Bu soğukluk ana karakter üzerindeki tedirginlik ile buluşunca da, denklem tamamlanmış olur. Bundandır ki Claire Mathon’un görsel aşamada yaratmış olduğu sıcak tonlar, zıtlık yaratmak için oldukça zengin bir arka plan oluşturur.

Yanlış Cennetin Üç Günü

Masalsı hikâyenin sadece üç gününe tanık olabildiğimiz Spencer, temellerini bir yere kadar tarihten alsa da, ana hikâyenin bütününe yönelik gerçekçi bir hakimiyet sunuyor. Bunu karakterleri canlandırma biçimlerinden çıkarabiliriz: Kapalı kapılar ardındaki olay örgüsü kanlı canlı karakterlere hayat vermektense duygulara yönelik bir hizmet sunuyor ve bu da masalsı anlatıya uygun bir derinlik yaratıyor, özellikle de zihinde kazanılmış olan özgürlükle gerçek hayatta kazanılmamış olan arasında boyun eğen her yasayı görmezden geliyor. Sadece bildiği yolda ilerliyor ve buna rağmen masal hiçbir zaman özgür kalmıyor. Kendi özgür olamama durumunun kölesi olmak ise, zihinde asıl söz sahibi olan duygu durumu.

Film bir tarih sayfasını mercek altına almaktansa şimdiki zamanın kölesi olmuş bir karakterin köklerine, geçmişine duyduğu özleme dokunuyor. Bu özlemin yerini hiçbir şeyle dolduramamış olması anlatımın ana yıkım noktasını oluşturuyor. Spencer’ın diğer biyografi filmlerinden farkı da buradan geliyor: Onu yönlendiren belirli bir tarihten ziyade bir kimliğin yeniden, defalarca kez yaratım süreci söz konusu. Öyle ki bunun örneğini Diana’nın kıyafetlerle olan ilişkisinden de çıkarabiliriz. Geçmişe ait olan ve her ne kadar yıpranmış, kirlenmiş de olsa onun için yüksek manevi değere sahip, geçmişle bağlantı kurabildiği tek kıyafeti giydiğinde yaşadığı dışavurum, bu kimlik bunalımının en güzel yansıması olarak değerlendirilebilir. Bu anlamda Diana’nın resmettiği portre herhangi bir döneme ait bir portre değil.

Kendinin de Önüne Geçen İkonik Bir Karakter

İkon olarak belirli bir karikatürün önüne geçmek her zaman güçtür. Karakter, içinde taşıdığı ölçüde alevleri dışına da yansıtmadıysa bu durum gizemli çıkmazlar doğurur. Diana karakterine özgürlük katan en önemli nokta da bu. Hayatın genel olarak dramatik yanından beslenmektense içsel olanın dramatik yanının ilk kıvılcımları her zaman içe atılır. Kabul edilmiş olan iç dünya böylece baştan çıkarılır. Pablo Larraín bu anlamda parçalanmış bir formu tekrardan inşa etmek yerine onun sonuna kadar parçalanmasına izin veriyor ve bunu da en sansürsüz haliyle sergiliyor. Tarihsel olarak büyük bir şatafata ev sahipliği yapan tüm karakterler bu şekilde taktıkları en ışıltılı takılarla, en renkli kıyafetlerle sıradan birer varlığa dönüşüyorlar.

Müzikal çerçevede de eli oldukça sağlam olan Spencer’ın halüsinasyon etkileri doğuran dünyası Jonny Greenwood’un evreniyle bütünleşmekle kalmamış, ona koşar adımlarla sarılmış.  Greenwood’un özellikle There Will Be Blood (2007), We Need to Talk About Kevin (2011), The Master (2012), Inherent Vice (2014), Phantom Thread (2017) ve bunun yanı sıra Radiohead ile bağlantılı çalışmalarını da düşününce Spencer onun için adeta şaha kaldırılmayı bekleyen bir varlığa dönüşmüş. Bestecinin şu sıralar merakla beklenen Paul Thomas Anderson’un son filmi Licorice Pizza’nın da müziklerini yaptığını ekleyelim.

Gerçeküstü Olanın Sınırlarında Naif Bir Hayal Gücü

Böylesine yıkık, tarihte en çok dikkat çeken karakterlerden birine soyunan Kristen Stewart, aksanı, cümlelerinin ritmi, duruşu ve yaratmış olduğu oyuncu kimliğiyle her anlamda tanık olmaya değer anlar vaat ediyor. Ona eşlik edenler arasında ise özellikle Maggie karakteriyle Sally Hawkins’i görmek en nadide sürprizlerden biri. Muhtemelen önümüzdeki dönemlerde üzerine film yapılması muhtemel olan Maggie karakteri, Diana’nın kostümcüsü olarak tarihte yerini alıyor. Dönemin modasına, hatta günümüzün trendlerine de oldukça örnek oluşturacak çalışmaları olan Maggie, Sally Hawkins’in elinde dans eden bir kuğu gibi süzülüyor.

Görüldüğü en kısa anlarda olay örgüsünü tamamlamada oldukça önemli bir konuma sahip olan Maggie dışında aynı işlevi gören ancak tarihsel açıdan statüsü Maggie’ninkine yakın olmayan Major Alistar Gregory karakterine hayat veren Timothy Spall da her zamanki gibi çok iyi bir performans sergiliyor. Karakterin varlığı tarihsel değil, tamamen kurgusal yapının içine yerleştirilmiş olsa da, Alistar Gregory kesinlikle anlatıdaki “tutsaklık” temasını ören en önemli karakter. Timothy Spall’ın bu karaktere vermiş olduğu hava Diana’nın tekinsiz havasıyla bütünleşince, izleyici olarak ikisinin arasında kalmak istemeyeceğimiz bir ortam meydana geliyor. Ölümünün hiçbir zaman acımasız bir son mu yoksa bir saray siyaseti trajedisi mi olup olmadığını bilemeyeceğimiz; tıpkı Anne Boleyn’in yaşamı gibi Diana’nınkiyle de bu denli gerçeğe yakın ancak son derece gerçeküstü bir bağ kurduğumuz Spencer, kendi sesinden hiçbir şey kalmayana kadar kendini her anlamda feda eden bir film.

Burcu Meltem Tohum

Bir Cevap Yazın