Yönetmenliğini, filmografisi genelde pek bilinmeyen ancak deneysel sinemada başarılı diyebileceğimiz Fransız yönetmen Claire Denis‘nin yapmış olduğu High Life, 3 Mayıs Cuma günü gösterime giriyor. Denis’nin sinemasını poetik olarak tanımlayabiliriz ve işte tam da bu açıdan, High Life ile onun bu poetik yanı, çekim ile kurgunun buluştuğu noktada günümüzün görsel ağırlıklı sinema arayışının temel öğelerini vermektedir. Filmin başrollerinde Monte rolünde Robert Pattinson, Dibs rolünde ise Juliette Binoche’ u görürüz. Ayrıca belki bazılarınız hatırlar, bir zamanın aniden yükselen grubu Outkast grubunun önemli üyelerinden André Benjamin’ i de bu filmde görmeniz mümkün; son olarak Art house türündeki filmlerle doğup büyüyen Mia Goth’ u da es geçmemek gerek.

Kaos’suz Kosmos ve Mekanın Kullanımı
Hepimiz biliyoruz ve tahmin ediyoruz ki deneysel sinemanın en önemli yapı taşlarından biri de mekanda minimalist olmaktır. Denis’nin, High Life’ın görsel düzeneğini oluştururken – uzaysal mekan yaratmanın bir zorunluluğu olarak – bu yönelimden faydalanmış olduğuna dikkat çekmek isteriz.
Uzayda Bir Denizaltı
Denis’nin verdiği bir röportajdan yola çıkarak High Life’da gerilim dolu bir mekan yaratma mevzusunun en başta yönetmenin kendisi için korkunç, dehşet verici bir durumla alakası olduğunu söyleyebiliriz. Denis için denizaltıların her zaman ürkünç olması ve orada barınmanın belli bir zaman dilimiyle kısıtlı olması dikkatini çekmiş olacak ki, hayalindeki denizaltıyı uzaya taşımış.

İster uzay gemisi olsun ister denizaltı; bu iki mekanik ortam da oyuncular tarafından kullanılan eşya sayısını en aza indiren birer faktör. Bir filmde mekanda eşya kullanımı ne kadar aza indirilirse, aktarılan hikayenin izleyiciler tarafından özümsenme ve sentezlenme süresi de o denli uzun olur. Bir düşünsenize mekanda aklınızı kurcalayacak; “acaba o sofa orada ne amaçlı kullanılmıştı? ya da “Duvar kağıdının renki neden şifoniyer ile aynıydı?” gibi soruların hiçbiri aklınıza gelmiyor. Pek tabii bu tip soruların sadece belli başlı sinefillerin aklını kurcaladığını biliyoruz. Şu an yazının bu kısmına kadar gelip hala okumaya devam ediyorsan bu soruların senin aklını kurcalamadığını da tahmin ediyoruz. 🙂
Aranızda klostrofobik mekan kullanımını sevenleriniz varsa High Life sizin için biçilmiş kaftan diyebiliriz. Özellikle tıpkı Pattinson gibi hayatınızı sürekli belli bir odada sadece haftanın geçip gitmesini bekleyerek geçiriyorsanız filmde 2 saatin nasıl geçtiğini anlamayacaksınız bile. Hatta insanlar meditasyon için tonla para harcarken siz bu filmi izleyip bir yandan kendinizi uzayın yumuşak zeminli mekanına bırakırken diğer yandan 2 saatlik meditasyonunuzu da rahatlıkla yapabilirsiniz.

Uzayda Birçok Tonda Işık Kullanımı
Sinemanın olmazsa olmaz unsurlarından biri de ışık kullanımı. Mekanın hikayeyi anlatma ve yaymadaki hali ne kadar önemliyse ışık kullanımının da mekana renk vermesi açısından ne kadar önemli olduğunu tahmin edebilirsiniz. High Life’da birçok tipte ışık kullanımı var; bu da izleyicinin 2 saat boyunca belli bir gerilim hattında durmasına olanak veriyor.
James Turrell’in Renkli Odaları
High Life’da ışık kullanımından söz açılmışken Denis’nin etkilenmiş olduğu sanatçı James Turrell’den bahsetmezsek olmaz; yönetmen, sanatçının bir sergisinde Turrell’in kırmızı ve mavi odalarını gezmiş ve o odalarda ışığın kendisine verdiği hissiyattan oldukça etkilenmiş. Işıkta renk dağılımının kullanımı, verdiği his bakımından bu bağlamda büyük önem taşıyor.

Herkes İçin Uzay
Claire Denis için High Life’daki denizaltı ya da uzay gemisi aslında benim, senin ya da onun odası; hepimizin aynı anda birden fazla zaman aralığında paylaştığımız bir oda. İçinde kaçacak ya da saklanacak; dahası seni çepeçevre sarıp sana kendini korunduğunu düşündürecek bir alan yok. Sadece odan var. High Life bu açıdan aslında izleyicinin öz benliğine sesleniyor; onu içine çekiyor. Öyle ki Denis bu filmi çekerken kendisini, kendi odasındaymış gibi resmetmeye çalışmış. Eğer Denis’nin odasını merak ediyorsanız aslında bu ayrıntı bile filmi izlemek için yeterli.

Distopik mi?
Her katastrofik film distopik değildir. Yıllarca süren çalışmaların akabinde bir filmi sadece tek bir bakış açısına indirgemek verilen emeğe, harcanan enerjiye haksızlık etmek olur. Dahası kimine göre distopik olabilecek bir yapımın başkasına göre ütopik olması da oldukça olağan olduğu için tek düze değerlendirmelere sığınarak filme gitmenizi tavsiye etmiyoruz.

Not: Bu yazı filme dayanan gözlemlerin yanı sıra, ayrıca Film Comment dergisinin Claire Denis ve Robert Pattinson ile yapmış olduğu röportajdan da faydalanarak oluşturulmuştur. Röportaj ile ilgili ayrıntılı linklere anasayfamızdan ulaşabilirsiniz.