Alfred Hitchcock’un 1935 yılında çektiği 39 Steps adlı film, bir dizi yakın çekimle başlar. Önce kocaman bir “Music Hall” yazısı, ardından küçük bir vezne, sonrasında vezneye doğru para uzatan bir adamın, içeriden ise bileti ve para üstünü uzatan bir kadının elini görürüz. Takip eden sahnede mekânın zeminini kaplayan halı, adamın biletini görevliye vermesi, bir kapıdan içeriye girmesi ve bazı koltukların yakın çekimleri bizi karşılar. Son olarak yürüyen adamın ayakkabılarına yakın çekim yapılır, bir koltuğa oturduğundaysa kamera yavaşça geniş plana geçer ve ancak o zaman bir sinema salonunda olduğumuzu anlarız. İlk kez Mark Cousins’ın efsanevi belgeseli sayesinde farkına vardığımız, sonrasında ise Hitchcock’un Vertigo (merdivene tırmanan eller) ve Marnie (koltuk altında taşınan sarı çanta) filmlerinin başında da tanık olduğumuz bu tür eklektik sahneleri, bu sanatsal intro’ları aklımıza getiren, elbette Sam Mendes’in son filmi 1917’nin (2019) usta işi açılış sahnesi.

Şubat ayında Paris’te, tıklım tıklım bir salonda izleme şansı bulduğumuz 1917, ülkemizde bir türlü gösterime giremedi. Biraz daha ertelenirse DVD’sinden izleme aşamasına geleceğiz neredeyse. Umarım öyle olmaz çünkü açılış sahnesi başta olmak üzere, tüm filmi tekrar beyazperdede izlemek büyük bir keyif olacak ve gerçekten de DVD’den veya bilgisayar ekranından değil, sinemada izlenmesi gereken, “grand” bir yapım 1917. Ve bunu söylerken filmin tek çekim gibi görünmesini kast etmiyorum bile.
Tek Çekim Efsanesi
Bunca zaman sonra artık bu bir spoiler sayılır mı bilmiyoruz ama baştan söyleyelim, tek çekimden ibaret değil, Sam Mendes’in son çalışması. Yani Sokurov’un Russian Ark’ı gibi, çekim süresiyle film süresi aynı uzunlukta değil. Efsanevi görüntü yönetmeni Roger Deakins’ın bir röportajda söylediğine göre filmi 65 günde çekmişler ve en uzun süren tek çekim, 9 dakika imiş. Bu 65 günlük, sinirleri yıpratan çekim koşturmacası öncesinde ise yönetmeninden makyaj departmanına, oyunculardan kamera ekibine, figüranlara varıncaya dek herkes, 6 ay boyunca prova yapmış. “Roger (Deakins) ile birlikte boş bir araziye bayraklarla işaret koymakla başladı herşey” diyor Mendes. Ayrıca yüzlerce metre uzayıp giden hendeklerin kazılması gibi inanılmaz boyutlarda bir iş gücünün de damgası var filmin her saniyesinde.

Ancak teknik detayları bir kenara bırakıp şunu söylememiz çok önemli çünkü Sam Mendes’in, bu filmi tek çekim gibi görünecek şekilde kurgulamasının ardında biçimsel değil, içerikle, sanatsal ifadeyle ilgili bir kaygı yatmakta. Mendes, yazıp yönettiği 1917 için kendisini harekete geçirecek ilhamın büyük kısmını dedesinin, aile büyüklerinin savaş anılarından almış. Ve bu şekilde, kulaktan kulağa, nesilden nesile aktarılan hikayelerde, Jung’vari bir antropolojik kalıntı, büyüleyici bir tarihsel tat vardır. İster 7000 yıl öncesinin Antik uygarlıklarına, ister mitolojinin oluşumuna, istersek de daha yakındaki Ortaçağ sözlü geleneğine bakalım, tüm hikayeler kulaktan kulağa aktarılmış, böylelikle sihirlerinden hiçbir şey kaybetmemişlerdir.

Sam Mendes de aile büyüklerinden, çoğunlukla “tek seferde”, herhangi bir düzenleme veya duraksama, ayarlama olmadan, yaşandığı gibi, soluksuz olarak dinlediği bu savaş hikayelerini, yine aynı şekilde, bir anlamda “sözlü olarak” gelecek nesillere aktarmak, onlara bu duyguyu yaşatmak istemiş. Başroldeki iki karakterin hikayesini, sanki yanlarındaymışız gibi, ya da doğrudan olan biteni onlardan dinliyormuşuz gibi deneyimlememiz, anlatılanların vahametine hâkim olabilmemiz için, herşeyi tek çekimmiş gibi izlememiz gerektiğini düşünmüş. Naçizane fikrime göre haklı da, çünkü salondan çıktığınızda, kendinizi film izlemiş olmaktan çok, bir dizi olaya bizzat tanık olmuş gibi hissediyorsunuz.

Deleuze’ün İmgesel Hareket ve Zaman Kavramları
Bu noktada kısaca Gilles Deleuze’ün “image-mouvement” ile “image-temps” kavramlarından bahsetmek yerinde olacaktır. Bu iki kavramı biraz da sinemanın tarihsel gelişimine paralel olarak öneren Deleuze, ilk kavram olan eylemsel imge ile, montajın krallığını ilan ettiği dönemde, her imgenin, göstererek veya gizleyerek, bir hareketin temsiline hizmet ettiği sinema anlayışını kast eder. Sonraki dönemde (1935 sonrası) ortaya çıkan sinema anlayışına gönderme yapan zaman imgesi kavramıysa, imgeler evreninde hali hazırda devam eden eylemselliğin, zaman kavramının görsel yansımasıyla tanışmasını müjdeler. Zaman imgesi eylemsel imgeyi dışarlamaz, aksine onu kucaklar, ne var ki görsel olarak nadiren tanık olunabilen, sanatsal olarak çok daha çetrefilli bir şekilde ortaya konabilen bir durumdur zaman imgesi. Ne de olsa görünmeyen, belki de var olmayan bir olguyu ekrana taşımaya çalışır yönetmenler: Zaman.

Sinemanın natürmortu olarak ifade edilebilecek olan zaman imgesi, özellikle 1940’lara gelindiğinde seyircilerin daha sık deneyimlediği bir görsel temsil haline geldi. Kameranın boş bir evde masanın üzerine bırakılan yemeklere odaklanması, gündelik işlerin filmsel zamanla aynı sürede geçmesinin sağlanması, sabit kamera tekniği veya plan sekanslar kullanılması, vs. Dolayısıyla bugün tek çekimden oluşan filmlerden, sonu gelmeyen plan sekanslardan bahsediyorsak, hepsi sinemanın emekleme yıllarından günümüze (bu noktada biraz Benjamin Button-vari bir durum hâkim tabii) gelene kadar geçirdiği evrelerin bir sonucu. 1917’de Sam Mendes, muhteşem oyunculuklar, kendini hissettirmeyen aktif kamera kullanımı ve görsel efektlerle eylemsel imge kavramına hiç ara vermeden hizmet ederken, bir yandan da tüm filmi tek çekim gibi gösterme çabası sayesinde zaman imgesini besleyerek bir askerin maruz kaldığı bu iki günlük sürenin (bizim için 120 dakika) ne anlama geldiğini de bizzat hissetmemizi sağlıyor.

Senaryo ve Oyunculuklar
Gerçek olaylara dayanan senaryonun kurulumu ve seyirciye sunulması, genel olarak 1917’nin güçlü yanlarından değil, ne var ki görsellik ve çekim teknikleriyle bu açığını kapatmakta zorlanmıyor. Filmin hemen ilk dakikaları içinde, Colin Firth’ün kısacık rolüyle hayat verdiği General Erinmore karakteri, senaryonun iskeletini bize özetler: Almanlar’ın kurduğu tuzağa doğru bilinçsizce ilerleyen 6000 kişilik bir tabur, bu taburda da Joseph Blake adlı bir teğmen bulunmakta.

Tüm bu insanların ölümünü engellemek, herkesi tuzaktan haberdar etmek için de, söz konusu teğmenin kardeşi ve bir asker daha görevlendirilir. İşte tam da bu noktada, savaş filmlerine biraz bile aşina olan seyircinin aklına Saving Private Ryan (1998) filmi gelecektir. Çünkü hem Er Ryan’ı Kurtarmak filminde, hem de 1917’de, “bulunması gereken bir kardeş” söz konusudur, daha da önemlisi her iki filmde de senaryo aynı şekilde sunulur seyirciye. Yine de bu benzerlik, Colin Firth’ün usta oyunculuğu ve güzel bir Rudyard Kipling alıntısıyla dağılıyor. Görevlendirilen iki askerden, George MacKay’in canlandırdığı Onbaşı Schofield, bu göreve neden sadece iki kişi olarak gönderildiklerini sorduğunda, General Erinmore şu alıntıyla cevap veriyor:


Hemen ardından gelişen olaylar ise seyirciyi sürekli merak içinde bırakan, dozunda kullanılan aksiyon sahneleriyle de heyecanı ayakta tutan dengeli bir yapıya işaret ediyor. Diğer taraftan, aralara serpiştirilmiş sükûnet kesitleri ise zaman algısını körükleyerek, izleyicinin düşüncelere dalmasına izin veriyor. Başrolleri paylaşan George MacKay (Onbaşı Schofield) ile Dean-Charles Chapman (Onbaşı Blake) muhteşem oyunculuklar sergiliyorlar şüphesiz, ancak az çok sinemaya ilgi duyan seyirciler için de en az beş tane sürpriz oyuncu sunuyor bu eşsiz yapım. Filmde sahne alma sıralarıyla, notumuzu düşelim:
- Colin Firth (General Erinmore)
- Andrew Scott (Teğmen Leslie)
- Mark Strong (Yüzbaşı Smith)
- Benedict Cumberbatch (Albay Mackenzie)
- Richard Madden (Teğmen Joseph Blake)
Kamera ve Tek Çekim Tekniği Dikkat Dağıtıyor mu?
İngiliz Total Film dergisinin 2020’ye girerken yayınlanan Christmas 2019 sayısında, 1917 üzerine yazdığı eleştiride Matt Maytum, bu durumdan oldukça rahatsız görünüyordu. Yazısının birkaç noktasında “kamera tekniği dikkati hep üzerine çekiyor olsa da…” cümlesi gözümüzden kaçmadı. 2020 yılının Şubat ayına geldiğimizdeyse, hem Sight and Sound yazarı Philip Concannon, hem de Empire dergisi yazarı Alex Godfrey, kaleme aldıkları yazılarda aynı konuya dikkat çekmişler. Genel olarak filme dönük bir beğeni var olsa da, “tek çekim tekniğine dikkat edelim derken filmi kaçırıyoruz” itirazını görmemek de çok zor.

Açıkçası ben bu rahatsızlığı biraz da filmin bu şekilde lanse edilmiş olmasına bağlıyorum. 1917’yi tanıtmakla görevli yapım şirketleri (DreamWorks, Reliance, New Republic) filmin gösterime girmesine aylar varken “bütün film tek çekimden oluşuyor” efsanesini yaymaya başladı. Hal böyle olunca da, özellikle köklü yayın organlarında çalışan deneyimli sinema yazarları, ister istemez bu atmosfere kendilerini hazırlamaya başladılar. Böyle düşünüyor olmamın bir nedeni de, filmde uygulanan çekim tekniğinin, bana hayranlıktan başka bir şey aşılamamış olması. Elbette yukarıda adlarını saydığım yazarların dediği gibi “dikkati üzerine çeken” bir teknik, kesintisiz çekim illüzyonu, ne var ki biz seyirciler veya eleştirmenler, kamera ve çekim teknikleri üzerine çalışan üniversite öğrencileri değiliz ki. Öyle bile olsak, filmde kullanılan çekim tekniklerini filmi izleme süresinde anlamaya çalışmak ne kadar mantıklı?

Sonuç
Demek istediğim, TRINITY adı verilen kamera yönlendirme sistemi, filmin %95’inin (Empire dergisi, Aralık sayısı röportajına göre) tripodsuz, sabitlenmemiş kameralarla çekilmiş olması, nadiren kullanılan travelling’ler, tüm bu teknikler sinema sevgisinin, deneyimlediğiniz bu sinemasal şiirin yıldız tozu içinde, Thomas Newman’ın etkileyici müziklerinin de yardımıyla yok olup gidiyor. Filmin açılış sekansı ile büyüleniyor, devamında da gözlerinizi bir an bile ekrandan ve iki başrol oyuncusundan ayırmamanızı sağlayan farklı tekniklerle yapıma hayranlık duymaya devam ediyorsunuz, ancak anlatılan hikâyenin görselliği, oyunculuklar, dozunda espriler sayesinde bu teknikleri düşünmeye vaktiniz bile olmuyor açıkçası.

Sonuç olarak mutlaka beyazperdede deneyimlenmesi gereken bir sinema olayı 1917. Ve bunun sebebi de izleyicilere tek çekim gibi değil, son yıllardaki sinema anlayışına yeni bir nefes getirebilecek denli özel bir yapım, bir vaha gibi gelmesi. Umarız ülkemizde de bir an önce gösterime girer.