Amerikan Rüyasının Peşinde Vicdan Yenilgisi – THE INFORMER

Daha çok Western filmleriyle bilinen, ancak bu tarz filmlerin dışında pek çok başka türde üretime de imzasını atmış olan yönetmen John Ford’un 1935 yapımı filmi The Informer (Kadın ve Şeytan), 1920’lerde yaşanan İrlanda Bağımsızlık Savaşı’nı ve bu evrende geçen bir arkadaşlık ilişkisini konu ediniyor. The Informer, Türkçe çevirisindeki anlamı ihtiva etmeyen birçok filmden bir tanesi. Zira filmde şeytan diyebileceğimiz bir karakter bulunmamakta. Özellikle düşünülecek olursa, belki bu şeytanın para olabileceği yorumu yapılabilir. Çünkü film boyunca para ekseninde dönen çarpık ilişkileri, söylenen yalanları ve çirkinleşen karakterleri görüyoruz.

John Ford’un 4 Oscar’lı bu filmi, asıl olarak bir ihanetin öyküsünü sahneye taşıyor. Özellikle biçimsel yönden görsel bir zenginlik sunan filmin içeriği de bir o kadar derin. Bir başka önemli yönetmen F.W. Murnau’dan etkilenen John Ford, bunu The Informer’da tümüyle yansıtıyor. Murnau, bilineceği üzere Alman Ekspresyonizmi’nin önemli temsilcilerinden biri. Nosferatu ve Sunrise: A Song of Two Humans gibi birbirinden önemli yapıtlara imzasını atmış olan Murnau, özellikle Nosferatu adlı filminde dışavurumculuğu sonuna kadar kullanıyor ve iç dünyasında çöküşü yaşayan Alman milletini bu dışavurumculukla ve biçimsel kaosla perdeye taşıyor.

Film Noir Esintileri: İhanet, Kadın ve Daimi Dostluk Üçgeni

The Informer, açılış sahnesinden son sahnesine kadar hangi akıma biat ettiğini apaçık belli ediyor. Büyük gölgeler, muazzam kontrastlar, fötr şapkalar, sis içindeki şehir, silahlı adamlar, çatışmalar, adalet duygusu, yakın arkadaşlar arası ihanet, bir kadın için suç işleme gibi örnekler veren film hem biçimsel tarzı hem de içeriği açısından Film Noir ile oldukça benzeşiyor. Zira Film Noir türünü; biçimsel olarak Alman Ekspresyonizmini kullanan, ancak konu olarak insan ilişkilerini ve büyük Amerikan Rüyası’nı, bu rüya yolunda karşılaşılan ihanetleri ele alan bir tür olarak açıklayabiliriz.

Film Noir’ın bir başka önemli özelliği de içeriğinde genelde bir femme fatale bulundurması. Yine de bu filmde, her ne kadar öyle görünüyor olsa da, aslında tam anlamıyla bir femme fatale var diyemeyiz. Filmde Gypo (Victor McLaglen) gördüğü bir ilan üzerine, arkadaşının başında 20 Pound’luk bir ödül olduğunu öğreniyor ve bu ödül için de arkadaşını ele vermeye karar veriyor. Klasik bir femme fatale senaryosunda Gypo’nun aklını bir kadının çelmesi, onu bu suça itenin bir kadın olması gerekirdi. The Informer’da ise, Gypo’nun sevgilisi Katie’nin (Margot Grahame) Gypo’nun hayatında manipülatif etkileri olduğunu görsek bile, bu kadının bilerek ve isteyerek, onu planlı bir biçimde ihanete götürdüğünü söyleyemeyiz kesinlikle. Aksine, sefalet ve yokluk içerisinde yaşayan, bu tarz bir hayatın götürülerini dengelemek için kendisi de fahişelik yapmaya başlayan bir kadın, Katie.

Gerçekte Var Olmayan Bir Dünyanın Vaadi

Filmin en önemli özelliklerinden biri, olacak olan her şeyi izleyicisine görsel olarak kanıtlarıyla, bu olaylar gerçekleşmeden çok daha önce sunması ve adeta flaş ışıklarla bu geleceği aydınlatıyor olması. En başından beri izleyici tarafından filmin devamında neler olacağı tahmin edilebiliyor olsa dahi, John Ford’un yönetmenlik üslubu, izleyicinin “Ne?” sorusu yerine “Nasıl?” sorusu üzerinde yoğunlaşmasını sağlıyor. Bu da izleyicinin neyin meydana geleceğinden çok, bunun nasıl meydana geleceğini merak etmesine sebep oluyor. Bu görsel açıdan zengin ve şiirsel film de, sorulan bu sorunun cevabını fazlasıyla veriyor.

Filmin kendini nasıl açıkladığına gelecek olursak eğer, Gypo’nun önce Frankie’nin (Wallace Ford) başına konan ödülü görmesi, ardından sevgilisi Katie’yi sokakta bir adamla yalnız başına bulması ve arkada yer alan o gözden kaçırılmayacak, kocaman “10 Pound’a Amerika Seyahati” yazısı çok büyük önem taşıyor. Bu üç tesadüfi olayın sıralaması ve birleşimi filmin devamı hakkında izleyicisine ipucundan fazlasını veriyor. Katie’nin Gypo’nun açlığına atıfta bulunarak 20 poundları olsa dünyaların onların olacağı fikrini aşılaması, zaten aklı çoktan çelinmekte olan Gypo için son nokta olma özelliği taşıyor. Böylelikle The Informer’da hem bir açlık ve yokluk dışavurumu yapılıyor hem de o çok bahsedilen, çekici ancak bir o kadar da aldatıcı olan Amerikan Rüyası’na büyük bir eleştiri getiriliyor. Filmin Amerika’da geçmiyor olması da unutulmaması gereken ayrıntılardan.

Kaderin Şaşmaz Rüzgârı

Gypo, Frankie’nin başına ödül konduğunu gösteren afişi yırtıp atıyor. Ancak bu çöp haline gelmiş, yerde sürüklenen afiş, arkasına kaderin rüzgârını da alarak oradaki herkesin ayağına takılıp duruyor, bu dokunuşla da açıkça kaderden kaçışın olmayacağı, her ihanetin ve yanlışın er ya da geç bir sonuca varacağı, insanın hatalarının onun peşini asla bırakmayacağı vurgusu yapılıyor. O dönemlerde çekilmiş filmlere baktığımızda, özellikle Film Noir türüne sadık yapımların, çoğu zaman peşinde koşulan sahte bir rüya aracılığıyla bu rüyanın nasıl cehenneme dönüştüğünün, karakterlerin de bu cehennemden kurtulamayacaklarının vurgulandığını görüyoruz. Ancak The Informer’daki karakterlerin bütünüyle kaderlerinin kurbanı olduğunu söylemek pek de mümkün değil. Film sisli sokaklarıyla, kaçış ve kişinin kendi sonuna doğru yürümesi temalarını işlemesiyle Film Noir’a, buna ek olarak Fransa’nın şiirsel gerçekçiliğine doğru da bir bakış atıyor olsa da, filmin içerisindeki karakterlerin kaderlerinin gidişatı konusunda daha aktif bir rol üstlendiği açık.

The Informer’da kahramanın hikayesinin sonuna, klasik Film Noir’da olduğu gibi yine bir kadın eşlik ediyor. Yine de film kendisini diğer örneklerden şu şekilde ayırıyor: Katie’nin bu suçta gerçekten bir parmağı olmamasına rağmen, sevgilisi Gypo için suçu üstleniyor. Birbirlerine duydukları sevgi sebebiyle bu suçun işlendiğini iddia ediyor ve sevgilisi için merhamet diliyor. Ancak bu af dileme durumu adeta bir ihanete dönüşüyor, çünkü Katie, Gypo’nun nerede saklandığını onun için af dilerken söylemiş bulunuyor. Bu durum kendi içerisinde bir ironi ve yine kadere özgü bir sonuç, bir ceza barındırıyor. Arkadaşının ölümüne sebep olan Gypo’nun ölümü, çok sevdiği ve güvendiği biricik sevgilisinin elinden oluyor.

Sembolizmin Gücü

Bu noktada filmin en başına dönecek olursak, jenerik esnasında arka planda geçen görüntülerin büyük önem taşıdığını fark ediyoruz. Zira bu görüntülerde kapkara bir adam silueti ve parmaklarıyla onu gösteren bir insan topluluğu var. Kimsenin konuşmadığı ancak herkesin “Suçlu bu!” diye bağırdığından emin olduğumuz bir sahne bu. Buna ek olarak insanları yalnızca birer siluet olarak görüyor oluşumuz insanın çarpık doğasına ve bulanık iç dünyasına işaret ediyor. Ayrıca Judas ile ilgili gösterilen arayazıda (intertitle) şunu söylüyor film: “Judas daha sonra pişman olarak 30 parça gümüşü yere attı ve oradan uzaklaştı.” Bu arayazı filmde ne olup biteceğini çok vurucu bir biçimde, üstelik açıkça dile getiriyor. Ancak bu açıklığıyla film izleyicisinde daha da fazla merak uyandırıyor.

Filmin katarsis anı diyebileceğimiz kısım kuşkusuz Gypo’nun vurulduktan sonra kiliseye doğru koştuğunda içeride ölümüne sebep olduğu adamın annesini, yani Bayan McPhillip’i (Una O’Connor) gördüğü sahne. Annenin tam o anda orada olması izleyicinin yaşayacağı duygusal çözünme açısından büyük önem taşıyor. Zira biliyoruz ki Gypo’yu ne Frankie’nin kızkardeşi Mary (Heather Angel) ne de bir başkası affedebilir. Frankie’nin annesinin film boyunca çok anlayışlı ve sakin bir yapıda kalması onun güçlülüğünü simgeliyor ve filmin sonunda yer alan affetme sahnesindeki duygusal yükselmenin temelini oluşturuyor. Film boyunca Gypo’nun üst üste küçük duruma düşerek sefilleşmesi, karşısında annenin ise tam bir kontrast oluşturacak şekilde sakin kalışı ve affediciliğiyle ekranda devleşmesi katarsis anını besleyen ögelerden.

Kişinin Kendi Celladı Olarak Suçluluk Psikolojisi

Victor McLaglen’ın oyunculuğuyla, Max Steiner’in ise yaptığı mükemmel müzikler sayesinde Oscar aldığı bu film sonuç olarak yokluk ve mücadele zamanlarındaki bir toplumun yaralarını ve para için neler yapabileceğini büyük puntolarla ekrana yansıtıyor. Karakterlerin para karşısındaki dönekliğine, ilişkilerin ne kadar yüzeysel ve maddiyat odaklı ilerlediğine dikkat çekiyor. Daimi bir hayatta kalma mücadelesi halindeki bir toplumun zarar görmüşlüğünü hem makro hem de mikro düzeydeki ilişkileri incelemesiyle açığa çıkarıyor. Film tüm bu içeriğini ve sosyopolitik sayılabilecek alt metnini merkezine büyük suç işleyen bir adamı alarak aktarıyor.

Bir insanın kendinde açtığı onulmaz yara ve hissettiği suçluluk duygusu sebebiyle kendini nasıl ele verebileceğini, kendini ceza alacak bir konuma nasıl bilerek iteklediğini açıklıyor. Her ne kadar büyük bir suç işlemiş olsa da, onun kadınını seven ve onun tarafından sevilen, yumuşak ve şefkatli yanını da perdeye taşıyarak seyircide baştan sonra bir düşmanlık yerine bir acıma, anlayış ve empati duygusu oluşturuyor. Hissedilen bu duygudaşlık, ister istemez seyirciyi Gypo’nun gözlerinden dünyaya bakmaya zorlarken, aynı zamanda ikincil karakterler tarafından dayatılan suçluluk duygusuyla bir çatışma oluşturuyor. Bu çatışma duygusu da filmin temelini oluşturan ana ögelerden birisi olarak kendini gösteriyor.

Ece Mercan Yüksel

Bir Cevap Yazın