Başka Sinema Ayvalık Film Festivali Seçkisi’nden 2020 yapımı İtalyan Yazı (Made in Italy) filmini online olarak izleme şansına geçtiğimiz günlerde eriştik. Avengers: Endgame (2019) ve Dunkirk (2017) gibi filmlerden tanıdığımız İngiliz aktör James D’Arcy’nin yönetmenliğini yaptığı ilk film olan İtalyan Yazı, bize yaşadıkları olaylar sebebiyle birbirinden fazlasıyla uzaklaşmış bir baba-oğulun hikâyesini sunuyor. D’Arcy ilk yönetmenlik denemesinde görece başarılı olabilmesini biraz Liam Neeson’ın varlığına, biraz da Toskana’nın müthiş görüntüsüne borçlu gibi görünüyor. Hem İtalya hem de İngiltere’de geçen filmde, İngiltere’nin boğucu havasından çıkıp İtalya’nın renkli ve güneşli dünyasına geçildikçe baba-oğul arasındaki ilişki gittikçe yumuşuyor, adeta renkleniyor.

Filmde baba-oğulu bugüne kadar pek çok filmini izlediğimiz ancak en çok da Schindler’in Listesi (Schindler’s List, 1993) filmindeki oyunculuğuyla aklımızda kalan Liam Neeson ve Neeson’ın gerçek hayatta da oğlu olan Micheál Richardson canlandırıyor. Filmde anne kişisini bir araba kazasında kaybetmeleriyle aralarına büyük mesafeler girmiş olan baba-oğulu gerçek hayatta da benzer bir hikâye karşılamış. Neeson, 2009 yılında eşi Natasha Richardson’ı bir kayak kazasında genç bir yaşta kaybetmiş. Filmde benzer bir hikâyeyi canlandırıyor olmak bu baba-oğul için fazlasıyla duygu yüklü olmuştur diye düşünmeden edemiyoruz.

Filmlerde Düğüm, Çözüm ve Yeni Düzen Üçgeni
Film bir sanat galerisinde açılıyor, biz de Richardson’ın canlandırdığı Jack karakteriyle ve eşi Ruth (Yolanda Kettle) ile tanışıyoruz. Galeride açtığı sergi sebebiyle oldukça mutlu olan Jack’in mutluluğu çok da uzun sürmüyor, zira boşanma arifesinde olduğu eşi Ruth’un -daha doğrusu Ruth’un ailesinin- galeriyi satacağını öğreniyor. Daha en başından anlaşmazlık ve problemlerle açılan film, bize filmin süresi boyunca bu tersliği çözmeye çalışacağımızın sinyalini veriyor. Emekle büyüttüğü galerisinin satılmasını istemeyen Jack, gerekli parayı bulmak için İtalya’da bulunan, senelerdir kullanmadıkları yazlık evlerini satmaya karar veriyor. Jack yine de bu yazlık evin bütünüyle kendisine ait olmadığının, bu satış işlemi için babasıyla görüşmek zorunda olduğunun farkında.

Baba karakteri Robert ilk bakışta oldukça soğuk, insanlarla iletişimden uzak, kimseye değer vermeyen, fazlasıyla bencil bir karakter olarak göze çarpıyor. Yine de Jack’in İtalya’ya gitme teklifini geri çevirmiyor Robert. İtalya’ya vardıklarında ise baba-oğulu harap hâldeki yazlık evleri, anıları ve geçmişle yüzleşmeleri bekliyor. Evi satışa hazır hâle getirebilmek için çok fazla emek harcamaları gerektiğinin farkında olan Robert ve Jack, çareyi bir uzmanla görüşmekte buluyorlar. Bu kişi de İtalya’ya yeni taşınmış, fazlasıyla sinir bozucu ve üstten bakan bir karakter olan Kate’ten (Lindsay Duncan) başkası olmuyor.

Lakin filmin sonlarına doğru öğreniyoruz ki Kate de seneler süren evliliklerinden sonra eşi tarafından ortada bırakılmış, yalnız ve yaşadıkları yüzünden de dikenli hâle gelmiş bir kadın. Dolayısıyla şunu söyleyebiliriz ki film en başından sert veya soğuk olarak gösterdiği her karakterin bu hâle nasıl geldiğini bir şekilde anlatıyor bizlere. Ya da şu şekilde söyleyelim: filmin diline göre, terslik yapan, insanlardan uzaklaşmış bir karakter varsa o kişi kesinlikle hayattan darbe yemiş ve yıpranmış olmalıdır. Bu da tabii ki klişe ve alışılmış bir yaklaşım, ancak çoğu yapımın da -maalesef- kolaya kaçarak bu dile başvurduğu rahatlıkla görülebilir.

“Klasik” Olay Örgüsüne Eleştirel Bir Yaklaşım
Babasıyla anlaşamayan ve sık sık tartışan Jack, yemek yiyebilmek için şehre indiğinde restoran sahibi, güzel Natalia (Valeria Bilello) ile karşılaşır. Daha sonraki gecelerden birinde de oraya babasıyla giden Jack, Natalia’ya karşı bazı hisler beslemeye başlar. Kendisinin de yıpranmış bir kadın olduğunu öğrendiğimiz Natalia, hâlen eski eşiyle ilgili problemler yaşamakta, küçük kızları yüzünden eski eşiyle iletişimi de kesememektedir. Bu şekilde iyi bir takım olan bu beşli (Robert, Jack, Kate, Natalia ve kızı) zamanla evi iyileştirir, ev iyileştikçe Robert ve Jack’in ilişkisindeki yaralar da iyileşir.

Baba-oğul arasındaki terslikler, duygu yükselmeleri, Robert’ın kendini suçlu hissetmesinden ötürü Jack’ten uzak duruşu, tam da bu suçluluk hissinden ötürü büyük bir sanatçıyken kendini resimden gittikçe uzaklaştırması… Bu saydığımız durumların hepsi fazlasıyla tahmin edilebilir ve beklenebilir ögelerden oluşuyor diyebiliriz. Evin gittikçe iyileştiğine tanık olmak, sıcak İtalyan karakterlerin varlığı, meşhur İtalya manzarası ve kullanılan renk paleti bu alışılmış ögelerin sıkıcılığını yumuşatmaya yetiyor mu emin olamıyoruz. Buna ek olarak oyunculuk konusunda da Neeson gibi bir ağır topun filmde bulunması diğer karakterlerin oyunculuğunun -özellikle de Jack karakterinin- fazlasıyla göze batmasına yol açıyor.

Filmdeki olaylara geri dönecek olursak eğer; Natalia ile Jack’in birbiri için duyduğu hisler yükselirken ev de kendisini gittikçe toparlamaktadır. Jack ile babası arasındaki ilişki yer yer dalgalanırken, en sonunda bir katarsis gerçekleşir ve baba-oğul ağlayarak birbirlerine sarılır, geçmişin yaralarını kapamaya çalışırlar. Az önce sözünü ettiğimiz oyunculuk farkı da en çok bu sahnede göze batıyor. Bunun dışında senelerdir görüşmeyen bir baba-oğul olarak Robert ve Jack birkaç tetiklenmeyle rahatlıkla açılıyor, duygularını dökebiliyor ve orta yolda buluşabiliyor gibi görünüyor. Filmlerde genellikle böyle olsa da gerçek hayatta bu denli köklü ilişki problemlerinin bir anda çözülemeyeceğini biliyoruz. Film bu açıdan aklındaki belli bir sonuca giden yollardan planlı bir biçimde geçerek, formüle edilmiş bir biçimde istediği durumları yaratmaya çalışıyor gibi duruyor. Bu da maalesef planlı ve ruhsuzca yaratılmış bir olay örgüsü çıkarıyor ortaya.

Klişeleşmiş Bir Film Anlayışı ve Beraberinde Getirdiği Sorunlar
Filmin sonunda da pek çok “olmamışlık” mevcut diyebiliriz. Evi çok güzel bir hâle getiren Jack ve Robert, olası alıcıları eve çağırıyorlar. Potansiyel alıcı profilini ise “klişe olma durumunu çoktan geçmiş” şeklinde açıklayabiliriz. Fazlasıyla zengin ancak bir o kadar da zevksiz olarak tasvir edilen çift, abartılmış bir biçimde sanattan ve estetikten uzak görünüyor. Buna ek olarak kadın karakter, yan karakter olmaktan da öte yalnızca kendi fotoğrafını çeken, fazlasıyla aptal, sarışın bir kadın olarak tasvir edilmiş. Yönetmen burada muhtemelen instagram çiftlerini, yalnızca kendi fotoğrafını çeken ve her şeyi paylaşım unsuru olarak gören kadınları eleştirmek istemiş. Ancak bu çabası maalesef hem gereksiz durmuş hem de izleyicinin dikkatini fazlasıyla dağıtıcı bir unsur olarak yer almış.

Sonuç olarak, film pek çok açıdan klişeleşmiş diyebiliriz. Filmin başında sunulan problem, akabinde bozulmuş ilişkilerle tanıştırılmamız, sunulan ilk problem çözülmeye çalışılırken ilişkilerin de bu esnada yumuşaması, karakterlerin duygu boşalması yaşadığı bir sahnenin varlığı, ardından yeni düzenin fazlasıyla barışçıl bir biçimde kurulması… Bunlar klasik bir film akışından bekleyebileceğimiz şeyler. İtalyan Yazı’nda da bu ögelerin hepsi mevcut. Her ne kadar klişelere başvuruyor olsa da İtalyan Yazı gerek Liam Neeson’ı görmek gerekse manzarayla gözlerinizi kamaştırmak için izlenebilecek, fazla beklentiye girilmezse güzel vakit geçirtebilecek bir film diyebiliriz. Yer yer ulaşmak istediği noktadan kopsa ve dağılsa da genel olarak yumuşak bir deneyim sunmakta film. Yine de beklentilerinizi bunlara göre ayarlayıp, bir sinema klasiği beklemeden izlemek gerekiyor diye notumuzu tekrardan düşelim. İyi seyirler!
