WOYZECK: Yaşam Denilen Şu Ölümcül Hastalık

Varoluşu denizde bir o yana bir bu yana salınan, ne yüzmeyi ne de batmayı becerebilen dümensiz bir gemiye benzeten Verlaine, hayattan dem vurduğunda en çok patibulaire (mezara özgü), spleen (iç sıkıntısı), sépulture (Araf) ve atroce (korkunç) sözcüklerini kullanan Baudelaire, olasılık kavramına “kişinin kendini öldürebiliyor olmasının ilgi çekici yanı” düzleminde yaklaşan Woolf, hayatta olduğu her an bir şeylerin yolunda gitmediği, ortada yanlış bir şeyler olduğu hissiyle nefes alıp veren Bruno Schulz, Sisyphos Söyleni’nde tartışılması gereken en önemli felsefi konunun intihar olduğunu yazan Camus ve bir gece kendini Paris’teki Vieille-Lanterne Sokağı’ndaki demir parmaklıklara asarak hayatını sonlandıran Gérard de Nerval. Tarih boyunca birçok edebiyatçı, hayatı ölüm üzerinden tanımlamış, bu zıtlık üzerinden kendi hayatını veya ölümünü biçimlendirmeye çalışmıştır.

Georg Büchner

Werner Herzog’un “en iyi eserlerimden biri” diyerek gururla andığı, kısa sürede çekilen Woyzeck’in aynı adlı kaynak metninin sahibi Alman yazar Georg Büchner de yukarıdaki yazar ve şairler arasında sayılabilir, belki biraz da sevgili Rimbaud’nun “hastalıklı” edebiyatına daha yakın bir bağlamda. Zira 17 Ekim 1813’te, neredeyse tamamı tıp alanında çalışan bir ailede dünyaya gelen Büchner, ironik bir şekilde tüm hayatını hastalıklarla boğuşarak geçirmiştir, üstelik “ne kadar da varoluşçu bir duruş!” dedirtecek ya da Nausée’de “aslında sorunumdan biraz da utanıyorum” diyen Antoine Roquentin’i anmamıza sebep olacak denli “görünmez” hastalıklardı bunlar: Genel bir halsizlik, mide ağrıları. Tabii bunlara daha “maddi” migren ağrıları ve ciddi bir menenjit de eşlik etmiş. Ardından da 1837’de, 24 yaşındayken tifüse yakalanır ve hayata gözlerini yumar, 22 yaşında sinir sistemi üzerine doktorasını tamamlayan ve 23 yaşında Zürih Üniversitesi’nde anatomi dersleri vermeye başlayan Büchner. Geriye sadece birkaç eser ve birkaç da çeviri bırakmıştır.

Nicelik olarak kısa süren yaşamına rağmen Büchner, özellikle tiyatro alanında 1800’lerin sonunda veya 1900’lerin başında Alfred Jarry, Samuel Beckett, Eugène Ionesco ve André Breton’un “kalıpları yıkan, yeni bir çağ başlatan” teatral / yazınsal aşırılıklarını, onlardan en az yarım yüzyıl önce, sessizce yapıvermişti. Örneğin yarım kalmış bir eser olsa da Woyzeck, birbirinden tamamen bağımsız gibi görünen ancak yaratılan kurşun gibi ağır atmosfer sayesinde bir arada düşünülmesi veya çizgisel bir doğrultuda, kronolojik olarak ilerlediği izlenimini vermesi oldukça kolaylaşan 24 kısa fragmandan oluşur. 1800’lerin ilk yarısı için bu şekilde bir oyun tasarımı, yenilikçi olmanın da ötesinde, son derece avant-garde bir duruştur. Bu açıdan bakıldığında aslında tam da Roy Andersson’un sinemaya uyarlaması gereken bir yapıtmış gibi duruyor Woyzeck.

Woyzeck (Herzog)

Ne var ki Werner Herzog da kesinlikle harika bir iş çıkartmış. Özellikle de Klaus Kinski’nin muazzam oyunculuğunun katkısıyla. Kinski ile Herzog arasında, izlerken “şu an bir film izlemiyor, tarihe tanıklık ediyorum” dedirten, etkileyicilik düzeyi hayli yüksek Aguirre, Wrath of God (1972) başyapıtından beri, yine bir başyapıt olan Fitzcarraldo’ya (1982) dek uzanan, son derece fırtınalı bir ilişki bulunduğunu, karşılıklı silah çektiklerini biliyoruz. Woyzeck (1979) de bu fırtınalı dönemin ortasında çekilmiş olmasına rağmen Herzog, Kinski’den istediği performansı, hatta çok daha fazlasını alabildiğini söylüyor. Klaus Kinski gerçekten de basit bir koşma eyleminde bile, canlandırdığı karakterin hakkını sonuna dek veriyor.

Filmin konusundan bahsetmekten kaçınma nedenimiz, ortaya çıkacak sonucun, Tolstoy’un Savaş ve Barış’ını “Prens Bolkonski ile Piyotr’un başından geçen olaylar” şeklinde özetlemeye benzeyeceği gerçeği. Yine de bahsedelim; asker Franz Woyzeck (Klaus Kinski), birlikte bir çocuk sahibi de olduğu Marie (Eva Mattes) ile normal sayılabilecek bir hayat standardına sahip görünmektedir. Ancak yaşadığı kasabada bir asker olarak herkes tarafından itilip kakılmakta, özellikle yüzbaşının anlamsız emirlerini yerine getirmekten başka bir şey yapamaz hale gelmiştir. Bir gün kasabanın doktoru (Willy Semelrogge) ve yüzbaşı (Wolfgang Reichmann) tarafından aklına Marie’nin onu aldattığı ihtimali düşürülünce, ne yapacağını bilemez.

Woyzeck ve Satır Aralarındaki Melankoli

Olay örgüsünün pek üzerine düşmeyen Büchner gibi, Herzog da daha çok atmosfere yüklenmeyi uygun görmüştür. Bu arada 50 sayfayı geçmeyen kitabı okuyup üstüne de filmi tekrar izlediğimiz için, Herzog’un aslına son derece sadık bir uyarlama yaptığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Sadece fragmanların sıralanışında 1967’de Werner R. Lehman’ın yaptığı sıralama yerine 1879’da yapılmış olan Franzos sıralamasının tercih edilmesi söz konusu. Replikler bile neredeyse tamamen aynı bırakılmış.

Tabii bunu kötü anlamda söylemiyoruz çünkü Büchner’in yazım tarzı okuru veya tiyatro seyircisini kesinlikle gafil avlayacak türden. Örneğin Woyzeck yüzbaşını tıraş ederken, yüzbaşının “düzgün bir insan şunu yapmalı, bunu yapmalı” şeklinde devam eden boş konuşmalarında, birdenbire “düzgün bir insan” kavramı o kadar ön plana çıkartılıyor ki, insan olarak uzayda süpernova patlamaları yaşanırken kütüphanemizdeki kitapları alfabetik sırayla dizmeye özen göstermemizin ne kadar absürt olduğuna benzer bir hissiyat kafamıza ve yüreğimize çarpıveriyor.

Ardından da yüzbaşı “artık zaman”dan bahsetmeye başlamasın mı: “Nereden baksan önünde 30 küsur yıl var yaşanacak Woyzeck, otuz yıl! 360 ay, gün, saat… Ne yapacaksın sana verilen tüm bu zamanla?”. Büchner’in yazımındaki cevher biraz da bu tür sorularda ortaya çıkıyor, çünkü bu soru hem pozitif olarak (zamanı planlama, umut ve refah dolu bir gelecek) hem de, üstelik aynı anda, negatif olarak algılanabilir; Pascal’in 1600’lerde dediği gibi: “Evren’in sonsuzluğu karşısında yüz yıl, bin yıl nedir ki?”. Otuz yıl göz açıp kapayıncaya kadar geçecek ve her geçen saat, kişiyi ölüme biraz daha yaklaştıracaktır.

Veya Woyzeck, Yahudi’den (Wolfgang Bachler) bıçak satın almak gibi basit bir iş yaparken tezgahtarın ağzından birdenbire şu cümlelerin dökülmesine ne demeli:

Oldukça keskindir. Kendi boğazını mı keseceksin? Ne desek fiyat olarak? Sana herkese yaptığım indirimi yapabilirim. Kendi ölümüne ucuza kavuşabilirsin ama, bedavaya ölemezsin. Ne diyorsun? Ekonomik bir ölüme kim hayır diyebilir?

Ve tabii ki Woyzeck’ten başka bir inci:

Oldukça güzel bir hava, yüzbaşı. Kopkoyu, gri bir gökyüzü var baksanıza. İnsanın bir çivi çakıp kendini asası geliyor!

Sonuç

Sadece hastalıkların Latince isimlerine hâkim olan Doktor karakterinin, Büchner’in kendi döneminin tıp anlayışıyla dalga geçmesine işaret ettiğinden, yine Woyzeck’e sadece ve sadece bezelye yedirerek aklımıza Kafka’nın Açlık Şampiyonu öyküsünü hatırlattığından ve Herzog’un cinayet sahnesinde yönetmen olarak devleştiğinden uzunca bahsedilebilir ancak filmin keşfedilmeyi bekleyen diğer gizemlerini sizlere emanet ediyoruz.

77 dakika gibi kısa süresine ve başroller dışındaki oyunculukların minimal düzeyde tutulmasına, Herzog’un Nosferatu The Vampyre’ından hemen sonra, 17 günde çekilmiş olmasına rağmen ortaya muhteşem bir iş çıkmış. Zaten filmde Kinski’nin saçlarının çok kısa olmasının sebebi de Nosferatu’nun bitişiyle Woyzeck’in çekimlerine başlandığı tarihler arasında sadece 5 gün olması. Bitirirken Herzog’un favori oyuncusu için söylediği şeyi biz de tekrarlayalım; Klaus Kinski’nin oyunculuğu olmasa Woyzeck’i bu şekilde beyazperdeye taşımak gerçekten de imkânsız. İyi seyirler.

H. Necmi Öztürk

Bir Cevap Yazın