“ANNEM SAVAŞA GİDİYOR” ile Şubat Ayında Festivallere İKSV ile Devam

İKSV’nin festival seçkilerine Şubat ayında yine kaldığımız yerden devam ediyoruz. Her ay bizi birbirinden güzel filmlerle buluşturdukları için buradan festival ekibine teşekkür etmek düşüyor bizlere. Danimarkalı yönetmen Henrik Ruben Genz’in son projesi olan Erna I Krig (Annem Savaşa Gidiyor, 2020) bizleri 1. Dünya Savaşı zamanlarına götürüyor. Savaşın yıkıntıları ve hem ülkelerin hem de toplumun bireylerinin üzerine bindirdiği yük nesilden nesile geçtikçe bu tarz savaş filmlerini görmeye devam edeceğiz gibi görünüyor. Ayrıca, sinemanın asıl gücü de burada yatıyor bizce. Savaş dönemiyle uzaktan yakından alakası olmamış bir nesil olan bizler, tam şu anda adeta bir savaş ortamındaymışız gibi bu korkunç hisleri duyumsayabiliyor, kendimizi 1910’lu yıllarda bulabiliyoruz.

Sinema farklı jenerasyonlardan insanları zamanın durduğu yerde yani filmlerde buluşturabiliyor, duyguları birbirine bütünleyebiliyorsa, sinemanın sürmesi için yalnızca bir sebep dahi olsa bulunmuş demektir. Savaş ve getirdikleri -aslen götürdükleri- düşünüldüğü zaman, aradan geçen 100 yıl aslında bu döküntüleri süpürmek için çok kısa bir süre. Dolayısıyla bu kolektif travmaları zihinlerden atabilmek, kalıntıların da gittiğini görebilmek için epey bir süre daha geçmesi gerekiyor. Ayrıca savaş filmlerinin ilgi uyandırdığını ve uyandırmaya devam edeceğini de ekleyelim. Farklı kültürlerin yaklaşımlarıyla bu kategoride ilginç hikâyeler görmeye başladığımız da gerçek. Bu yeni yaklaşımlar bilindik olan konuya yeni bir nefes getiriyor, tüm tarihsel süreci bambaşka bir noktaya taşıyor, adeta olayın farklı yüzlerini -kurgu aracılığıyla bile olsa- bize tanıtıyor.

1918 Danimarkası’nda geçen filmde 1. Dünya Savaşı için Almanya adına savaşacak herkesin göreve çağrıldığını görüyoruz. Bunlardan birisi de maalesef zihinsel bir engeli bulunan Kalle (Sylvester Byder). Durumu gereği annesi Erna (Trine Dyrholm) oğlunun üzerine düşüyor ve onu bırakamıyor. Durumun vahameti gereği savaşa katılamayacağı açık olduğu hâlde Kalle savaşa çağrılıyor. Erna ise kendisiyle evlenmek isteyen ve kaldıkları yerleşim yerinin polisi olan ancak şimdi savaş nedeniyle orduda görev yapan Meier’in (Ulrich Thomsen) teklifini kabul ediyor. Bunun sebebi ise Erna’nın, Meier aracılığı ile Kalle’nin savaşa gitmesini önleyebileceğini düşünmesi. Bu savaş ortamında, üstelik de o yıllarda bir evlada bakmaya çalışan yalnız bir kadın olmak ne demek, filmde buna da hafifçe değiniliyor.

Erna kesinlikle bu yanlıştan dönüleceğinden emin bir biçimde generalle görüşmeye gidiyor ancak geri çevriliyor hatta kendisiyle alay ediliyor. O esnada firar etmeye çalışan bir askerle karşılaşınca, onunla giysilerini değiştiriyor ve askerin kurtulmasına yardım ederek kendisi de Kalle’sinin bulunduğu koğuşa doğru yöneliyor. Yine evlilik sözüyle bir şekilde kendisi ve oğlunu koruma altına alan Erna, yakında savaşa gidecek adamlarla dolu bir koğuşta sırf oğlunu koruyabilmek, gerekirse onunla savaşa gidebilmek için kalıyor.

Erna Savaşta

Cinsiyeti sebebiyle koğuşta şaşkınlıkla karşılansa da, büyük bir sorunla karşılaşılmıyor ve Erna bir şekilde kendini erkek olarak belletmeyi başarıyor. Bu konuda ufak bir sıkıntı mevcut zira Erna’nın yerine geçtiği çocuk oldukça genç birisi. Erna’nın erkek olduğuna inanılsa bile onun 17-18 yaşlarında genç bir erkek sanılamayacağı açık. Bu konuda savaş ortamının kaotik yapısına güvenilmiş olunabilir. Bu konu kafada soru işaretleri yaratsa da filmden büyük bir kopukluk yaşamaya neyse ki sebep olmuyor. Erna bu koğuşta aynı zamanda film boyunca yan yana olacağı silah arkadaşlarıyla da tanışıyor.

Yolculuğa çıkıp trene bindikten sonra Erna molada koğuştan birinin tacizine -aslen neredeyse tecavüzüne- uğruyor. Lakin Erna’nın gücü ve de cesareti vurgulanırcasına Erna bu adamı defedebiliyor ve hatta onu öldürdüğünü sanıyor. Meier Erna’yı yine koruyor ve cepheye gidene kadar bir eve yerleşiyorlar. Erna ile artık geride kalan evinde bir eş bırakarak savaşa gelen Anton (Anders W. Berthelsen) yakınlaşıyorlar ve bunu fark eden Meier ileride git gide büyüyecek olan kıskançlığının tohumlarını kalbine atmaya başlıyor. Burada biraz konakladıktan sonra cepheye hem de en ön safa geçen grup bunun için içten içe Erna’yı suçluyor. Erna’nın bir kadın olduğuna dair dedikodu tüm askerlerin kulağına çalınınca ordu komutanları çıplak arama yapmaya karar veriyor. Bunun üzerine Meier yine Erna’yı ve Kalle’yi korumak adına gruba cephede ön safta gönüllü olmayı öneriyor. Eğer bunun için gönüllü olunursa, grubun evine erken dönebileceğine dair gruba teminat da veriyor. Herkes yalnızca evine erkenden gitmeyi düşünüyor ve kimsenin Almanya için savaşmak gibi bir niyeti bulunmamakta. Zira gruptaki herkes Danimarkalı ve bu savaş onların savaşı değil…

Yapıcılık Yıkıcılığa Karşı

Cepheye giden grup, korkunç bir manzarayla karşılaşıyor. Bitler, hastalık saçan sıçanlar ve akla gelebilecek diğer kötü savaş koşulları… Erna tahmin edilebileceği üzere bu koşullara bir “kadın eli” değdiriyor ve oğluyla birlikte, kaldıkları yeri baştan sona düzenliyor, kısa süreliğine de olsa bu gruba yaşanılabilir bir alan açıyor. Önceden kaldıkları evden aldığı yumurta ve unla Kalle’nin doğum günü şerefine herkese krep yapıyor. Bu gibi “anaç”lığın vurgulandığı sahneler çok duygusal sahneler olmakla birlikte kesinlikle ağdalı olmaktan çok uzak. İskandinav “mesafeliliği” ile aktarılan hikâyede abartı görünen bir taraf bulunmamakla beraber, yerinde gösterilen duygusallık kalbe dokunuyor. Tabii filmdeki bu huzur ve mutluluk hali fazla uzun sürmüyor. Meier kıskançlık krizlerine düştüğü için rasyonel düşünemiyor, yanlış kararlar veriyor ve Kalle’yi koruması gerektiği hâlde onu tehlikeye sokuyor.

Bunun üzerine Erna onunla evlenme sözünü bozunca Meier ruh bütünlüğünü gittikçe yitiriyor ve reddedildikçe, savaş ortamının da getirdiği psikoloji ile gün be gün delirmeye başlıyor. Fransızların bitmek bilmeyen saldırıları gruptan bazılarının yaralanmasına ve ölmesine sebep oluyor. Meier de üzerindeki baskıya dayanamadığı için sığınaktan çıkıp kendisini açılan ateşlerin önüne atıyor ve grup Meier’i bu şekilde kaybediyor. Açlık, susuzluk ve de bilinmezlikle yaşamaya çalışan grup en sonunda tükenme noktasına geldiğinde Erna yiyecek bulmak için dışarı çıkıyor. Meier’ın cesedi ve korkunç koşullar onun hareket etmesini imkânsız hâle getirdiğinde Erna en sonunda kendini bırakıyor ve Fransızların onu bulduğu ana kadar da ayılmıyor.

Bir kadın olduğu ve sıradan savaş esiri tanımlarına uymadığı için evine gitmeye hak kazanan Erna, eve dönüş treninde Anton’u, evine vardığındaysa oğlu Kalle’yi bulur. Bu açıdan bakıldığında biraz “masalsı” gelebilecek filmin Erling Jepsen’in aynı adlı kurgusal romanına (Erna I Krig, 2018) dayandığı düşünülünce, insan “filmlerde böyle şeyler olur” diyebiliyor. Şimdiyse filmin kronolojisinde geriye gitmemiz gerekiyor, zira Erna’nın cephede Anton ile kurduğu yakın ilişki hikâyenin bütünlüğü açısından büyük önem taşıyor. Erna o korkunç koşullar altında Anton’a sırlarını ve kalbini açıyor. İkilinin arasında kısa süren bir aşk hikâyesi de can buluyor, zira duygular en yoğun olarak cephede yaşanıyor. Ancak daha önce de söylemiş olduğumuz üzere, Anton’un Danimarka’daki evinde bir ailesi bulunmakta ve Erna da aslen sevmiyor olsa dahi evlenmek üzere söz vermiş olduğu Meier’i kaybetmiş durumda.

Anaerkil Güç

Anton ile Erna’nın yakın diyaloglarından bir tanesinde Kalle ile ilgili gerçeği öğrenme fırsatını yakalıyoruz. Erna film boyunca Kalle’nin bir babasının olmadığını söylerken aslen kendisini Bakire Meryem gibi gösterme niyeti hiç olmamıştır. Ailesinden kendisine kalan “mesleği” sürdüren Erna, bir bebek dünyaya getirmek zorunda kalan ancak bu bebekle ne yapacağını bilemeyen çiftler için açık bir kapı görevi görmektedir. Kalle de tıpkı bu şekilde Erna’ya gelmiştir ve Erna onu boğmaya çalışsa dahi çocuk dirayet göstermiş ve hayatta kalmıştır. Ancak bunun bedeli de ağır olmuştur pek tabii. 1900’lü yılların başında doğan evlilik dışı çocukların akıbeti gerçekten de böyle mi oluyordu, bunu tabii ki bilemiyoruz. Lakin güzel ve katarsisi doya doya yaşatan bir film olması için bazı gerçekçi bakış açılarını da bırakmak gerekiyor. Bu film de izleyiciye bu bakış açısını seve seve bıraktırma yetisine hâli hazırda sahip. Oğlunun peşinden savaşa giden, orada o koşullarda oğlundan güç alıp savaşmaya çalışan Erna karakteri aslında seneler önce ne kadar soğukkanlı bir biçimde bu bebeğe zarar verdiğini söylese dahi hikâye kendisinden bir şey kaybetmiyor, aksine Erna karakterine bir boyut daha eklenmiş oluyor. Anton’la birlikte olmalarının neticesinde hamile kalan Erna, savaştan evine 6 aylık hamile bir kadın olarak dönüyor. Erna’nın film boyunca üzerine titrediğimiz korumacı anaçlığı böylelikle daha farklı yönler kazanıyor.

Erna karakterine can veren Dyrholm’ün ve diğer oyuncuların da oldukça başarılı olduğu, akılda kalıcı ve de derinliği olan bir yapım Annem Savaşa Gidiyor. Romanını okumadığımız için filmin sonu romanla birebir uyumlu mu bunu tam söyleyemiyoruz ancak film bilinen diğer savaş filmlerinin aksine oldukça pozitif bir tonda bitiyor diyebiliriz. Hatta Erna oğlunu korumak için gittiği savaş “sayesinde” bir başka evlada daha sahip oluyor. Bu açıdan düşünüldüğünde filmde savaştan yıkıcı bir sonuç değil aksine yapıcı bir sonuç ortaya çıkmış. Bunun bir ilgisi de yine cinsiyet rolleriyle alakalı olabilir pek tabii. Genellikle -doğal olarak- erkeklerin başrolde yer aldığı ve aktif kişi rolünde olduğu savaş filmlerinin aksine bu filmde doğurganlık, yapıcılık, besleyicilik gibi özellikleri olan bir canlıyı yani kadını görüyoruz savaşın tam ortasında. Erna’nın yaşının nispeten ilerlemiş olması da bu az önce saydığımız doğurganlık gibi özelliklere ters düşerken, bu tarz zıtlıklardan ilginç bir armoni doğuyor filmde. Sonuç olarak Annem Savaşa Gidiyor zengin içerikli, duygu dolu anlar yaşatan, ilginç ve bir o kadar da insanın hassas noktalarına dokunan bir film. Keyifli seyirler!

Ece Mercan Yüksel

Bir Cevap Yazın