MATRIX RESURRECTIONS: Nostaljinin “İtici Güç” Olduğu Bir Devam Filmi

Öncelikle başlığımızla ilgili birkaç saptama yapalım: Matrix Resurrections (2021) tam anlamıyla bir “devam filmi” sayılır mı? Elbette sayılır. Öte yandan bu filmle birlikte meşhur “Matrix Trilogy”, artık “Matrix Quadrilogy” oldu mu? Hayır. Oldu diyemeyiz çünkü filmin adının da çok bariz bir şekilde söylediği gibi (Resurrection = Dirilme), “temiz” bir şekilde sonlanmış olan üçleme sonrasında, herşeyi yeniden başlatan bir film söz konusu. İleride Matrix 5 ve 6 çekilerek yeni bir üçleme ortaya çıkar mı bilemeyiz ancak şartların buna uygun olduğu da bir gerçek. Diğer bir nokta ise, filmde yoğun bir şekilde maruz kaldığımız nostalji. Bu gerçekten de seyirci için filmi sırtlayıp götüren ve eğlenceli kılan bir itici güç de olabilir, veya “itici güç” kavramını anlamından hayli saptırarak kullanırsak, tersine Matrix hayranlarını filmden soğutan, uzaklaştıran bir özellik haline de gelebilir.

Keanu Reeves

Kısacası karşımızda tamamen seyircinin beklentileriyle beğeni veya yergi kazanacak olan bir yapım var. Haklı olarak “bu her film için söylenemez mi?” diyebilirsiniz, ancak Matrix Resurrections için bu durum, uçlarda seyrediyor. Eğer yukarıda da bahsettiğimiz gibi seriyi “yeniden başlatan” ve 1999’da olduğu gibi sinema sahnesini derinden etkileyen, aksiyon ve dövüş sahneleriyle dolu bir film beklentisiyle sinemaya gidecekseniz, büyük ihtimalle izledikten sonra bu filmden pek bahsetmeyecek, önceki filmler sonrasında olduğu gibi gündelik yaşamda siyah bir kedi gördüğünüzde yanınızdakilere dönüp “bir şey değiştirdiler!” esprisini yapma ihtiyacı duymayacaksınız. Bu açıdan filmin adını “Matrix Reboot” koymamış olmaları çok iyi bir tercih, zira az önce betimlediğimiz beklentiye uygun bir film yok ortada.

Carrie-Anne Moss

Öte yandan Matrix’i 1999’da veya aşağı yukarı ilk üçlemenin yayınlandığı yıllarda, yaklaşık 15-20 yıl önce izledikten sonra ortalama bir beklentiyle bu dördüncü filme “uğradıysanız”, filmden daha pozitif duygularla ayrılmanız olası. Çünkü dediğimiz gibi, nostalji duygusu filmin neredeyse her karesine sinmiş durumda. Yazının spoiler barındıran kısmına geçmeden önce kendi fikrimi de paylaşayım, Terminator evreninden bir cümleyle (Skynet became self-aware) açıklamak gerekirse, Matrix’in bilinç kazanmış olması durumuna pek alışamadım, veya henüz ısınamadım. Öte yandan bu kişisel kanı üzerinden Matrix Resurrections’a da kötü bir film diyemem, izlerken keyif aldığım, özenle yazılmış, kaliteli bir yapım. “Herkesin beğenisini, filmle ilgili beklentisi belirleyecek” savımızı tekrarlamakla yetinelim. Matrix bilinç kazanmış derken ne demek istediğimi yazının devamında açıklıyorum, her ne kadar gerçek anlamda spoiler / sürprizbozan içeren bir film olmasa da, filmi izlemediyseniz buradan sonrasını okumamanızda fayda var. Son bir not: Film bitince sinema salonunu hemen terk etmeyin, jeneriğin en sonunda kısa bir sürpriz mevcut.

Bir Referans Denizi

Filmin açılış sahnesinde gördüklerimiz oldukça kafa karıştırıcı çünkü 1999’da, tamamen farklı şartlarda izlediğim ilk Matrix filminin açılışıyla neredeyse tamamen aynı, bu aşamada tam zihnimden “demek ki Lana Wachowski herşeyi başlatan ilk filme böyle bir saygı duruşunda bulunmak istemiş” diye geçirirken, Wachowski sözü alıyor ve bir anlamda “ilk film ne güzeldi öyle değil mi, ey sevgili seyirci?” cümlesini metaforik olarak beyazperdenin ortasına yaldızlı harflerle yapıştırıveriyor. Buradan sonra “devam filmlerinde, önceki filmlere yapılan birkaç göndermeye izin verilebilir” düşüncesindeyseniz çok üzgünüm çünkü Matrix Resurrections bir anlamda, “baştan sona ilk filme ve üçlemeye yapılmış olan bir gönderme” şeklinde dahi özetlenebilir, birkaç gönderme değil söz konusu olan, daha çok birkaç yüz.

Görsel sizi yanıltmasın, bu kare Matrix Resurrections’a ait.

Thomas Anderson (Keanu Reeves) Matrix adlı bir bilgisayar oyunu tasarlamış ve hayatına tasarımcı olarak devam eden bir karakter olarak tanıtılır, çalışma masasında Matrix figürleri vardır, gündelik hayatında Matrix hayranları ile karşılaşıp durur, şirket toplantısında “Warner Brothers’ın orijinal video oyunu üçlemesine dördüncü bir Matrix sürümü eklenmesi talebi” tartışılır, kısacası 2000’li yıllardan beri Matrix hayranı olanlar için, film ile gerçek hayat fazlasıyla iç içe geçmiş, film neredeyse bazı sahnelerde bir belgesel havasına bürünmüştür. Ne de olsa gerçek hayatta, “masasında Matrix figürleri bulunan bilgisayar programcısı” tanımına uyan binlerce programcı mutlaka vardır, bilgisayar uzmanı olmasam da 2000’li yılların başında benim de masamda iki adet Matrix figürü vardı.

Oldukça hiddetli bir kare.

Aslında bu noktada Lana Wachowski ve senaryo ekibi gerçekten de ortaya çok incelikli bir iş çıkartmışlar ve kabul edelim ki, filmdeki gerçeklik algısının bozulması temasını gerçek hayata taşıma fikri, neredeyse dahiyane. Filmi izlerken bizlerin de; Matrix’in 20 yıllık mirası ve popüler kültür üzerindeki yoğun etkisi aracılığıyla, içinde bulunduğumuz gerçekliği sorgulamamız amaçlanmış olmalı. Öte yandan kağıt üzerinde çok iyi dursa da, bu fikir beyazperdeye yansıtıldığında aynı etkileyici duruşa sahip olmuyor ne yazık ki. Dediğim gibi içinde bulunduğumuz gerçekliği sorgulatmak bir yana, yer yer belgesel izlenimi bile uyandırıyor. Lana Wachowski filmdeki bir karaktere “Matrix 4’ü nasıl çeksek acaba?” dedirttiğinde bu sözcüğün (Matrix 4) biz seyirciler tarafından “Matrix video oyununun devamı” bağlamında anlaşılması gerektiğini, gerçek hayata yapılan göndermenin ise en fazla bizi biraz gülümsetmesini amaçladıysa da, tam tersi gerçekleşiyor: Bu cümleyi duyduğumda “film şu an bir oto-gönderme yapıyor” düşüncesinin dışına çıkamıyorum, şahsen filmdeki Matrix sözcüğü ile aslında bir video oyununun kast edildiğini bile, izlerken kendime birkaç sahnede hatırlatmam gerekti.

Matrix Resurrections’a gidip, birkaç saniyeliğine de olsa, kelimenin tam anlamıyla Matrix (’99) izlemek.

Bir de tabii “gönderme” sözcüğündeki “ima etme” yan anlamının da altını çizmekte fayda var, çünkü Matrix Resurrections’daki göndermeler ima etmekten hayli uzak, daha çok gözümüzün içine sokulan referanslar söz konusu. Wachowski’nin yaptığını başka filmlere uyarlarsak Ridley Scott’ın Alien’ın devam filmine, yaratığın aslında bir oyuncu tarafından giyilen bir kostümden ibaret olduğunun açık edildiği “komik” bir sahne eklemesi veya Interstellar’ın devam filminde baş karakterin gerekli olmadığı halde mekiği çok zor bir manevraya sokmadan önce yanındakine dönüp “Between the Stars filminde kilitlenme manevrası en sevdiğim sahneydi” demesine benziyor. Bu noktada Matrix Resurrections’da bir karakterin çıkıp, tıpkı Jodorowsky’nin Holy Mountain’da yaptığı gibi kameraya bakarak “şu an bir film izliyorsunuz, film bu, hepsi bir kandırmaca!” şeklinde bağırmadığı için kendimizi şanslı saymalıyız sanırım.

Jessica Henwick’in ilk filmdeki meşhur sahne ile Matrix Resurrections’a bağlanması hoş bir dokunuş.

Matrix’in Bilinç Kazanması

1999’dan bu yana Matrix hakkında o kadar çok şey söylendi, belgeseller çekildi, kitaplar yazıldı ve Matrix’in etkileri o kadar çok filmde karşımıza çıktı ki, tüm bu yan gelişmeleri ve filmin etkilerini yakın takibe almış olsak hep aynı / benzer içeriğe maruz kalmaktan dolayı midemiz bulanabilirdi. Acaba Lana Wachowski’nin başına gelen de bu mu diye merak edebilir insan, çünkü filmin senaryosunda hatırı sayılır oranda bir “düşün yakamdan” tutumu mevcut, tıpkı bir röportaj sırasında “siz Amélie sayesinde artık Fransa’nın sembolü haline geldiniz” cümlesini duyan Audrey Tautou’nun röportajı terk edecek noktaya gelmesi, veya Daniel Radcliffe’in üzerindeki Potter’ı silkelemek için Kill Your Darlings ve Swiss Army Man filmlerinde oynaması gibi. Filmde, Matrix adlı video oyununun devamının hangi temel üzerine oturtulması gerektiği tartışmaları sırasında “ilk Matrix’in herkes için ne ifade ettiği” hakkında oldukça filtresiz birkaç versiyona maruz kalıyoruz örneğin, ardından da bu ve benzeri şekillerde film kendisini ve yarattığı bu evreni tiye alıyor, kendisiyle dalga geçiyor.

Jonathan Groff

Filmin ve Lana Wachowski’nin “Matrix’in hayatlarınızda ne kadar çok yer kapladığının, bu evreni ne kadar çok sevdiğinizin tamamen farkındayım” diyerek kendi yarattığı evrenle dalga geçmesi belki bazılarına hoş bir dokunuş, punk bir haykırış, kuralları yıkan devrimci bir yaklaşım veya dördüncü duvarın tatlı bir şekilde sarsılması gibi gelebilir, ancak die-hard fanlar pek memnun olmayacaktır. Zira 10, 15 veya 20 yıldır hayatlarının önemli bir parçası haline gelmiş olan Matrix franchise’ı ile, hem de bizzat o endüstrinin yaratıcısı, üstelik de serinin devam filminde dalga geçiyorsa, bu durum o serinin hayranları için en hafif tabiriyle hoş bir durum olmasa gerek. Günün birinde Stephen King’in, düzenlediği bir basın açıklamasında tüm hayranlarının gözünün içine bakıp “yazdığım saçma sapan romanları nasıl da tutkuyla okudunuz, iyi bir yazar olduğuma nasıl da inandınız, buna her geçen gün daha da şaşırıyorum!” dedikten sonra bir kahkaha krizine girerek mekandan çıkması gibi biraz.

Yukarıda: Yahya Abdul-Mateen II’nin karizmatik girişi. Altta: Sadece 2 saniye sonra karakterin kendi karizmatik girişiyle dalga geçmesi. Seyirci olarak yine espriyi kaçırıyoruz.

Fan Service

Matrix Resurrections’ın bu şekilde çekilmesinin altında fan service (hayranları hoş tutmak) kavramının yattığı da düşünülebilir belki, ancak röportajları ve sosyal medya paylaşımları aracılığıyla tanıdığımız kadarıyla Lana Wachowski’nin ve (bu filmi yönetmemiş olsa da) kardeşi Lilly Wachowski’nin de, bu şekilde bir yol izlemeyi tercih edeceğini sanmıyorum. Kendi üretimiyle dalga geçmesi belki de yirmi yıl sonra Matrix kavramını kimsenin etkileyici bulmayacağı fikrine dayanıyordur, halbuki bu devam filmini izleyecek olan her 10 kişiden 9’u, büyük ihtimalle “sanal gerçeklik” fikrini ilgi çekici bulduğu için sinemaya gidecek veya ekran başına oturacak. Terminator, Star Wars, Marvel (özellikle Deadpool) gibi franchise haline gelmiş yapımlarda fan service ile karşılaştık, ancak çok rahatsız edici gelmiyordu çünkü dozunda, ayarında bırakılıyordu. Terminator’ın devam filmlerinde “yaşamak istiyorsan benimle gel” veya “geri döneceğim” cümlelerini farklı karakterlere söylettiler mesela, seyirciler de gülümseyip geçti, ancak Schwarzenegger bir devam filminde çıkıp da “T2 serinin en iyisiydi bence” derse o zaman sınır aşılmış, muzırlık devreye girmiş oluyor.

Neil Patrick Harris

Bunun en iyi örneği belki de Deadpool, çünkü orada da baş karakter (ve yapım) kendisiyle sürekli olarak dalga geçiyordu ancak bu aşırılık bile iki nedenden ötürü göze batmıyordu. İlki uyarlamadaki tutarlılık (çizgi romanda da karakter dördüncü duvarı hiçe sayar ve hep kendisiyle dalga geçer), ikincisi de filmin Deadpool olması! Yani zaten kendisini ciddiye almaya kalkacak bir karakter yok ortada, hatta sırf bu şekilde bir yol izlediği için saygı da uyandırıyor. Hakkında felsefe kitapları yazılmış, tür olarak baktığımızda “aksiyon / dram” hatta “korku / gerilim” türleriyle yan yana anılabilecek olan bir franchise olarak Matrix’in ise, kendisiyle dalga geçmeye gerçekten de hiç ihtiyacı yoktu. Ya da en azından bu tiye alma durumu bu kadar yoğun yapılmamalıydı.

Jessica Henwick

Oyuncular

Keanu Reeves (Neo) ile Carrie-Anne Moss’un (Trinity) bu devam filminde oynamayı kabul etmiş olmaları filmin şüphesiz en büyük artısı. Elbette yönetmenin orijinal üçlemeyi de yazmış ve yönetmiş olan Lana Wachowski olduğu gerçeğinden sonra, zira başka bir yönetmenle çekilseydi çok daha farklı, belki de orijinal üçlemeye yabancı olan bir yapımla karşılaşabilirdik, neyse ki Matrix Resurrections’da böyle bir durum yok. İlk üç filmden tanıdığımız bir diğer oyuncu da Niobe rolündeki Jada Pinkett Smith, tabii Neo ile Trinity’nin sağladığı barış 60 yıldır sürdüğüne göre Niobe en az 80 küsur yaşında olduğu için, onca makyaj altında Pinkett Smith’i tanımak pek kolay değil. Son olarak önceki filmlerden efsanevi Merovingian rolündeki Lambert Wilson’ı da unutmamak gerek, karakteri neredeyse tüm sahnelerde küfretmekle meşgul olsa da.

Jada Pinkett Smith

Matrix evrenindeki yeni yüzlere geldiğimizde Morpheus rolündeki Yahya Abdul-Mateen II’den ve Agent Smith rolündeki Jonathan Groff’tan söz etmek gerek. Candyman’in yeniden çevriminden de hatırladığımız Abdul-Mateen II, bu filmde de tam bir karakter oyuncusu olduğunu rahatlıkla kanıtlıyor. Jonathan Groff’un işi ise, Agent Smith belki de Morpheus’tan bile daha kült statüde bir karakter olduğu için daha da zordu, ancak o da bu tekinsiz rolün altından başarıyla kalkmış. Analyst rolündeki Neil Patrick Harris de her zamanki kaliteli oyunculuğunu konuşturmuş, üstelik kanımca filmdeki en iyi repliklerden birkaçı da (Sahip olamadığınız şeylere usulca hasret duymakla meşgulken, elinizdekileri yitirmekten korkarak yaşıyorsunuz, insan türünün %99’u için gerçekliğin tanımı tam da bu.) ona emanet edilmiş.

Christina Ricci

Öte yandan Bugs rolündeki Jessica Henwick ise, yan roller arasında bariz bir şekilde en çok sahne çalan oyuncu ve Matrix Resurrections sayesinde de bütün bir filmi tek başına sırtlayıp götürebilecek bir yetenek olduğunu kanıtlıyor. “Henwick yan rolde değil” cümlesi aklınıza geldiyse hatırlatalım, Reeves, Moss ve Pinkett Smith’in oynadığı her sahnede, diğer tüm karakterler yan roldedir. Oyuncular değil, daha çok canlandırdıkları karakterler açısından. Jessica Henwick’i bu filmde “yeni bir Trinity” olarak izlemek oldukça kolay kabul edilebilir bir değişiklik olurdu aslında, ancak Wachowski bu yolu seçmemiş. Yeri gelmişken Henwick’i yine başka bir güçlü kadın karakter olan Motoko Kusanagi (Ghost in the Shell) rolü için düşünen bir yönetmen olursa da hayır demeyiz doğrusu.

Jessica Henwick

Sonuç

Filmi izlerken ve sonrasında aklımıza takılan ve / veya hayranlık duyduğumuz birkaç nokta ile bu geveze yazıyı sonlandıralım: Neo ile Trinity’nin, kapsüllerde olmasa da Matrix içinde “birbirinden uzak durmaları” gerektiği halde, ikisinin de aynı muhitte oturan iki insan olarak kodlanmış olması. Gerçek dünyada üretilen çileklerin DNA kodlarının Matrix’teki kodlardan faydalanarak oluşturulmuş ve “gerçek çilek tadına” bu yolla, makinelerle ortaklaşa çalışarak hayli yaklaşılmış olması. Makinelerin kendilerini geliştirebilmek adına Modal’lar kullanıyor olmalarının yaratacağı sorunlar. Neo’nun makinelerle yaptığı barış antlaşmasının gerçekten de uzun sürmüş olması. Agent Smith’in silinmiş programlara ulaşabilmesi, dahası Neo ile ortak çalışması, ayrıca Neo ile Trinity’nin makineler tarafından yeniden oluşturulmaları sürecinde dile getirilen “source code” kavramı ve daha birçok konudan bahsetmek, hepsi üzerinden Matrix evrenine teknik açıdan da değinmek isterdim ancak tüm bu ayrıntılar filme hakim olan popüler kültür göndermelerinin gölgesinde kalıyor. Filmin bizzat kendisi tarafından ikinci plana itilen, dalga geçilen konulara değinmek de açıkçası pek anlamlı gelmiyor.

Priyanka Chopra Jonas

Sonuç olarak başta söylediğimizi tekrar edelim, Matrix Resurrections hakkındaki fikriniz, tamamen filme hangi beklentiyle gittiğinize bağlı. Yeni bir içerik, yeni bir sinemasal sansasyon ve hatta “20 yıl sonraki görsel efektlerin baş döndürücülüğü” beklentisiyle sinema salonunda (veya oturma odanızda) yerinizi alacaksanız, filmi beğenmeniz hayli zor, hatta gününüzün geri kalanını kötü geçirmenize bile sebep olabilir. Öte yandan “eski bir dostu yeniden ziyaret etmek, onunla hangi konuda olursa olsun sohbet etmek” amacıyla koltuğa oturacaksanız, filmden daha pozitif duygularla ayrılacaksınız demektir. Uzun lafın kısası her iki durumda da “harika bir film” veya “sinemasal bir başyapıt” olmayacak karşınızdaki, ancak ünlü bir Matrix cümlesiyle (Free your mind) ifade etmek gerekirse, zihninizi tüm beklentilerden ve önyargılardan arındırarak izlediğinizde, 148 dakikayı duygusal olarak fazla yara almadan geride bırakabilirsiniz.

H. Necmi Öztürk

Bir Cevap Yazın