Sinema tarihine adını Se7en (1995) ve Fight Club (1999) gibi filmlerle yazdırmış olan David Fincher, adından yine beğeniyle söz ettiren ve kronolojik olarak bu iki yapımın arasında yer alan The Game (Oyun, 1997) ile de yeteneğini konuşturmuştu. Başrolünde Michael Douglas’ın bulunduğu ve Sean Penn ile Deborah Kara Unger gibi isimlere de oyuncu kadrosunda yer veren yapım, yıllarca Fincher’ın ustalık eserlerinden birisi olarak anıldı. Her ne kadar hiçbir ödüle layık görülmemiş olsa da hakkında söylenenler bir bakıma onlarca Oscar’a bedel oldu. The Game, zengin bir bankacı olan Nicholas van Orton’ın (Michael Douglas) gizemli bir oyuna davet edilmesiyle alt üst olan hayatını konu ediyor. Oyunun onu yok etmek için kurulan bir komplo olduğuna inanan Van Orton’ın kurtuluş çabası ekranlara yansıyor. Lakin karakterin yüzleştiği kurtuluş beklediğinden çok farklı oluyor.

Filmin bu denli beğenilmesinin ana sebeplerinden birisi tek yönlü izleme mecburiyetinin olmaması. Seyirci filmin yüzeyindeki aksiyon, gizem ve ters köşelerin yarattığı seyir zevkini yaşayabiliyor veya alt metninde bulunan psikolojik göndermeleri fark ederek Fincher’ın anlatısını yorumlayabiliyor. Bu çift yönlü anlatı sayesinde Fincher, genel geçer bir seyir zevki oluşturmayı başarıyor. Bu yazımızda ise filmin üst tabakasından ziyade biraz daha derinde bulunan argümanlara değinecek, yapımlarının tüm sanatsal kontrolünü eline alan Fincher’ın tercihlerine ışık tutarak onların ardında yatan nedenleri açığa çıkartmaya çalışacağız. Başlamadan önce eğer filmi izlemediyseniz bu sayfayı hemen kapatmanızı öneririz, ne de olsa The Game hem 1990’larda hem de Fincher sinemasında karşımıza birçok defa çıkan türde, sonunda sürpriz barındıran filmlerden.

Nicholas van Orton: Yalnız Protagonist
Filmin ana karakteri olan Nicholas van Orton, ilk bakışta derinliksiz, düz ve iki boyutlu bir karakter gibi görünüyor. Ekonomik durumu çok iyi olmasına rağmen yaşadığı hayat tekdüzeliği ile öne çıkıyor. Van Orton’ın toplantılardan kaçması, yemek davetlerini reddetmesi veya telefonları açmak istememesi onun sosyal dünyadaki yerini gösteriyor. Dahası, kimseyle iletişime geçmek istemeyen birisi olarak da betimleniyor: Yemeklerini tek başına yiyor, genel anlamda iletişimden kaçınıyor. Zengin olmasına rağmen yalnız olan protagonist kavramı, Fincher’ın The Game ile anlatmak istediği birçok yan konunun yapıtaşını oluştururken, girizgâh niteliğindeki bu betimleme bir bakıma izleyiciyi bu önermeye hazırlıyor. Zenginlik ve yalnızlığın aynı kadrajda betimlenmesi zıtlık oluşturuyor ve izleyiciyi konfor bölgesinden çıkartarak filmin gizemli dünyasına dahil olmasını sağlıyor. Çoğumuzun kafasında bulunan zenginliğin yalnızlığı dışlayacağı düşüncesi zarar görüyor. Bu anlamda The Game’ın amacının, zenginlik ile mutluluk ilişkisini irdeleyerek kendine bu bağlamda zemin yaratmak olduğunu söyleyebiliriz.

Zenginlik ve Mutluluğun Oyunu
Van Orton karakterinin zengin ama yalnız betimlenmesi Fincher’ın argümanı için büyük önem taşıyor. Oluşturduğu karşıtlık bizleri kafamızda yerleşmiş düşüncelerden ayırıp Van Orton’ın hayatına dışarıdan bir bakış atmamızı mümkün kılıyor. The Game, para ve mutluluk arasındaki ilişki üzerinden Van Orton’ın mutsuzluğu aracılığıyla bizleri düşünmeye itiyor. Fincher paranın mutluluk getiremeyeceğini savunuyor, o kadar ki ana karakterin yalnız hayatı betimlendikten sonra izleyici karşısına çıkan Conrad (Sean Penn) karakteri dahi izleyiciyi bu gerçekle yüzleştirme görevini üstlenmiş gibi. Bir aile sahibi, sosyal ve neşeli Conrad, sahneye bir hapşırma şakası ile dahil oluyor. Film boyunca doğru düzgün bir sosyal ilişkiye bile girmemiş olan Van Orton ile Conrad’ın buluştuğu kadraj bir başka zıtlık daha oluşturuyor. Bu düzlemde Van Orton’ın mutsuzluğu başka bir karakterle kıyaslanıyor ve ana karakterin yalnızlığı dışında, mutsuzluğu da incelenebilir hale geliyor.

Para ile mutluluk ilişkisi sadece Van Orton üzerinden değil, hatıralarda izlediğimiz babasında da açıkça gözlemlenebilir. Kravatı ve takım elbisesi ile şık ve zengin olarak resmedilen baba karakteri görünürde Van Orton ile ciddi benzerlikler taşıyor. İkisinin de giyim tarzı, ekonomik durumu ve hatta hal ve tavırları birbirleri ile uyum halinde gösteriliyor. Bu iki karakter arasındaki benzerlik sadece ekonomik düzlemde değil, psikolojik bağlamda da izleyiciyle paylaşılıyor. Van Orton karakterinin mutsuzluğu Fincher’ın kadrajında çeşitli kıyaslamalar ile resmedilirken babasının mutsuzluğu çok daha sert ve ani şekilde, intihar ile gösteriliyor. Babasının intiharı zenginliğine rağmen yaşadığı melankoliyi gözler önüne seriyor, bu da ana karakterimiz ile arasındaki benzerliğe bir kez daha ışık tutuyor.

Bu benzerlik bir noktada o kadar büyüyor ki Van Orton da tıpkı babası gibi intihar etmeye kalkışıyor. Oyunun içinde bulunduğu süre boyunca defalarca ölümden dönen, bütün parasını kaybeden ve tek arkadaşı Conrad’ı öldüren Van Orton, çözümünü intiharda buluyor. Her ne kadar intihar girişimi ölümle sonuçlanmamış olsa da bu sahne The Game için mühim bir sembol içeriyor. Van Orton intiharı ile kendisini değil fakat içinde barınan yalnız, depresif ve kapitalist adamı öldürüyor. Tüm yaşadıklarının aslında oyunun bir parçası olduğunu öğrenmesiyle de gerçekten değer vermesi gereken şeyin farkına varıyor ve içindeki yalnız, zengin ve mutsuz adam yerine mutlu bir adam geliyor. Bu açıdan Van Orton’ın intiharı aslında tamamen başarısız olmuyor, zira bu eylem, babasından kalan melankoliyi öldürüyor.

Ödül Olarak Özgürlük
Van Orton karakterine boyut ekleyerek onu özelleştiren tek nitelik yalnızlık veya melankoli değil. Özgür olmayışı da film boyunca birçok farklı şekilde resmediliyor ve bu tutsak olma hali karakterin zengin resmedilişiyle çelişiyor. Van Orton, oyun boyunca yaptığı her şeyi; aldığı kararları, tanıştığı insanları ve karşılaştığı durumları, hür iradesiyle yaptığını düşünüyor. Özgür bir insan olduğunu zannediyor ve kararlar veriyor, seçimler yapıyor. Lakin bütün oyunun aslında bir komplo olması karakterin özgürlükten ne denli uzak olduğunu gösteriyor. Oyuna dahil olması bile çelişkili bir şekilde oyuna kabul edilmediğini söyleyen bir telefon ile başlıyor ve karakterin bir kukla gibi oynatıldığını gösteriyor. Van Orton’ın intihara teşebbüs etmesi bile atlayacağı yerden düşeceği yere kadar adım adım planlanıyor. Öte yandan karakteri tutsak eden şey sadece oyunun kendisi değil. Van Orton aslında tüm hayatı boyunca özgürlükten uzak ve tutsak bir şekilde yaşıyor.

Tüm yaşantısını para kazanmaya adamış olan Van Orton, hayatını kendi tercihleri ile yönetmiyor. Maddiyata dayalı yaşantısında paranın esiri olarak yaşıyor. Oyun ise sadece karakterin tutsaklığını dışa vuruyor. Gerçek hayat ile yapaylık arasındaki geçişi sağlayan oyun, bu dönüşümü belli belirsiz yaparak aslında bu iki gerçekliğin birbirinden farklı olmadığını gösteriyor. Van Orton iki gerçeklikte de tutsak ve oyun sadece bu gerçeği dışa vuruyor. Filmin hem içinde hem de jeneriğinde çalan Jefferson Airplane’in White Rabbit şarkısı bu fikri güçlendiriyor. Lewis Carroll’ın Alice Harikalar Diyarında’sındaki tavşanı konu edinen şarkının kullanımı, Alice’in düştüğü delik ile Van Orton’ın oyunu arasında bağlantı kuruyor. İkisi de farklı gerçeklikler aracılığıyla karakterleri için değişim sunuyor.

Renk Kullanımı
David Fincher’ın mükemmeliyetçi yaklaşımı filmlerindeki her elementi anlamlı kılıyor. The Game nazarında da renk paletleri, hikâye anlatıcılığı ve duygu durumu – renk seçimi açısından büyük önem taşıyor, örneğin Van Orton’ın resmedildiği sahnelerde çoğunlukla soluk tonlar hâkim. Bu solukluk karakterin melankoli duygusunu ve mutsuzluğunu dışa vuruyor. Lakin sokağa çıktığı sırada kırmızı ve mavi gibi parlak renklerin izleyiciyi karşılaması da Van Orton’ın dünyadan ne kadar kopuk bir hayat sürdüğüne işaret ederken, dışarıdaki parlak renklerden soluk renk paletiyle ayrılması onun yalnızlığını ve farklığını pekiştiriyor.

Ne var ki filmin sonunda her şeyin oyun olduğunun açıklanmasından ve intihardan sonra Van Orton, parlak sarı renklerin hâkim olduğu bir yere düşüyor. Tıpkı güneş gibi bu sarı renk, karakterin yeniden doğuşunu ve kıştan sonra baharın gelişi gibi Van Orton’ın kurtuluşunu sembolize ediyor denebilir. Protagonist peşindeki katillerden değil fakat hayatı boyunca onu takip etmiş olan para tutsaklığından kurtuluyor, hayatında değer verdiği her şeyi kaybetmiş olma duygusunu tadarak değişiyor, bir anlamda kendi eski halinden silkinip uyanıyor. Bu sonla The Game seyircilere de birer Van Orton’a dönüşmeden değişmeyi üstü kapalı olarak salık verirken, maneviyata hakkettiği değerin verilmesi gerekliliğine de selam ediyor.
