Toplamda beş bölümden oluşan Gustav Mahler’in 5. Senfonisi’nin icrası için gerekli olan hazırlık hali, Todd Field yönetmenliğindeki Tár’da (2022) kendisini en ağır şekilde hissettiriyor. Senfoninin her aşaması, karşımızda açımlanacak olan gidişatın bir yansımasıdır adeta. Cate Blanchett’in canlandırdığı Lydia Tár karakteri neredeyse “sesli” olmanın en kırılgan ve ürkütücü halini taşıyor. Mezarlıkların küflü karanlığında açılan (ilk kısmın adı da zaten “cenaze marşı” anlamındaki Trauermarsch) senfoninin ilerleyen her anı, karnaval müziğini anımsattığı yerler de dahil kompozisyonunda birçok tezat doğururken Lydia Tár karakteri üzerinden film boyunca özellikle bu eser üzerine değinilmesi ise Field’ın perspektifinde yastan zafere uzanan bir yolculuğun habercisi olarak yerini alıyor. Tár’ın farklı ruh hali değişimleri, gündelik yaşantıdan sıyrılarak kurtuluş arayışında oluşu, Mahler’in 5. Senfonisi ile içerik bakımından oldukça benzer dışavurumlara konuk ediyor seyirciyi. Bu nedenledir ki film boyunca Tár’ın bilinçaltı ve hakikati bulma yolundaki korkularıyla kendimizi aynı koltukta buluyoruz. Yönetmenin ana karakter üzerine çizmiş olduğu bu tipteki özdüşünümsel yönelim, filmi biyografi türünden sessiz bir şekilde sıyırarak farklı bir anlatı çizmesine izin veriyor.

Kaotik Duyguların Uçarı Replikaları
Tár’ın hem kendi içindeki hem de iletişimde olduğu sosyal düzene karşı cesur mücadelesi, onun içsel dünyasında trajik bir tabiatın doğumunu üstlenir. Anti-biyopik olarak değerlendirilen Tár, bireyin kendini yok etme sürecini adım adım en ince ayrıntısına kadar işliyor. Filmin senaryosunu özellikle Cate Blanchett’i düşünerek yazmış olduğunu ifade eden Todd Field, Blanchett’in projeyi kabul etmediği noktada Tár’ın gerçekleştirilemeyeceğinin özellikle altını çiziyor. Lydia Tár karakterinin inşası esnasında Almanca dersleri alarak o karakteri yansıtma yolunda belli bir imajın hizmeti altına giren Blanchett, bir efsanenin kendi kendisinin çöküşüne tanıklık edişinde bir gölge gibi ağırlığını yakından hissettiriyor. Filmin sadece biyografik öğeler yansıtmamış olmasına en doğal kanıt orkestra yönetimi ile toplumsal yaşayış biçimi arasına inşa edilen mikro kozmos köprüsü oluyor. Her iki biçimde de güçler arası belli bir paralellik kuran Field, yanlış herhangi bir eylemin kişinin temel gücünü sarsmasındaki temsilinin maskesini indiriyor. Lydia,büyüleyici olandan kuvvet alarak itici güç olarak kullandığı imajını iktidarıyla birleştirerek belli bir çelişki yaratıyor. Buna bağlı olarak filmde yer yer ortaya çıkan düşsel görsellik ise içsel çürümenin ilk evresini çok rahat bir şekilde sunuyor.

İnsanın Anlamsızlığı Üzerine
Kimi sahnelerin “arthouse” şeklinde biçimlendirilmiş olması Lydia Tár karakterinin mimarisiyle belli bir uyum yaratmış. Tár’ın içsel olarak dönüştürmüş olduğu kimliği onu rüyasından ayrılamayan, yaşayan bir hayalete dönüştürürken, silikleşmesini en ihtişamlı şekilde gerçekleştirmesine izin veriyor. Bir nevi transcendental bir nesneye hayat veren Blanchett, Tár karakterinin ne olduğu, kim olduğu sorusunu açığa kavuşturan hiçbir cevap vermiyor. Aksine onun kariyerindeki yarı doygunluk halinin sosyal hayattaki Tár’ı “hiçbir şey”leştirdiğini görüyoruz. Damien Chazelle’in 2014 yapımı Whiplash filmindeki Andrew (Miles Teller) ve Fletcher (J.K. Simmons) karakterleri arasında bir yerde kalan Lydia Tár, kendini gerçekleştirmenin de yeterli olmadığı tekinsiz suları izleyicinin üzerine püskürtüyor. Dolayısıyla Tár’ın omuzlarındaki gerçeklikten nasibini almış olan yaşam ağırlığı onun taşıdığı karakteri klasik bir Hollywood karakterine dönüştürüyor. Müziğin bu filmdeki ihtişamı ise, The Revenant (icra), Arrival (icra), Mary Magdalene (beste), Chernobyl (beste) ve Joker (beste) gibi yapımlardan tanıdığımız İzlandalı besteci ve çellist Hildur Guðnadóttir’in ellerine (beste) bırakılmış. Her bir karakterin içinde belli seviyelerde taşımış olduğu bir orman yangının kokusu, tüm filme başlangıçtan sonuna değin sinmiş.

Fırtınamda Benimle Dans Edenlerin Sivrilmiş Dişleri Omzumda
Başarılı olmanın yükümlülüğü altında kademeli olarak ezilmeye mahkûm bırakılan Tár, bu durumun onu vahşileştirmesine kapısını sonuna dek açmış olarak ilk kez karşımıza çıktığında güneşin yakıcılığında tüm dallarının solmasını bekleyen kayıp bir yolcuyu andırıyordu. Karakterin bu hali göstergesel açıdan onu kimi zaman kurban konumuna yerleştirmiş olsa da avcı rolündeki maskesini asla indirmeyen bu gizli kurban giderek kendi etinden beslenen bir varlığa dönüştükçe onu büyüleyici kılan kurgusal ağırlığını da kaybetti. Honoré de Balzac’ın Illusions perdues (Kayıp Hayaller) adlı romanından uyarlanan Xavier Giannoli’nin 2021’de yönetmiş olduğu aynı adlı yapımdaki Lucien de Rubempré karakteriyle belli oranlarda benzeşme gösteren Lydia Tár için illüzyon, tamamen kendi içinde inşa ettiği bir mağara halini alırken oranın başkaları tarafından keşfi onun tamamen kaybına işaret etmeye başlıyor. Diyalogların bedensiz bir karakter gibi kullanıldığı Tár filmi, yüzünü kışa dönmüş olan klasik bir sonbahar mevsimi gibi estiriyor. Özel hayatın dışında sanat algısına yakından bakabilme şansı bulabildiğimiz Todd Field’in Tár’ı kahramandan ziyade anti-kahramanın hikâyesini anlatıyor. Ancak bunu dışarının gözleriyle aktarıyor, yani Tár kendisi için değil toplum düzeninin kaotik yapısında bir anti-kahraman. Karakter ve diyalog odaklı bir film olmanın dezavantajını taşıyan Tár, Lydia karakteri üzerinden birey odaklı deneyimin ağırlığını bir döngü içerisinde gösterir.

Dikey Hiyerarşide Yatay Formattaki Hayatlar
Todd Field’in filmi aktarma biçimi olarak 2.39:1 formatta geniş açı kullanması filmin içerik anlatımıyla belli bir zıtlık seviyesinin kurulmasına da izin vermiş. Bu da filmde beklenmedik bir biçim ortaya çıkarıyor: Dikey format içine sindirilen çalkantılı yaşamın yatay formata sıkıştırılmasıyla açığa çıkan agorafobi, filmde baştan itibaren birtakım olayların ters gittiğine dair öncü görevi üstleniyor.Filmde sahnelerin birbiriyle bağlantısı ise karakterin duygu geçişi açısından örnek oluşturabilecek düzeyde. Bu da Tár için yaratılmış gerçekliğin kurgulandığı parçalanmış gerçekliğe bir gönderme olarak görülebilir. Öte yandan Lydia giderek kendisine mâl edilmiş, hiç var olmamış Amerikan rüyasından yavaşça sıyrılır. Böylece “parçalanmış gerçeklik” filmin çekim formatına da uygun bir noktada kendini var etmiş olur. “Yüksek sanat” yüzeyinde dalgalanan bireysel ve kişilerarası düzensizliğinin kabuğunun çatlayışına tanık olduğumuz Tár, müziğin kendisini dönüştürdüğü benliğe değil, zamanın dönüştürdüğü benliğine odaklanıyor.
