Caddelerde, koridorlarda, ofislerde meşgul insanlar, aceleci insanlar, konuşan insanlar, düşünen insanlar; kalabalığın içinde yalnız insanlar… Milyarlarca farklı hikâyeyi bireysel bakış açısıyla yaşayan, plansız programsız aniden ölen bilinçler. Neden varız, yaşadığımız hayat gerçek mi, hayatımız üzerinde kontrol sahibi miyiz, bu hayatın anlamı ne? Hislerimizle edindiğimiz bilgiler bizi yanıltıyor mı? Asla tam anlamıyla cevaplanamadığı için tekrar tekrar sorulan soruların gerçek cevaplarının bizi Matrix’ten kurtarabildiği bir evren sunuyor Wachowski kardeşler izleyiciye. Matrix’ten kurtuluncaysa bizi mutluluk ve tatmin değil daha derin bir çaresizlik bekliyor. Kırmızı hapı yutmaya hazır mıyız?

Gerek senaryosu gerek sinematografisi ve sembolizmiyle Matrix serisi (1999-2021) sinemanın potansiyelini göklere çıkaran, unutulmayacak bir efsane. Matrix’i özel yapan, diğer siberpunk filmlerinden ayıran nedir peki? Belki de Matrix’in asla unutulmamasının sebebi, hepimizin zaman zaman kendimizi başkaları tarafından tasarlanmış bir programın içinde hissetmemiz. Dejavu yaşadığımız anlarda, bireysel labirentlerimizde dönüp dururken, seçme hakkımızın olup olmadığını sorgularken, bütün bu döngünün anlamının ne olduğunu sorup duruyoruz kendimize. Sanki birisi bizi bu simülasyondan çıkarıp alacak ve bize yaşadığımız hayatın en gizli sırlarını bir çırpıda anlatıverecek. Bana kalırsa Matrix serisini en değerli kılan, modern dünyada her gün yaşadığımız çaresizlik hissi. Bizden büyük sistemlerin içinde sıkışmış hissediyoruz, çoğu zaman verdiğimiz emeğin karşılığını almadan. Modern ekonomik teorilerin emek sömürüsü olarak tanımladığı bu durumu Matrix, makinelerin insan enerjisini sömürüsü olarak tanımlıyor. Matrix’te zihinleri hapsolan milyarlarca insan gökyüzünün karardığı gerçek dünyada plastik kozaların içinde her şeyden bihaber uyuyorlar. Matrix bize kendi çaresizliğimizi hatırlatıyor.

Seçilmiş Çift: Makinelere karşı tek silah Duygularımız
Matrix serisi modern dünya hayatının rasyonalizmi içinde insanlığın makineleşmesinin bir eleştirisini yaparken insanlık tarihi boyunca var olmuş inançlara birçok gönderme de yapıyor. Neo’nun ‘seçilmiş kişi’ olarak insanlığı kurtarmak için Matrix dünyasına yollanan bir Mesih rolü oynaması, Budist rahipler gibi kendi gerçek potansiyeline ulaşabilmesi için önce Matrix dünyasının kurallarından kendini arındırmak zorunda olması, son filmde Neo ve Trinity’nin Âdem ve Havva gibi yeni kurulacak Matrix’in ataları olduklarının farkına varmamız bunlardan sadece birkaçı. İlk üç film (1999-2003) bize Neo’nun seçilmiş kişi olduğu vurgusunu yaparken dördüncü film bu yargıya yeni bir boyut ekliyor: Neo’nun varlığını özel yapanın, Trinity ile aralarındaki bağ olduğu ortaya çıkıyor. İlk filmde (1999) Kâhin’in Trinity hakkındaki kehaneti böylece anlam kazanıyor: Trinity’nin âşık olduğu kişi seçilmiş kişi olacak. Kehanetin iki yönlü işlediğini ise son filmde anlıyoruz: Neo’nun âşık olduğu kişi de seçilmiş kişi olacak.

Trinity ve Neo seçilmiş kişiler, çünkü birbirilerini seçtiler. Beraber oldukları, birbirlerini sevdikleri müddetçe güçlüler. Son filmin izleyiciye bıraktığı bu cümle pek çok Matrix hayranını hayal kırıklığına uğratmış olabilir; etrafımızdaki dünyanın gerçekliğini, var oluşun anlamını irdeleyen kültleşmiş bir film serisinin ana cümlesi neden böyle ucuz bir romantizme teslim edildi diye. Filmin türü ne olursa olsun hikâyeyi bir aşk hikayesinin etrafında örmek Hollywood’un temel silahlarından biri. Fakat konu Matrix olunca bu hamlenin daha sağlam bir temeli olduğunu düşünüyorum. Matrix bize yaşadığımız dünyanın bir yansımasını sunuyor: Dış dünyanın mağara duvarındaki bir gölgesini. Herkesin birbirinin aynı olduğu, sistemin gerektirdiği gibi oradan oraya savrulduğu soğuk ve ürkütücü bir makinenin içine sıkışmış zihinlerden oluşan bu dünyadaki sıkı rasyonalizme keskin bir tezat oluşturuyor aşk kavramı.

Tüm sınırların kodlarla belirlendiği bir evrende nedeni, sonucu belli olmaksızın deneyimlenen yoğun bir duygunun var olabilmesi bile bir isyan aslında. Dolayısıyla birbiriyle hiç tanışmamış iki insanın zihinlerinin ve kaderlerinin birbirine duygusal bir bağ ile bağlanması, Matrix’in kurallarına kafa tutabilecek, mantığa sığmayan, olağanın dışında hatta uhrevi bir durum. Her şeyin net açıklamalarla, programlarla, mekanik ilişkilerle sınırlandığı bu dünyaya açıklamasız bir kavramla saldırmak mümkün olan tek saldırı yöntemi. İnsan zekasını alt etmiş bir yapay zekânın egemenliğiyle insan zekasını kullanarak mücadele etmek olası değil. Geriye insanın en açıklanamaz tarafı olan, modernitenin mantığın karşısında zayıflık olarak nitelendirdiği dürtülerimiz kalıyor. Bizi insan yapan bu duygular, bizi makinelerin soğuk düzeninden kurtarabilecek tek varlığımız. Yapay zekaya kafa tutmak için Âdem ve Havva’yı anımsatan bir çift çiziyor Wachowski kardeşler bize. İnsanlığın en ilkel, en eski hikayesi, makinelerin kölesi olduğumuz fütürist bir distopyada bize insanlığımızı geri verebilecek tek hikâye oluyor.

Matrix yarattığı fütürizm ile ilkelin karması olan özgün dünyasıyla olduğu kadar, karakterlerinin filmin çekildiği 90’lı yılların cinsiyetçi kalıplarına sıkışmamasıyla da akıllara kazınıyor. Döneminin filmleri kadın karakterleri erkek ana karakterin kazanacağı bir ödül olarak kullanırken Trinity tüm bu cinsiyetçi kalıplardan bağımsız, kendi başına var olan bir karakter. Son filmle beraber bu durum iyice ortaya çıkıyor: Trinity’nin hikayedeki rolünün Neo kadar merkezi olduğunu ilan ediyor hikâye. Kahin’in Trinity’ye özel olarak söylediği kehanete dayanarak şunu bile söyleyebiliriz: Neo Trinity’ye sunulan bir hediye. Neo’nun yeni doğduğu dünyaya uyumu için sürdürülen eğitim boyunca Neo’yu tehlikelere açık, narin, duygusal ve naif izliyoruz, tüm bu süreçte Trinity bir kaya kadar sağlam, mantıklı, tutarlı, hedefinden ve görevinden emin bir duruş sergiliyor. İlk filmin sonunda Neo, Trinity’nin öpücüğüyle hayata dönüyor- hikâyenin bu dönüm noktası Uyuyan Güzel masalının tersine bir yeniden üretimi. Matrix serisinde kadın karakterlerin erkek karakterler tarafından kurtarılmaya muhtaç olduğu bir hiyerarşi görmüyoruz; Western’lerle başlayıp James Bond’larla süren sinematik mitolojilerin aksine. Matrix evreninde cinsiyetler arasında bir hiyerarşi yok. Makinelere karşı devam eden var oluş mücadelesinde tüm insanlar eşit.

Smith Neo’ya Karşı
İnsanların makinelere enerji sağlamak için bağlandığı bir simülasyonun içinde, bir bilgisayar programı olan Ajan Smith, Neo ile yaşadığı çatışma sonucunda insanlaşıyor. İnsanlaşan Smith sistemden ayrışıp kendi iradesiyle karar vermeye başlıyor. Özgür irade var mıdır sorusuna, insanın özgür iradesi olduğu cevabını veriyor bu dönüm noktası. İnsanların öngörülemezliği, yapay zekanın katı mantığının karşısında insanın en büyük silahı. Öyle ki Neo’yu yenmek için tüm kaynaklarını kullanan Smith’in son başvurduğu yol Neo’nun insana has bireyselliğini kullanmak. Neo’yu yenmek için Neo’ya benzemesi gerekiyor, Neo’ya benzemek içinse yazılım güncellemesine maruz kalıyor. Bu bize insanların hala makinelerden üstün olduğunu gösteriyor. İnsanları makinelerin karşısında güçlü kılan duyguları. Hayatta kalmak için, kendilerini ve sevdiklerini korumak için insanların düşünmeden sergileyeceği davranışları yapay zekanın kodlarına yazmak mümkün mü? Eğer bunu başarırsak insanı makineden, Neo’yu Smith’ten ayıracak bir şey kalır mı?

Matrix evreninin bilgisayar oyununu andıran yeşil filtresi, dikey ve yatay düzenliliği ve tedirgin edici istikrarına karşı Zion’daki organik karmaşa, Matrix’teki köşeli geometriye karşı gerçek dünyada tekrar eden kıvrımlı motifler, Matrix’in yeşil ışığına karşı post apokaliptik dünyadaki mavi ışık iki dünya arasında görsel bir tezatlık kuruyor. Matrix evreni günümüzde yaşadığımız dünyaya daha çok benzerken Zion’daki topluluk daha çok ilkel kabileleri andırıyor. Bu da şunu düşündürüyor: Modern şehirlerde yaşadığımız hayatlar bizi özümüzden uzaklaştıran bir illüzyon mu? İnsanın doğası, makinelerden kopuk ve doğaya dönük bir yaşantıyı mı gerektiriyor? Makinelerle yaşamak insanın özünden feragat etmesi anlamına mı geliyor yoksa makinelerle insanların bir arada uyum içinde yaşaması mümkün mü? Kesin bir cevabı olmayan ve sorulmaya devam edilecek soruları işliyor Matrix. Aynı soruları soran yüzlerce film daha çekilecektir elbet, fakat Matrix serisinin bunların arasındaki özgün yerini koruyacağına olan inancım tam.
