Jonathan Glazer’ın bu yıl 76. Cannes Film Festivali’nde Grand Prix’nin (Büyük Ödül) sahibi olan filmi The Zone of Interest (2023), tehditkâr karanlık hikâyesinin anlatıcılığını yazın parıltılı yüzüne yansıtıyor. Dial M for Movie olarak Cannes’daki film seçkimiz arasında olan The Zone of Interest sert bir rüzgâr yakıcılığındaki yapısıyla festival boyunca izlediklerimiz arasında dikkat çekici yanını zihnimizde her zaman korudu. Geçtiğimiz mayıs ayında, tam da filmin Cannes’da Dünya prömiyerini yaptığı 19 Mayıs’ta vefat eden Martin Amis’in aynı adlı romanından uyarlanan yapım, duyulması güç kuş cıvıltılarının ortasında mutluluk kıyafetlerini giymiş, birbirine yabancı olanların zaman ile yüzleşmesini soyut evrenin sınırlarında dolanarak yansıtıyor. Filmin başrollerinde 76. Cannes Film Festivali’nin kazananı olan Anatomie d’une chute (Bir Düşüşün Anatomisi) filminin de başrolünde olan ve Toni Erdmann (2016) adlı filmden tanıdığımız Sandra Hüller, Hedwig Höss rolüyle karşımıza çıkıyor. Ona eşlik edenler arasında ise Christian Friedel (Rudolf Höss), Ralph Herforth ve Max Beck yer alıyor.

Enerjisini Zifiri Karanlıktan Alan Pastoral Bir Duş
Açılışını tamamen sonsuzluk hissi ile yapan filmin ilk dakikalarında karanlık bir ekranın içine hapsoluyoruz. Tam anlamıyla içinde bulunduğumuz anı büyük merakla solumamıza izin veren bu sekansa bir de düşsel bir tınının eklenmesiyle bir anlamda filmin gölgesi haline geliyoruz. Ekranın yansıtmış olduğu derin karanlık, filmin orijinal müziğinden sorumlu Mica Levi‘nin elinde kusursuz bir boyut kazanıyor. Levi‘nin, başta ilk dakikaları olmak üzere filmin tamamı için hazırlamış olduğu soyut partisyonlar aşılması güç bir tehdit unsurunun ilk kıvılcımlarını hissettiriyor. Böylece filme, henüz hikâyeye giriş yapmadan büyük bir ağırlık çöküyor. Filmin ses tasarımı ile ilgilenen Johnnie Burn’ün de bu anlamda ekstra katkısı var diyebiliriz. The Zone of Interest işlediği konuya bağlı olarak koyu karanlık bir omurgaya sahipken aynı zamanda teknik anlamda süslemeler yapılmış olması da ona yenilikçi bir yön ve tekinsiz, korkutucu bir atmosfer kazandırıyor. Başlangıcı tamamen tarafsız olarak açılan filmin sekansları, 1930’lara ve 1940’lara öykünen kompozisyonu ile, filmdeki tarihsel kişilikleri duymamış olan izleyiciye ipucu verme konusunda oldukça cimri bir tavır sergiliyor.

Günlük Yaşamın Buz Gibi Yakıcı Hassasiyeti
Ham şiddetin görsel olarak aktarılışını anlatısının içine küçük ama dehşet verici göndergelerle yediren The Zone of Interest, başlangıçta tarihin ağırlığına bürünmeden kendi paraşütüyle hafif bir inişe dahil oluyor. Jonathan Glazer’ın sessel ve görsel denemelerini takiben mutlak kötülük adım adım filmin aurasına, The Zone of Interest’in içine sızıyor. Ancak yönetmen teknik olarak metaforik metodolojiye başvurduğu için anlatı, ağırlığını en başta son derece hafif dokunuşlarla yansıtıyor. Tarihin ve insanlığın en kara lekelerinden biri olan Auschwitz toplama kampının komutanı Rudolf Höss ve eşi Hedwig Höss üzerine odaklanan film, bu ölüm kampında yaşananları görsel olarak arka planına alıyor. Ortamın “gürültüsü”, vahşetin son derece ağır bir hatırlatıcısı olarak filmin kompozisyonu içine yerleştiriliyor. Bir dağ kenarında açılan sahnesiyle, rahatsız edici bir şekilde gündelik hayatın normal yansıması olarak sunulan çamaşır ipinin ve bahçenin varoluş biçiminin The Zone of Interest’in yakılmaya hazır kabuslarının kıvılcımlarını taşıdığı söylenebilir. Bir anlamda karanlık bir tabloya da benzeyen karakterlerin gündelik yansımaları, ezici karakterlere sahip sakin bir akşam yemeğini dahi anımsatıyor. Oyuncuların her zaman kontrollü bir biçimde yansıtmış olduğu karakterler, anlatıyla mesafeli bir ilişki içinde. Film, toplama kampının hemen yanında ailesiyle birlikte bir hayat kurmuş olan Rudolf Höss’ün, hali hazırda kurulu olan düzenin (status quo) içsel yıkımına izin vermek istemeyen bir karakterin izinde. Hedwig Höss ise Auschwitz‘deki hayatına sıkı sıkı sarılan bir karakter olarak filmdeki anlatı soğukluğunu ikiye katlıyor.

Metalik Bir İnilti ile Kendini Auschwitz Kabusunun İçinde Bulmak
Aynı adlı kitaptan serbestçe uyarlanan filmde, ölü bedenlerin yanında resmedilen karakterler günlük özenli kıyafetleri içindeki figürlerini bir anlamda Hannah Arendt’in “kötülüğün bayağılığı” deyişinde taşırlar. Film boyunca Höss ailesinin evinin çevresi egzotik, olasılık dışı güzellikte geometrik kamera dili tasarımının içine gömülüyor. İdeolojinin eyleme dönüştüğü bir vahşet distopyası biçiminde sunulan anlatı iskeleti, Rudolf Höss’ün insanlık dışı varlığıyla buluşuyor. Bu grotesk tablo ise Jonathan Glazer’ın elinde adeta zamanın sessiz çocuklarına benziyor. Filmin adı, Auschwitz’in etrafını çevreleyen bölgeye atfedilen niteliğe dayanıyor. Zone of Interest veya Almanca’daki “Interessengebiet” kavramı, dilimize Yetki Bölgesi, “İdari Alan” veya askeri terminoloji üzerinden “Komutanlık İlgi Sahası” şeklinde çevrilebilir; kısaca “Auschwitz toplama kampı ve çevresini kapsayan ve Nazilerin kontrolünde bulunan bölge” anlamına geliyor.

Höss ailesinin kampın hemen bitişiğinde, ailesiyle birlikte kaldığı evin tam anlamıyla kâbusun içinde açılmayı bekleyen bir tür çarpık rüyayı andıran sunumu ise filmin anlatımındaki kırılma hissini yansıtan en önemli dışavurum. Beş çocuk için kocaman bir bahçesi olan, Auschwitz’i tam da sırtlarına almış olan bu yer kaydıraklı bir yüzme havuzuna ve güzel atlara ev sahipliği yapıyor. Fiziki olarak hiçbir şiddetin birebir tasvirine maruz kalmadığımız Glazer’ın The Zone of Interest filmi, asıl şiddeti, göz ardı edilen ve asla hatırlanmak istenmeyenin özünde buluyor: Nürnberg Mahkemesi kayıtlarına göre 3,5 milyon Yahudi’nin Zyklon B gazıyla öldürülmesinden ve yakılmasından sorumlu olan (ve yine Auschwitz kampının bulunduğu yerde, 1947’de idam edilen) Rudolf Höss, güzel bahçeli evine vardığında “gündelik işini” bahçesinin kapısında asılı bırakıyor (!) Sistemli olarak gerçekleştirilen bir soykırımın en zalim yürütücülerinden olan Höss, Glazer’ın filminde evine girince sevgi dolu baba figürü çizmekte zorlanmıyor ve Höss karakteri, Auschwitz vahşet duvarının ardına bir insanlık dışı, akıldışı duvar daha ekliyor.

Zamanın Dışındaki Demirden Parmaklıklar
Filmin kompozisyonu vahşetin, zulmün ve en ağır insanlık suçlarının işlendiği bir mekanın hemen yanında, “iyi bir yaşamın” potansiyel varlığını ima eder gibi görünse de evin ardında hiç durmadan yükselen kara dumanlar, kötülüğün var olduğu bir dünyada iyi bir yaşamın mutlak imkansızlığını en iyi yansıtan gösterge olarak seyircilerin üzerine tüm ağırlığıyla çöküyor. Filmdeki olayların görsel tasarım bağlamında arka planda, kapalı kapılar ardında küçük dokunuşlarla hissettirilmesi filme doğrudan dahil edilmeyen şiddetin sonsuz birikimi şeklinde yorumlanabilir. Türüne bağlı olarak diğer Holokost filmlerinden ton ve biçim olarak farklı olan The Zone of Interest, tamamı Almanca olarak Polonya’da çekilmiş (Höss’ün idamına da Polonya Ulusal Yüksek Mahkemesi karar vermişti). Toplama kampından yükselen, akla hayale sığmayan acıları işaret eden çığlıklar Mica Levi‘nin elinde anlatının önemli bir öğesi haline geliyor. Filmin sonu da tıpkı başlangıçta olduğu gibi karanlığa gömülüyor ve tüm salona bir zehir gibi yayılan tınılar, filmden sonra da zihinlerde uzun süre çalmaya devam ediyor.
