Goethe Institut ile İstanbul Film Festivali’nin işbirliğiyle düzenlenen “Kino 2020: Alman Filmleri Türkiye’de” seçkisi dahilinde olan, geçtiğimiz günlerde filmonline.iksv.org adresinden izleme fırsatını bulduğumuz Das Vorspiel (Seçmeler) adlı filmden bahsedeceğiz bu yazımızda. Oyunculuk kariyerinden sapıp yönetmen olan Ina Weisse’nın 2019 yapımı bu filmi idealist bir keman öğretmenini konu ediniyor ve bu öğretmeni de, iki festivalden “En İyi Kadın Oyuncu” ödülüyle dönen Nina Hoss canlandırıyor. Fransa-Almanya ortak yapımı olarak geçen filmde hem Almanca’yı hem de Fransızca’yı akıcı bir biçimde duymak mümkün.

Filmin ilk sahnesi bir konservatuarda başlıyor. Alexander (Ilja Monti) adlı genç bir çocuk, ders almaya hak kazanmak ve son seçmelere hazırlanmak için keman çalmadaki yeteneğini öğretmenlerden oluşan kurula göstermeye çalışıyor. Alexander gibi birkaç çocuğu daha dinliyoruz tabii, ancak o çocukların sahnelerinin çabucak geçiştirilmesinden ve Alexander’a ayrılan vakitten bu çocukta özel bir şeyler olduğunu anlıyoruz. Filmin genel olarak gergin bir havası olsa da karakterlerin çalışmaları esnasında duyduğumuz müzik dinlendirici bir etki yaratıyor, bu da filmi çekici kılan etmenlerden bir tanesi kesinlikle.

Bağımsız Sinemanın Yapıtaşı: İzleyiciyi Sürekli İçinden Atan Film
Kuruldaki diğer öğretmenler Alexander’i vasat bulsa da Anna (Nina Hoss) çocukta özel bir şeyler görüyor ve onu eğitmek istediğini dile getiriyor. Böylelikle Anna’nın öğrencisi hâline geliyor Alexander. Filmdeki “cut”lar kesinlikle çok belirgin. Bunun muhtemelen bilerek yapıldığını düşünüyoruz çünkü filmin havasına uygun bir biçimde bu “cut”lar seyirciyi alarm hâlinde tutuyor ve sürekli dikkatini dağıtıyor. Seyirci izlemeye başlayıp kendisini içinde kaybedebileceği bir hikâye bulamıyor filmde, çünkü yönetmen sahneleri sürekli kesintiye uğratıyor. Bir sahne başlıyor, seyirci akabinde olabilecekleri tahmin ediyor ve bunu perdede de görmek istiyor. Ancak yönetmen bunu asla vermiyor. Peki bu tutum filmin gerilimli havasını yansıtma konusunda işe yaramış mı? Evet, kesinlikle yaramış. Bu gibi ögeler ve az önce sözünü ettiğimiz üzere filmde daim olan iletişimsizlik bizlere Haneke sinemasını hatırlattı diyebiliriz.

Filmde hâkim olan iletişimsizlikten söz etmişken hemen bu konsepti açıklayalım: Anna eşini (Philippe, Simon Abkarian) çok sever ancak onun eşiyle oturup gerçekten konuştuğuna, duygularını ifade ettiğine asla şahit olmayız. Söylenecek çok şey vardır ancak ne Fransız romantizmine sahip eşi, ne de kendisi konuşur ve söylenmesi gerekenleri söyler. Anna’nın doğum günü kutlaması sahnesinde görebileceğimiz üzere onun kendi ailesiyle de pek çok problemi vardır. Annesi, Anna küçük yaştayken ölmüştür, babası ise soğuk ve hatta acımasız bir adamdır.

Kopuk İlişkiler ve Orta Yaş Bunalımı
Anna’nın eşi ona karşı çok anlayışlı, sıcak ve de sevecen görünür. Birlikte mutlu gibidirler ve hatta neredeyse iç ısıtan bir romantizme sahiptirler. Ancak bir sonraki sahnede bir anda Anna’yı başka bir adamın -okuldaki bir diğer hocanın- yatağından kalkarken görürüz. Bu da yüzümüze adeta bir tokat gibi iner çünkü böyle bir sahneye hazırlanmamışızdır. Böyle bir ilişkinin lafı bile geçmemiştir, hatta bir önceki sahnede Anna ve de eşine neredeyse özenmişizdir. Akabinde bütün bunların hepsi üzerimize yığılır sanki ve biz bu şoku bir süre daha atlatamayız.

Bir diğer iletişim problemi Anna ile kendi oğlu arasında fazlasıyla mevcuttur. Anna’nın oğlu Jonas (Serafin Mishiev) da keman çalmayı öğrenmektedir ancak Alexander kadar başarılı değildir. Annesiyle arasında büyük bir duvar bulunan Jonas araya bir de Alexander’ın girmesiyle iyice çileden çıkar ve anlaşılmaz bir çocuk haline gelir. Anna ise tüm dikkatini Alexander’a vermekte, işi, sevgilisi, eşi ve oğlu arasındaki karede bocalamaktadır. İşler ters gitmeye başladıktan sonra her şey üst üste biner diyebiliriz.
İçerleme ve Kin Yavaş Yavaş Büyür
Anna ile sevgilisi Christian (Jens Albinus) arasında yine “neredeyse” ılıman bir ilişki vardır. Burada yine neredeyse kalıbını kullandık çünkü filmdeki hiçbir ilişki gerçekten “var” olan bir ilişkiye benzemiyor. Her şeyde fazlasıyla kopukluk mevcut. İki sevgili arasındaki ılıman ilişki Christian’ın Anna’yı bir konserde çalmaya davet etmesiyle bozulur çünkü Anna kendini ve hayatının kontrolünü kaybeder. Hırslarına yenilir ve duygularına hâkim olamaz.

Konsere çıktıklarında kemanının yayını elinden kaçırır, bazılarının alay konusu olur ve tüm umudunu, hırsını Alexander’a yöneltir. Akabinde öğreniriz ki hastalığı sebebiyle elindeki titremeleri kontrol edemeyen Anna keman çalmayı bırakmış ve bu büyük hayal kırıklığıyla yoluna devam etmeye çalışmıştır. Hem Anna’da hem de eşinde büyük bir “olamamışlık” ve kaybedilen fırsatların acıtan hissi vardır. Bunların hepsi de ilişkilerinin üzerinde bir gölge gibi büyür.

Anna belki de Alexander’da kendisini görmüştür. Dolayısıyla onun üzerine titrer ancak kendi hayatındaki problemler ile stres birleşince Alexander’ın fazla üzerine gider. Bundan rahatsız olan Alexander öğretmeni ile ilişkisini keser. Anna bir de bu şekilde darbe almıştır. Ancak bunu hak etmediğini de söyleyemeyiz tabii. Ardından büyük Seçmeler günü gelir ancak Alexander ortalıkta görünmemektedir. Yine de bir anda ortaya çıkmayı başarır ve müthiş bir performans sergiler. Anna çok duygulanır ve Alexander’ı kutlamak için ona doğru koşar. Ancak Alexander mesafeyi korumakta kararlıdır. Çocuk merdivenlerden aşağıya doğru koşar ancak çok kötü bir biçimde yere düşer. O esnada küçük bir ayrıntı görürüz. Merdivenlerde duran Jonas, Alexander’ın başarısını kaldıramamış, annesinin favorisi olmamayı hazmedememiş ve Alexander’a çelme takmıştır. Bunun sonucunda Alex’in boynu kırılır ve Jonas tek “kazanan” olarak kalır.

Bazı Hapishaneler Kendine Empoze Ettiğindir
Filmin sonunda Alexander’ın annesiyle Anna’nın diyaloğunu ve konservatuar içerisinde olan biteni görürüz. Anne bitik durumda olmasına ve duygularını göstermesine rağmen Anna yine aşırı mesafeli ve hatta duygusuz denebilecek bir edayla durmaktadır. Film boyunca süregelen “konuşamama” ve “ifade edememe” konsepti halen tüm kuvvetiyle devam etmektedir. Akabinde Anna okula girer ve Jonas’ın bir sınıfta grubuyla birlikte tüm kuvvetiyle keman çalıştığını görür. Anna bundan tabii mutlu olur ancak biz izleyiciler Jonas’ın bu eforunun ciddi ve çok zararlı bir hırstan doğduğunu biliriz. Dolayısıyla ürperticidir aynı zamanda bu sahne.

Bu noktada başlığımıza değinmenin gerekli olduğunu düşünüyorum. Ana kahramanımız Anna olduğu için, onu temel alarak şunu söyleyebiliriz: Kendi hayalleri, ilişkileri, iletişimsizliği ve bu iletişimsizlikle büyüttüğü her mesele aslında onun kendi kendisine empoze ettiği ve en sonunda da içinden çıkamaz hale geldiği hapishanelere dönüşmüş durumda. Bunun pek çok örneğini filmlerde gördüğümüz gibi, gerçek hayatta da sık sık görebiliyoruz.

Film hakkındaki son düşüncelerimize değinecek olursak eğer, şunu diyebiliriz ki yönetmenin ikinci uzun metraj filmi olan Das Vorspiel (Seçmeler) vermek istediği havayı ve mesajı gayet iyi yansıtmış. Zaman zaman içeriği ve stili sebebiyle bir “iç sıkılması” yaşatsa da filmin asıl amacının bu olduğunu düşündüğümüz için rahatsız edici bir öge olarak karşımıza çıkmıyor bu durum. Özetle, oyunculukları da gayet yerinde olan, tam bir Kasım Festivali filmi diyebiliriz Das Vorspiel için. Keyifli seyirler!
