Bir çizgi filmden fırlamış izlenimi veren küçük arabasına atlayıp Almanya’nın Konstanz şehrinden Paris, Saint-Germain-des-Prés’ye gitmek üzere yola çıkan Ulrike Ottinger’in; dönemin kültürel, sanatsal ve entelektüel alanında yaşamış olduğu düşsel evreni, Paris Calligrammes (2020) adını verdiği belgeselinde somutlaştırmıştır dersek abartmış olmayız. Goethe Institut ile İstanbul Film Festivali’nin işbirliğiyle düzenlenen “Kino 2020: Alman Filmleri Türkiye’de” seçkisi kapsamında gösterilen bu belgesel dönemin sosyal ve politik tanıklığını yaparken sanatsal olandan da uzaklaşmamasıyla şiirsel bir seyir ortamı yaratıyor.

Mesele Yaşadığın Sokağın Bir Parçası Olmak
Ottinger’in 1962 yılında başlayan Paris serüvenine dolu dolu tanık olduğumuz Paris Calligrammes, adını Guillaume Apollinaire’in Calligrammes, poèmes de la paix et de la guerre (Kaligramlar: Barış ve Savaş Şiirleri) adlı, içerisinde şiirlerin kaligram halinde sunulduğu eserden alır. Şiir sanatında Apollinaire tarafından geliştirilen bu form, şiirin somut yani gözle deneyimlenebilir, somut olan halini sunuyordu. Ulrike Ottinger, belgeselini çeşitli bölümlere ayırarak bu bölümleri adlandırmış ve bunu yaparken de yine Apollinaire’in kaligram şiirlerinde kullandığı görsel formu korumuştur. Ayrıca belgeselin jeneriği de yine aynı şaire göndermede bulunduğu için belgesel daha başlar başlamaz kendimizi oturduğumuz yerde kültürel ve özellikle de yazınsal (edebî) göndermelerin yoğunluğuyla başa çıkarken bulabiliriz.

Belgeselin hemen başında Jacques Dutronc’un Il est cinq heures, Paris s’éveille şarkısıyla Ulrike Ottinger’in Paris’e gelir gelmez bu kentin sabahlarıyla ilgili deneyimine tanıklık ederiz. Bu da doğrudan belgesel anlatıcısının izleyiciyi de kendi öznel alanına davet ettiğinin göstergesidir. Bu anlamda Paris Calligrammes, bilindik belgesellerden farklı bir yol çizmeye daha ilk dakikasında başlar. Ottinger’in Paris ile arasında sadece bireysel bir derdi yoktur aynı zamanda dönemin insanlarının o günkü sorunlarını da sorgular. Kendisi Almanya’dan Fransa’ya gelen çiçeği burnunda bir sanatçıyken o dönemde onun gibi sanatını konuşturmak için çeşitli nedenlerle Fransa’ya gelen insanlarla da bütünleşmiş, ortak sorunları vardır. Bu anlamda Ulrike Ottinger kendi öznel sorunlarını kendisi gibi olanlarınkine yedirerek dönemin kimliği olan kimliksiz, yurtsuz sanatçıların sorunlarını ortak paydada buluşturur, diğer bir deyişle yerelden evrensele ulaşır.

Gerçeğe Hasret Kalan Mevsim
Marcel Carné’nin yönetmiş olduğu, Jacques Prévert’in de senaryosunu yazdığı 1945 yapımı Les Enfants du paradis, belgeselin hemen ilk bölümünde karşımıza çıkıyor. Ulrike Ottinger’in, Paris Calligrammes’da dikkatimizi çeken en önemli özelliği, Fransız kültürünün en temel yapıtaşlarını belgeselin anlatısına hiç sırıtmayacak şekilde montajlamasıdır. Belgesel boyunca akış o kadar zahmetsiz bir şekilde ilerler ki her bir karenin ve anlatının birbiriyle uyum içinde olduğunu görebiliriz. Ottinger bu belgeseli çekmede en önemli itici gücü Alman kitapçı Fritz Picard’dan almıştır. Picard’ın Saint-Germain-des-Prés’de Rue du Dragon’un (Ejderha Sokağı) hemen yanında Calligrammes adlı bir kitabevi (sahaf) vardır.

O zamanlar 20 yaşında olan Ottinger, bu kitabevini keşfedişiyle tam anlamıyla Paris’in kamburuna tünemiştir. Bugün olduğu gibi yine o dönemin kültürel buluşmalarının, yaratımsal dışavurumların vuku bulduğu ve bir nevi Paris’in merkezi, tam da göbeği olan Saint-Germain, Calligrammes ile beraber Ottinger için bir gözlem merkezi haline gelmiştir. Bugün Paris’e gittiğinizde Baxter (15 rue du Dragon, 75006 Paris 6e) adıyla karşılaşacağınız bu sahaf dükkanı daha farklı, biraz daha turistlere dönük bir yol izlemiş olsa da, mekanın sahipleri bu belgesel için Ottinger’in vitrini istediği gibi düzenlemesine izin vermişler. Bu da bizde doğal olarak zaman makinesiyle 1960’lar Paris’ine gitmişiz izlenimi uyandırıyor, zira Ottinger tüm vitrini kendi koleksiyonundan, Picard ile tanıştığı döneme ait kitap ve nesnelerle donatmış. Belgeselin büyük bir bölümünün bu kitabevinin müdavimleri etrafında şekillendiğini de ekleyelim.

Montajın Sesi Yankılanıyor
Belgesel boyunca Ottinger’in arşivinin ne kadar güçlü ve doyurucu olduğunu görüyoruz. Bu noktada mümkün olsa 129 dakikalık belgesel daha uzun da olabilirmiş diye düşünmeden edemiyoruz. Burada “sorun”, malzemenin ağırlığının 129 dakikada verilmiş olması, belgeselin sonuna doğru zihnimiz edindiğimiz bilgiler ve tanıştığımız büyük isimler sayesinde o kadar ağırlaşıyor ki bu durumu belgeselin temalara ayrılmış olarak sunulması bile hafifletmiyor. Diğer bir deyişle, izleyici olarak Paris Calligrammes’ın daha uzun olmasını her geçen dakika arzulamanız olası.

Ottinger’in bu belgesel aracılığıyla zihnine, anılarına girdiğimizde karşılaştığımız kişiler, raporlar, kişisel belgeler, fotoğraflar, bunların tamamı kültür ve sanatın somutlaştırılıp bize sunulmuş hali adeta. Ottinger, bu bağlamda bir şiir yazmıştır, onun kaligramını ise bizler yine onun kamerası eşliğinde görebiliyoruz ve onunla birlikte edindiğimiz bilgilerle bir nevi bizler de onomatopeik (yansımalı) tarzda şiir okumuş oluyoruz. Yönetmenin 20 yaşından günümüze yakın bir zamana değin bizlere gösterdiği her kare kültürel tarihe canlandırıcı bir tazelik katıyor.

Kırmızı İpi Takip Edin
70. Berlin Uluslararası Film Festivali’nde gösterilen Paris Calligrammes, hem kişisel hem de tarihsel olan unsurları yoğun bir şekilde anlatısına yedirmiş. Dönemin hem Alman hem de Fransız entelektüellerinin kısa kısa röportajlarına ise belgesel boyunca rastlamanız mümkün. Bu isimler arasında Annette Kolb, Hans Arp, Max Ernst, Franz Jung, Jacop Taubes, Marino Marini, Paul Celan, Hans Richter, Raoul Hausmann, Man Ray, Simone Signoret, Jean-Paul Sartre, Simone de Beauvoir, Jean Rouch, Marceline Loridan, Alain Lance, Christa Wolff, Volker Braun, Philippe Soupault, Albert Camus, Jacques Panijel ve dahası var. Bu büyük isimler ve onların geride bıraktıklarıyla bu devasalaşmış, “yüklü” yılları Ottinger ile beraber devirmek, belgesel sonunda zihninizde tatlı bir yorgunluk hissi bırakabilir.

Bir ders niteliğinde, aralıksız sunulan her bir olay kurguda nefes almanıza izin vermediğinden, belgeseli izlerken sürekli görüntüyü dondurup kendinizi aldığınız notlara eğilmiş bulmanız imkân dahilinde. Bugün hala yeni fikirlerin ve üretimlerin sürdüğü dönemde, büyük isimlerin fikirlerinin paylaşımıyla bunun vurgulanması ve bugünkü gençlere hitap etmesi belgeselin yine dikkat çeken özelliklerinden. Belgesel boyunca kendi sanatsal çalışmalarının gelişimini de gösteren Ulrike Ottinger, mekân unsurunu da anlatımın içine doğrusal bir akışta yedirmiş. Paris Calligrammes ile kendinizi Paris sokaklarının derinliklerinde bulabilir, daha da ötesi mekanların diğer yüzleriyle de tanışabilirsiniz. Ottinger bu çalışmasıyla turistik açıdan bir pencere açmıyor, aksine kendisini bir ayna gibi kullanıp Paris’in dönemsel yüzünü kimseyi kandırmadan, açık bir şekilde gösteriyor.

Yönetmenin montaj meselesinde kullandığı görsel akışın yine bu bağlamda çok zengin olduğunu söyleyebiliriz. Paris’i sürekli siyah beyaz ya da renkli görüntülerle gördükçe belgeselin bu hali dağınık bir kolajı anımsatmak yerine anlatımına ve metaforlarına uyumlu bir evren çizdiğini gösteriyor. Paris Calligrammes bittiğinde seyircide asla ölüm sessizliği yaratmayan bir belgesel, öyle ki belgesel sonrası zihninizde belli bir ağırlıkla hareket ederken aynı zamanda olayları sorgulamaya başlarsınız. Philippe Soupault, “Pour ceux qui aiment la poésie, toutes les expériences faites dans ce domaine sont passionnantes (Şiir sevenler, bu alanda yapılan her deneyi heyecan verici bulurlar)”, diyor. Paris Calligrammes da kendisini zihninin midesine indiren herkesin deneyimini, ortak bir tutkunun kıvılcımıyla alevlendiriyor.
