Uğursuz Günün Rahatsız Filmleri: 13 Kasım Cuma Seçkisi

Bugün içinizde bazı şeylerin yolunda gitmediğine dair bir his oluştuysa, sebebini hemen söyleyelim: Bugün 13 Kasım Cuma! Şaka bir yana Nors mitolojisine göre Valhalla‘da 12 tanrının katıldığı bir yemeğe Loki’nin davet edilmediği halde 13. kişi olarak katılmasından, Hristiyan inancında yer alan son akşam yemeği mitine, (o akşam Cenacle‘da 13 kişi bulunduğuna inanılır), Tapınak Şövalyeleri‘nin 13 Ekim 1307’de tutuklanmış olmalarına varıncaya dek, 13 sayısı tarih boyunca hep uğursuz sayılmış. 2020’de iki defa (Mart ve Kasım) denk gelen gün, Kasım ayı özelinde konuşursak gittikçe seyrekleşiyor: Bir daha 13 Kasım Cuma‘yı ancak 2026’da, ardından da 2037’de yaşayacağız. Sözü daha fazla uzatmadan sizleri Burcu Meltem Tohum‘un hazırladığı “2019 ve 2020’nin En Rahatsız 10 Filmi” başlıklı liste ile baş başa bırakalım. Filmler, sıralama gözetmeksizin kaleme alınmıştır.

Gretel & Hansel (2020)

Oz Perkins‘in üçüncü uzun metrajlı filmi olan Gretel & Hansel, Grimm Kardeşler‘in ünlü öyküsünün yeniden uyarlamasıdır. Film, öykünün orijinal alt metnine göre sağlam bir görsel dünya çiziyor. Daha çok karanlık, puslu, alevlerin kıvılcımlarıyla ve doğanın koyu yeşil dünyasında geçen bu anlatı, Perkins’in yönetmenliğinde ustaca işlenmiş. Filmin başrollerinde son zamanlarda IT serisi, Sharp Objects ve son olarak da Netflix yapımı I Am Not Okay with This gibi korku ve gerilim yapımlarıyla dikkat çeken Sophia Lillis (Gretel) ve Samuel Leakey (Hansel) yer alıyor.

Öykünün anlatısı gereği filmde bol bol sembolizm unsurlarıyla karşılaşıyoruz. Ayrıca cadı kisvesi altında cinsel gönderme eşiğinin de yüksek olduğu Gretel & Hansel, tam anlamıyla bir korku filmi olmasa da gerilim türündeki şiddeti oldukça fark edilebilir nitelikte. Filmde cadı karakterini canlandıran iki karakter var: Alice Krige ve Jessica De Gouw. Bunlardan biri cadının gençliğini diğeri ise yaşlılığını temsil ediyor. Cadının bulunduğu ortamda kullanılan arka plan, senaryoya ve orijinal anlatıya büyüleyici bir perspektif katıyor. Kullanılan dekor ve nesnesel unsurlar filmin çerçevesine çok ince detaylarla serpiştirilmiş.

Bu da karakterlerin, etraflarındaki nesnelerle iletişimlerini daha görünür kılmış. Gretel & Hansel size Robert Eggers’in 2015 yapımı The Witch filmini hatırlatabilir. Ayrıca filmde The Witch sertliğine yakın karakter betimlemeleri de mevcut. Bunun yanı sıra filmin renk paleti The Witch ile yakın bir estetiğe sahip. Ancak Gretel & Hansel, masalımsı özelliğini korumasıyla The Witch evreninden farklı olduğunu gösteriyor. Okült atmosfer eşliğinde sırtınızı karanlığa dayayıp ormanın derinliklerinde hipnotize olmak için Gretel & Hansel iyi bir tercih olacaktır.

The Lodge (2019)

Severin Fiala ve Veronika Franz yönetmenliğinde çekilen The Lodge, seyirciye tam anlamıyla keskin soğuğu hissettirebilen bir film. Filmin tamamının karlar etrafında bir kulübenin içinde geçmesiyle, kış ölümünün ağırlığı ruhumuza işliyor. Birbirine yakın olsalar da birbirinden tamamen izole karakterler aynı zamanda kulübenin fiziksel bir sembolü gibi. Başrollerde The House That Jack Built ve It Comes at Night gibi gerilim/psikolojik filmlerde rol alan Riley Keough, IT serisinden Jaeden Martell ve Hobbit serisinden Richard Armitage var.

İlk bakışta The Lodge size tanıdık gelebilir ancak bu filmin benzerlerinden farkı daha yavaş, duru ve kansız olmasıdır. Temel sınırını etrafında çizilmiş karlardan alır. Mevsim ve kulübe kullanımıyla Stanley Kubrick’in The Shining’ini hatırlayabilirsiniz ancak The Lodge’un gerilim ritmi daha çok Michael Haneke’nin filmleri gibidir. Bununla beraber gerilim ritmi açısından ona en çok benzeyenin 2015 yapımı David Robert Mitchell filmi It Follows olduğunu söyleyebiliriz.

Anlatı olarak “yalnızlık” temasına odaklanan film, bu duygu durumunun birey üzerinde yaratabileceği baskıya ve onun sonuçlarına döndürüyor kamerasını. Yapımın korku derecesinin sürükleyiciliği, filmin ortalarından sonra başlıyor. Bu unsuru ortaya çıkaran ise delilik manipülasyonunun kendini yavaş yavaş açığa çıkartmış olmasıdır. The Lodge’da herkesin yalnızlık ile olan zulmü birbirinden farklıdır, bundan ötürü filmde sakin zulüm türlerine yönelik bir çeşitlilik görürüz.

The Rental (2020)

Toplamda 88 dakika olan The Rental, bir korku / gerilim filmi için çok standart bir süre ile karşımıza çıkıyor. Filmin hikayesinden ötürü bu süre film boyunca asla kısa gelmiyor, aksine ona fazlasıyla yetiyor. Filmin yönetmenliğini Dave Franco yapıyor. Kendisini 2016 yapımı Nerve ve 2012 yapımı 21 Jump Street filmlerinden hatırlayacaksınız.

Oyunculuk koltuğundan yönetmenlik koltuğuna geçtiği bu ilk uzun metraj filminde, karakterlerin bireysel kırgınlıklarından yola çıkarak köşe kapmacalı çok bilindik bir hikâyeyi karşımıza çıkarıyor. Filmin başrollerinde Shameless dizisinden Lip Gallagher karakteriyle tanıdığımız Jeremy Allen White, 2014 yapımı The Guest filminden Dan Stevens, bu yıl Horse Girl ile dikkatimizi çeken Alison Brie ve 2014 yapımı A Girl Walks Home Alone at Night filminden Sheila Vand bulunmakta. Filmin oyuncu yelpazesine baktığımızda hiçbirinin doğrudan klişeleşmiş korku filmleriyle bir bağı olmadığını görüyoruz.

Filmin anlatısında da yer yer korku öğelerine dair bu türden bir yabancılaşma hissiyle karşılaşabilirsiniz. Bu durum The Rental’da bir ritim eksikliğini açığa çıkarıyor. Melankolik ve dramatik karakterlere sahip olan bu film aldığı klişe risklerle tipik, 1980’lerin korku filmlerini hatırlatıyor. Rakamlara göre Covid-19 nedeniyle film gişede beklenenin üzerinde başarı yakalamış. Ancak The Rental, kaçınılmaz bir şekilde sadece korku / gerilim öğeleriyle sınırlı kalmıyor.

Black Box (2020)

Bilimkurgu türünde hem korku ve gerilim, hem de psikolojik gerilimi aynı potada eriten Black Box, Amazon Prime Video’nun Jason Blum ile Ekim ayına özel “Welcome To The Blumhouse” başlığı altında hazırladıkları korku film seçkisinden sadece biri ancak seçkide yer alan diğer filmlere göre daha dikkat çekici bir kompozisyonu var. Black Box, bilimkurgu alt tabanı nedeniyle gerilim öğesinin içinde varoluşçu bir nedenselliği de ortaya çıkarıyor.

Film boyunca varlığı ve bedeni fütüristik boyutta arayışa çıkmışken, onun peşinde sürüklediği gerilim öğeleriyle de sık sık karşılaşırız. Filmin yönetmen koltuğunda Emmanuel Osei-Kuffour, oyuncu koltuğunda ise Mamoudou Athie, Phylicia Rashad ve Tosin Morohunfola gibi isimler yer alıyor. İsmiyle müsemma olan filmin ortaya attığı en büyük yargı, “Biz Kimiz?” sorunsalı. “Eylemlerimizden tamamen sorumlu muyuz?” ya da “Anılarımız mıdır asıl bizim kimliğimizi oluşturan?” gibi tematik varoluşsal göndermeleri olan Black Box, eleştirdiği noktalar bakımından Black Mirror’ı hatırlatır.

Nöroloji, amnezi ve umut kelimeleri ise bu filmin anahtar kelimeleri olarak ifade edilebilir. Özellikle bu tip bilinçaltı anlatısı olan ve atmosferik gerilim filmleri sevenler için Black Box doğru bir seyir tercihi olacaktır.

Koko-di Koko-da (2019)

İsveçli yönetmen Johannes Nyholm’un ikinci uzun metraj filmi olan Koko-di Koko-da’yı 2019 yılında L’Étrange Festival’de izleme şansına erişmiştik. Korku ve gerilim türünde oldukça mistik ve fantastik bir alt tabanı olan bu film özellikle korku filmlerinde orman atmosferini sevenler için iyi bir tercih. Orpheus ile Eurydice mitini anımsatan bu filmde ardına bakmak, büyük bir sorumluluk almakla eş değer.

Daha çok kültürel ve entelektüel alt tabanının doluluğuyla ön plana çıkan Koko-di Koko-da kesinlikle basit bir korku / gerilim filmi değil. Film aksine, izlerken sizi derin düşüncelere daldırır ve zihninizde bolca soru uyandırır. Eğer sadece vakit geçirmek için bir korku filmi arıyorsanız bu kesinlikle Koko-di Koko-da değildir. David Lynchvari sürreel bir rüya ya da kâbus içinde sürekli uyuyup uyanan çift (Leif Edlund, Peter Belli) geri dönüşü olmayan bir anlatı içerisindelerdir. Çiftin yaslarını bir metafor olarak kullanan filmde masalsı bir anlatımın peşinde getirdiği geleneksel bir hava da vardır.

Bu da bize festival kavramını hatırlatır ancak Koko-di Koko-da’da her uyanış aynı festivale uyanmak ile eş değerdir. Filmde insanlığın her durumuna yönelik acımasız ve absürt yanlar vardır. Bunlar ise belli kodlar çerçevesinde filmin içine yedirilmiştir. Ayrıca filmde sevimli gözüken ancak filmin atmosferiyle rahatsız edici bir boyuta ulaşan tekerlemeler mevcut. Bunlar da filmin gerilim özelliğine ekstra bir hava katıyor. Bunun dışında kameranın atmosferde kontrast yakalaması filmin görselliğini değerli kılan bir diğer etmen. Çin gölge animasyonuna da gönderme yapan Koko-di Koko-da, aynı zamanda karakterler üzerine adeta resmedilen kostüm ve makyaj kullanımıyla da dikkat çekiyor.

Relic (2020)

2020 yılının korku temalı filmlerine göz attığımızda çoğunlukla mekanların bir ev ortamından karakterlerin de en fazla 4-5 kişiden meydana geldiğini görebiliriz. Covid-19 döneminde bu türden korku filmleriyle sıklıkla karşılaşmış olsak da geçmişten günümüze korku filmleri atmosferlerinde en çok kullanılan mekanlara baktığımızda “ev” her zaman listenin başını çeker konumdadır.

Relic de bizi yine bir ev motifi ile karşılıyor. Bu sefer evin anıları, geçmişi sahibiyle kurulan bağ ile peşimize düşüyor. İlk uzun metrajını Relic ile yapmış olan filmin yönetmen koltuğunda Natalie Erika James var. Filmin başrollerinde ise ilk uzun metraja göre ağır toplar mevcut: Emily Mortimer, Robyn Nevin, Bella Heathcote. Relic, birbirini takip eden üç kuşağı kamerasına hedef aldığından, filmin adının anlamıyla da sıkı bir bağ içinde olduğunu söyleyebiliriz. Bu üç kuşak arasında, aynı çatı altında süren gerginlik filmin ritmini ayakta tutabilen en önemli unsur.

Dekor kullanımı özelliği ile de 1991 yapımı The People Under The Stairs filmini andıran Relic, görsel anlamda sanatsal bir başarı da elde etmiş. Bunların yanı sıra korku filmlerinde klişeleşmiş küvet ve yemek sahnelerinin günümüz uyarlaması ise yine filmi çekici kılan öğelerden birkaçı. Ancak şunu da söylemek gerekir ki film, belli bir noktaya kadar içerdiği tekdüze gerginlik seviyesi nedeniyle gerilim anlamında sizi tatmin etmeyebilir.

Vivarium (2019)

Gerilim türüyle yüksek dozda gizemin tavan yaptığı bir film arıyorsanız son yıllarda Vivarium buna en iyi örnek olacaktır. “Ev”in yine sembol olarak kullanıldığı bu anlatıda bu sefer evi ev yapan unsurların tamamen farklı olduğunu görüyoruz. Yönetmen Lorcan Finnegan’ın ikinci uzun metrajı olan Vivarium’un başrollerinde Imogen Poots, Jesse Eisenberg, Senan Jennings, Eanna Hardwicke ve Jonathan Aris yer alıyor.

Öyle bir ev hayal edin ki siz hiçbir şey yapmasanız bile ev sizin ihtiyaçlarınızı biliyor ve onu karşılıyor. Bu tamamen alegorik bir unsur olarak karşımıza çıksa da bu ev size bir şeyler verirken aynı zamanda sizden bazı fedakarlıklar da bekliyor. Vivarium için salt bir korku filmi diyemeyiz ancak baştan sona yarattığı gizem nedeniyle gerilimi yüksek dozda bir film diyebiliriz.

Bunun yanı sıra sosyolojik ve toplumsal eleştiri katmanlarına da sahip olan film ilk anından itibaren adeta sizi germeye ant içmiş. Filmin yeterince içine girmek ya da onun anlatısının yakınlarında dolaşmak bile izleyicide atmosferik fobi oluşturmaya gebe. Tüm bunların yanı sıra filmin set düzeni ve kurulumu da, düşündürücü olduğu kadar bireysel olarak ürkütücü olmasıyla da türün hakkını veriyor.

Swallow (2019)

Swallow, Carlo Mirabella-Davis’in ilk uzun metraj filmi olmasıyla dikkat çekiyor. Basit çizilmiş karakterlerle yoğun oluşturulmuş mekân ve problemiyle dikkat çeken film tam anlamıyla masalsı bir saray komedisi sunuyor. Gerilim öğelerinin farklı açılardan serpiştirildiği Swallow’da mekân kullanımı ve nesneler çok fazla ön plana çıkıyor. Bununla beraber karakterlerin zayıf çizilmiş olması izleyiciye rahatsızlık vermiyor hatta aksine dikkatini çekiyor. Öznel, psikolojik bir sıkıntıya eğilen anlatının merkezinde dürtüler yer alıyor. Filmin başrollerinde Haley Bennett, Austin Stowell ve Denis O’Hare gibi isimler yer alıyor.

Gerilim öğesinin yine yalnızlık temasıyla buluştuğu bu film yalnızlığın ilk aşamasından sonuna değin yoğun derecede hezeyan taşıyor. Bu hezeyan ana karakterin buhranıyla birleşince büyük çerçevede, kapitalist dünyada cehaletin bir nevi soyut resmi kendini dışarıya vurmuş oluyor. Filmde en çok ön plana çıkan unsur ise karakter ve mekân kullanımı. Karakterlerin çizimi mekanlarla ortak paydada buluşuyor. Psikolojik gerilim olarak deneyimlemesi ağızda farklı tat bırakacak olan Swallow, yalnızlığın sarsıntılarını, kayıtsızlığını burlesk biçimde yansıtmasıyla görsel anlamda zengin bir sunuş yapıyor. Filmde de geçen meşhur, “Fake it ’til you make it” sözünün 94 dakikaya yayılımına Swallow’da tanık olabilirsiniz.

#ALIVE (2020)

Netflix yapımı olan ve Il Cho yönetmenliğinde ortaya çıkan #ALIVE, uzun zamandır eksikliğini çektiğimiz bir zombi hikayesini bize tekrardan hatırlatıyor. Listedeki diğer filmlere göre çok daha kanlı bir atmosferi olan #ALIVE, türün severleri için doyurucu bir alan açıyor.

Başrollerinde Ah-In Yoo ve Park Shin-Hye olan #ALIVE’ın klişeleşmiş zombi filmlerinin aksine teknoloji unsurlarını da kullanması dikkat çekiyor. Bu sefer Z kuşağını perspektifine alan bu anlatı, Instagram ve Twitch gibi platformların kullanımını da doğrudan anlatıyla bağlantı içine sokuyor. Dron’dan telsize kadar bütün aygıtların kurtulma uğruna ortaya çıktığı #ALIVE, yansıttığı kurtuluş – başarı hikayesiyle, bir yandan da bu tür cihazların kurtulma için yeterli olmadığına vurgu yaparak, nesneleri zıt bir şekilde dışavurur.

Filmde hikâye tanıdık olsa da oyunculukların mükemmel olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle 2018 yapımı Burning’den de tanıdığımız Ah-In Yoo’nun oyunculuğu izlenmeye değer. Modernitenin aciz olduğu mesajını da veren filmdeki zombiler, George A. Romero’nun zombilerinden çok daha farklıdır.

The Invisible Man (2020)

Yılın belki de en çok beklenen ve merak edilen korku filmi olan The Invisible Man vizyonda beklenen ilgiyi gördü. Filmin yönetmen koltuğunda 21. yüzyılın artık korku filmi ustalarından olan James Wan’ın yakın arkadaşı Leigh Whannell var. Filmin başrollerinde ise Elisabeth Moss, Oliver Jackson-Cohen ve Aldis Hodge bulunuyor. James Whale’in 1933 yapımı aynı isimli filmini takiben The Invisible Man, kültürel dünyada çoğu kez gerek aynı isimle gerek benzer isimlerle uyarlandı. Ancak Whannell, bu filmde olaydan ziyade daha çok karakter odaklı ilerlemiştir. Bu da filmi klasik bir korku filminden ziyade, dram türüne doğru çeker.

Filmde kimin tarafında olduğunu direkt olarak belli eden bir yönetmen var dersek abartmış olmayız. Bu unsur kimi izleyiciler tarafından filmi etkin ve gerilimli kılan unsur olarak görülse de kimileri için tam tersi bir durum söz konusu olduğunu ekleyelim. Filmin müzik kullanımı ise anlatıyı gergin kılan en önemli unsurlardan biri. Öyle ki uzun süren ve gereksiz gerilim beklentisi yaratan sekanslar müzik müdahalesiyle kurtarılmış gibi gözüküyor. Leigh Whannell, sessizliğe hüküm süren anları efektlerle değerlendiriyor. Böylece ortamda sahte bir sükûnet yaratımıyla ortaya çıkan yapay gerilim unsurları da var. The Invisible Man, riskli bir senaryosu olmasına rağmen özellikle psikolojik gerilim türünde dikkat çekiyor.

Burcu Meltem Tohum

Adı geçen filmlerle ilgili yazılar:

Tüm seçkilerdeki kısa eleştirilere BURADAN ulaşabilirsiniz.

Bir Cevap Yazın