THE INVISIBLE MAN: Alternatif Bir “Gone Girl” Uyarlaması

Gillian Flynn’in popüler romanından uyarlanan, David Fincher yönetmenliğindeki Gone Girl 2014 yılında vizyona girmişti. Gerek hikayesi gerekse anlatımıyla o dönem büyük ses getiren bu filmin günümüzde yeniden yorumlanışını bir anlamda Leigh Whannell’in son filmi, H.G. Wells uyarlaması The Invisible Man’de (2020) görüyoruz; tek fark Whannell’in filmine biraz bilim-kurgu serpiştirilmiş ve ses altyapısıyla korku öğeleri daha çok ön plana çıkarılmış olması.

Açığa Kavuşturulmamış Bir Nefret Nöbeti

Filmde, son dönemin parlayan isimlerinden Elisabeth Moss, Cecilia Kass karakterine hayat verirken, 2018 Netflix yapımı The Haunting of Hill House ile dikkat çeken yıldız Oliver Jackson-Cohen ise ona Adrian Griffin rolüyle eşlik ediyor. Leigh Whannell, bu film ile “Görünmez Adam” mitinin iskeletini yıkıp onu yeniden temellendirmeye çalışmış. Aslında film bir mitin adını taşısa da mitin kendisinden yana filmde herhangi bir durum ile karşılaşmak mümkün değil. Özellikle “Görünmez Adam” mitindeki ana karakterin ‘görünmez’ olma yolundaki anlatısına giriş olarak bildiğiniz efsaneden parçalar bulmayı ümit ediyorsanız Whannell’in The Invisible Man filminde aradığınızı bulamayacağınızı baştan söyleyelim.

Yönetmenin geçmişine baktığımızda Saw, Insidious ve The Conjuring gibi 2000’li yılların kült sayılan ve korku türüne yeni bir soluk getiren filmlerinden bahsetmemiz gerekiyor. Ancak ne yazık ki bu filmlerin yönetmen koltuğunda değil, daha çok yazar kadrosunda ve kamera önünde yer alan bir isim Whannell. Tüm bu filmlerin yönetmen koltuğunda oturan James Wan ile oldukça yakın arkadaş olan Leigh Whannell, dediğimiz gibi bu kült filmlerin bazılarında rol almış, birçoğunu bizzat yazmış, bir tanesini de (Insidious Chapter 3) yönetmişti. Her ne kadar Whannell’in kariyer geçmişini bu filmler doldursa da The Invisible Man’de yukarıda saymış olduğumuz filmlere yönelik çok fazla bir gönderme ya da saygı duruşu bulunmuyor. Yine de Whannell’in kariyerinin altını çizmekte fayda var; böylesine efsaneleşmiş bir anlatıyı sinemaya farklı bir bakış açısından sunması akıllarda birçok soruyu doğurur nitelikte.

Eğer bu filmi izlemeden önce filmin sinopsisini ya da filme dair herhangi bir tanıtım yazısı okumadıysanız filmin ilk 30-40 dakikasına kadar filmde Cecilia Kass karakterinin neden kocasından kaçtığına bir anlam veremeyebilirsiniz. Film boyunca bu konuyla ilgili net bir açıklama görmez, ancak yer yer bazı ipuçlarıyla karşılaşırız. Bu da Leigh Whannell’in senaryo iskeletinde ve hikaye düzleminde irili ufaklı boşlukların olduğunu gösteriyor. Bir noktada yönetmen hikayedeki bu boşluklar aracılığıyla izleyici üzerinde heyecan ve gerilim yaratmaya çalışıyor ve açıkçası başarısız olduğu da söylenemez. Ancak her halükârda gerilim öğesi barındıran filmlerde bu tip heyecan yaratıcı kullanımların modasının geçmeye başladığını da ekleyelim.

Görünmeyeni Görünür Kılmak

Leigh Whannell’in filmin geneli boyunca izleyicide rahatsızlık uyandırabilecek en sıkıntılı dışavurumu, bazı sekanslarda herhangi bir hareketlilik olmasa da sanki bir anda bir şey olacakmış gibi kamerayı belirli aralıklarla aynı noktada saniyelerce tutması oldu. Filmdeki mekanların kullanımı açısından “Görünmez Adam” etiketi altında birçok kamera oyunu yapabilecekken bu konuda beklentileri boşa çıkaran yönetmen, film boyunca sadece birkaç kamera oyunu ile dikkat çekmeye çalıştı.

The Invisible Man her ne kadar bilim kurgu / gerilim türünde sayılsa da film boyunca bilim-kurgu türünün altını doldurabilecek çok az unsurla karşılaşıyoruz. Leigh Whannell, daha önce James Wan ile beraber çalıştığı The Conjuring ve Insidious serilerinde kullanılan meşhur “çarşaf çekme” metodunu bu filminde de kullanarak diğer serilere selam vermiş. Her ne kadar bu sahne kullanımı bahsettiğimiz diğer korku filmi serilerindeki gibi izleyicilerde beklenilen etkiyi yaratmasa da, genel hatlarıyla başarısız bir sekans olduğu da söylenemez.

Filmdeki Görünmez Adam karakteri için çizilmiş olan kostüm ve kostümün elektronik yapılandırması James Whale’in 1933 yapımı aynı adlı filminden çok daha farklı bir duruş sergiliyor. Açıkçası kostümün tasarımı, bir bakıma American Horror Story’nin ilk sezonundan fırlamış gibi gözükmekte. Film boyunca görsellikte hem Retro gerilim öğelerini hem de günümüz teknolojisini kullanarak iki türü aynı potada eritmeye gayret eden Whannell, ortaya çıkardığı bu kompozit gerilim anlatısını filmin jeneriğinde kullandığı yazı stili ile de destekliyor.

Müzik Öğesinin Filme Katkısı

Daha önce yeni It serisinin, Blade Runner’ın, A Cure For Wellness’ın ve Annabelle: Creation filmlerinin bestecisi Benjamin Wallfisch ile çalışan Whannell’in bu tercihinin ne kadar mükemmel olduğunu film boyunca görüyoruz. Harika bir OST altyapısı bulunan The Invisible Man, Benjamin Wallfisch’in çalışmalarını bize bir kez daha, olabilecek en güzel şekilde hatırlattı.

Filmin hikayesinin ana iskeleti boyunca gerilim öğelerinin tavan yaptığı noktalarda Wallfisch’in kusursuz tınılarının dokunuşunu duymak filmin en büyük artılarından belki de. Onun bu film için yaptığı özel çalışması filmi sanki bir konserdeymişsiniz gibi izleyebilme olanağını sunuyor dersek abartmış olmayız.

The Invisible Man’in sinematografi koltuğunda ise Stefan Duscio yer alıyor. Avustralya Sinema ve Televizyon Sanatları Akademisi En İyi Görüntü Yönetimi Ödülü de bulunan Duscio’yu daha önce Upgrade, Sweetheart ve Judy and Punch filmlerinden tanıyoruz. Filmin baştan sona akışına baktığımızda sinematografisinin ayaklarının yere sağlam bastığını söyleyebiliriz. Bu filmi izleyici açısından izlenebilir kılan en önemli özelliklerden biri.

Genel itibariyle filmin hikayesinin görsel kalitesine oranla cılız kaldığını; baştan sona belli belirsiz bir koşuşturma içinde nedensiz olaylara maruz kaldığımızı söyleyebiliriz. Leigh Whannell’in filmdeki hikâye yaratıcılığı konusunda büyük eksiklikleri olsa da The Invisible Man’in bu modern yorumu, onu diğer versiyonlarıyla karşılaştırmak ve hatta eski versiyonları yeniden ziyaret etmek anlamlarında seyirciye değerli bir alan açıyor.

Burcu Meltem Tohum

Bir Cevap Yazın