SEBERG: Önemli Şeyler Yapmak İsteyen Bir Karakterin Dramı

Bu hafta vizyona giren, başrolündeki Kristen Stewart’ın 1960’lı yılların ünlü oyuncusu Jean Seberg’i canlandırdığı Seberg (2019), iddialı hikayesiyle dikkat çekiyor. Film, Fransız Yeni Dalgası’nın yüzü haline gelmiş olan ünlü Amerikalı oyuncu Jean Seberg’in Amerikan siyahi hareketiyle ve bu hareketin merkezindeki Hakim Jamal (Anthony Mackie) ile ilişkisini konu alıyor. Jean’ın alevlerin içinde kaldığı bir görüntüyle açılıyor film. Jean zincirlenmiş halde yanarkan bir fotoğrafçı sakince onu fotoğraflıyor. Bu imge, filmin ele aldığı hikâyeyi özetliyor: Jean acı çekerken soğukkanlılıkla onun acısını izleyen bir kamuoyu ve Jean’in bu durumdaki çaresizliği.

Hikâyenin protagonisti Jean; antagonist ise FBI. FBI ekibinin içinde çatışan unsurları var. Operasyonda görevli olan idealist Jack’i (oyuncu Jack O’Connell) bu yaptıklarının doğruluğu üzerine şüphe içinde izliyoruz. Yalnız Jean’in mücadelesini değil, Jack’in mücadelesini de konu alıyor film. Bu sayede, antagonist konumunda Jack değil, Jack ve Jean’i birbirine karşı mücadele etmek zorunda bırakan sistem yer alıyor. İyi insanları birbirine düşüren, haklıyı çaresizleştirirken kötüyü güçlendiren bir sistem çiziyor film bize.

Jean’i, oğlu ve eşiyle Paris’te görüyoruz ilk olarak. Jean, eşi Romain Gary’ye (filmde Yvan Attal’ın canlandırdığı ünlü Fransız yazar) kendisiyle Los Angeles’a gelmek isteyip istemeyeceğini sorduğunda Romain politik aktivizmin üniversite çevresinde tavan yaptığı bu dönemde neden Paris’i terk etmek isteyeceğini soruyor Jean’e, üstelik de son derece önemsiz olan Los Angeles için. Jean’in bunu bir iğneleme olarak algıladığını görüyoruz.

Jean bunun üzerine bindiği uçakta Amerika’da siyahi haklarını savunan Black Panther devrimci hareketinin ön plandaki üyesi Hakim Jamal’la karşılaştığında, hiç zaman kaybetmeden bazı girişimlerde bulunuyor. Önemli bir şeyler yapmak istediğini söylüyor, dahası önemli bir şeyin parçası olduğunu tüm insanların da görmesini istiyor. Film, Jean’i harekete geçiren temel motivasyon olarak önemli biri olma isteğine, hatta ilk sahne bağlamında eşi tarafından da önemsenmek arzusuna işaret ediyor.

Jean, Jamal’a Black Panther için para yardımı yapmayı teklif etmekle kalmıyor, Paris’ten ayrılmadan hemen önce eşine, kendisini aldattığını bildiğini ima etmişken, Jamal’la ilk buluşmasında da geceyi Jamal’la geçiriyor. Hikâyenin bu akışı, Jean’in Jamal’la kurduğu ilişkinin öncelikle kendi eşine karşı hıncından kaynaklandığını düşünmemize yol açıyor. Karakterin motivasyonlarının bu şekilde kurulması, Jean’in aktivist duruşunu bireysel görüş ve inanç kaynaklı olmaktan uzaklaştırarak özel hayatındaki dalgalanmalara bağlamış oluyor; bu da orijinal karaktere bağlılık açısından soru işaretleri yaratıyor. Jean Seberg’i siyahilerin hak arayışına destek olmaya sürükleyen başlıca sebep, eşiyle arasındaki gergin ilişki olamaz, filmin alt metninde bu olması filmin vermek istediği ayrımcılık karşıtı mesajı zayıflatıyor. Sistemin bütün yıkıcı sonuçlarını Jean’ın egosuyla çatışma içine sokuyor film, bu da siyahi hareketin nedenlerini ve sonuçlarını görünmezleştirerek ön plana beyaz bir oyuncunun dramını koyuyor.

Seberg’in Paris’teki ailesini tanıyarak hikâyeye dahil olduktan sonra Jack’in aile çevresiyle tanışıyoruz. Jack, FBI’daki kariyerinde yükselmek için eşi Linette’le (Margaret Qualley) birlikte Los Angeles’a yeni taşınmış. İlk sahnelerinde Linette süper kahraman çizgi romanlarını çöpe attığı için Jack ona kızıyor, bu çizgi roman sevdasından Jack’in çizgi romanlardaki gibi kahramanlar ve onların yok etmeye çalıştığı kötülüklerle dolu bir dünya hayal ettiğini, buna inanmayı seçtiğini anlıyoruz. Muhtemelen onu FBI’da çalışmaya iten de hayata karşı bu idealist duruşu olmuş. Fakat gerçekler bu hikayelerdeki gibi siyah beyaz değildir hiçbir zaman, Jack bunu Jean’ı takip ettikçe daha da iyi anlıyor.

Jack FBI’ın Jean’ı köşeye sıkıştırmak için yaptıklarının Jean’ı dağılmaya sürüklediğini gördükçe bu hikayedeki kötü adamın FBI olduğunu görüyor. Hem Jean hem de Jack, çelişki ve motivasyonlarıyla çok boyutlu karakterler olarak sunuluyor hikâyede, fakat öyküde kritik bir rol oynayan Hakim Jamal için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Jamal derinliği olmayan, eylemlerinin temelinde tek boyutlu hedeflerden başka bir şey göremediğimiz bir tip olarak karşımıza çıkıyor. Onun da ailesini izliyoruz fakat Jamal’ı ailesiyle görmüyor, o ailenin ilişki dinamiklerine dair bir veri elde edemiyoruz. Jamal, Jean’ın hayatını karmaşıklaştırmaktan başka bir görevi olmayan bir karakter olarak hikâyede yer alıyor sanki. Bu da onu tipleştiriyor, yüzeysel kılıyor.

Film siyahilerin hak savaşına dair çok şey söylüyormuş gibi davranırken aslında hiçbir şey söylemiyor. Black Panther hareketinin bazı üyelerini, filme dekor olarak eklenmiş gibi izliyoruz sadece. Jean’ın aktivistliği, bu devrimci partiye çek yazmak ve üyeleriyle ilişki içinde olmaktan öteye geçmiyor. Jack ve Jack’in içine düştüğü çelişkiler üzerinden film bize FBI’ın ve devletin toplumun algısını manipüle ettiğini ve iyi niyetli insanları zor duruma düşürdüğünü gösteriyor; buna rağmen film siyasi bir beyanda bulunmaktan uzak. Karakterlerin politik yönleri karikatürize edilerek filmde ikinci planda kalıyor: Jean’in özel hayatındaki drama düşüncelerinin önüne geçiyor, Jamal’ın partiden insanlarla etrafta dolanıp yaptığı birkaç beylik konuşma yüzeysel kalıyor, Romain’in hayalperest ve egoist entelliğiyse birkaç öğrenci eylemini desteklemek ve Jamal’ın yaptığı birkaç konuşmaya kafa sallayarak onay vermekten öteye geçmiyor.

Film, izlenilen ve izleyen ikiliği üzerine kurulmuş. Jack ve Jean’in arasındaki, Jack’in bildiği ama Jean’in son ana kadar bilmediği ilişki tanıdık bir yapı. Bu yapının benzerini 2006 yapımı Das Leben der Anderen (Başkalarının Hayatı) filminde de izliyoruz. Fakat Başkalarının Hayatı filminin tek zamanda geçen anlatısı, çok boyutlu karakterleri ve seyirciyi başarıyla içine çeken dramatik ironisi sayesinde yakaladığı başarılı anlatının benzerini, ne yazık ki Seberg’de bulmak pek mümkün değil. Seberg, olayları ancak yüzeysel bir şekilde sunmaya fırsat bırakan zaman atlamaları, karikatürize edilmiş yan karakterleri ve fazla Hollywood’vari replikleriyle izleyiciyi kolay unutacağı bir karmaşaya davet ediyor. Kristen Stewart’ın baskın karakteri altında eziliyor Jean karakteri. Filmin bir başarısı varsa o da Jean karakterinin delilik seviyesine yaklaşan paranoyasının artışını hissettirmesi. Jean, bir film karakteri olarak özgün bir karakter olsa da gerçek Jean Seberg’e yakınlığı şüpheli.

Film, Jack’in Jean’i bir barda bulup ona FBI dosyasını sunmasıyla bitiyor. Bu son mutlu bir son, çünkü iki ana karakterimizin de film boyunca yaşadığı çatışmayı bir sonuca bağlıyor. Jack, Jean’a yapılanların haksız olduğunu düşünmesine rağmen görevine sadık kalmak zorundaydı, son sahnedeki itirafla bu üstündeki suçtan arınmış oldu. Jean ise film boyunca FBI’ın onu takip ettiğini hissediyor ama kanıtlayamıyordu. Dosya eline geçtiğinde bu artık Jean’ın haklı olduğunu göstermiş oldu. Jean’in, FBI’ın takip edeceği kadar önemli bir insan olduğunu kanıtlayan dosyaları görmesi, kendisi adına tam anlamıyla bir zafer niteliğindeydi. Filmin ele aldığı hikâye ve su yüzüne çıkarmayı iddia ettiği meseleler önemli; üstelik bu meselelerin popüler bir filme konu alınmasını mutluluk verici bir olay olarak da algılayabiliriz. Ne var ki hikâyede ana karakterin ilişkileri üzerine kurulan drama bu meselelere baskın geliyor ve filmi izlemesi keyifli bir filmden öteye taşıyamıyor.

Eda Bebek

Bir Cevap Yazın