SÜRGÜN: Paranoyayla Gerçeğin Kesiştiği Yerde Bir Kimlik Krizi Hikâyesi

Kosova’nın Oscar adayı olarak yaraşan film Exil (Sürgün) 2020 yılına ait bir Visar Morina filmi. Morina bu filmle birlikte ikinci uzun metrajlı filmine imza atmış oldu. Biz de Kino 2020 Film Festivali kapsamında bu filmi sizler için izledik. Almanya’da iyi bir konumda çalışan Kosovalı bir mühendise odaklanan hikâye bir ülkede yabancı olmak, dışlanmak vb. konulara ışık tutuyor. Kendisi de Almanya’da ikamet eden bir Kosovalı olan yönetmen, filminde dünyada oldukça yaygın olan bir sorunu işliyor: Globalleşmeyle birlikte çok fazla insan kendi ülkesi dışındaki ülkelerde yaşamaya, çalışmaya başladı ve hayat kurdu. Bu gibi değişimlerle birlikte ırkçılık ve ayrımcılık gibi bazı konular da fazlasıyla gün yüzüne çıktı. Yönetmen Morina bu filminde net bir mesaj vermeye çalışıyor gibi görünürken filmin sonlarına doğru bu keskinlik yerini biraz daha muğlaklığa ve kendini sorgulamaya bırakıyor. Morina kesinlikle gerilim dolu ancak bir o kadar da izlenesi bir yapım çıkarmış diyebiliriz. Oscar için yarışması bir yana, film aynı zamanda İstanbul Film Festivali Uluslararası Yarışma’da da Altın Lale için yarıştı.

Bu uzun – ama gerekli – girişten sonra filmdeki olay örgüsüne geçebiliriz. Öncelikle filmdeki ana karakter olan Xhafer’i (“Cafer” olarak okunuyor) oynayan Misel Maticevic’i tebrik etmek gerekir diye düşünüyoruz. Film boyunca kendi kafası içinde yaşayan, gergin, hayatında sorunlar olan ve aslında oldukça paranoyak bir karakteri canlandırma işini çok iyi kotarmış. Kendisinin pasif agresyonu ve toplumdan dışlanışı – veya kendisini dışlayışı – ekrandan seyirciye çok derin bir biçimde yansıtılmış.

“Medeniyetin” Ortasında Bir Yabancı

Film Xhafer’in yürüyüşüyle açılıyor. Oldukça düz bir yüz ifadesiyle evine doğru yürüyen Xhafer kapısına asılı ölü bir fare buluyor. Sonrasında fare fobisinin olduğunu öğrendiğimiz Xhafer için bu ölü farenin ne demek olduğunu en başta kavrayamıyoruz. Almanya’da iyi bir hayat kurmuş gibi görünen kahramanımızın güzel bir evi, işi, arabası ve güzel de bir ailesi var. Ancak filmde sorunlar çabucak oluşmaya başlıyor ve bu sorunlar zaman geçtikçe birbirini besleyerek içinden çıkılmaz bir döngü oluşturuyor. Xhafer işinde dışlanmaya başladığını hissediyor. Toplantıların yeri değişiyor ancak kendisine haber verilmiyor örneğin.

Etkinliklere davet edilmiyor ve kimse onunla arkadaşça konuşmuyor, ofis arkadaşı Manfred’den (Thomas Mraz) başka. Manfred de sosyal kabiliyetleri oldukça düşük olan, adeta asosyal bir adam. Akabinde öğreniyoruz ki bu kötü hareketlerin çoğundan Urs (Rainer Bock) adındaki bir başka iş arkadaşları sorumlu. Urs, Xhafer’e gerekli olan raporları iletmiyor, kendisiyle konuşmuyor, mailleri Xhafer’e iletmiyor ve de hiçbir etkinliğe onu davet etmiyor. Adeta Urs’u düşman ediniyoruz biz de ve dışlanmanın getirdiği sosyal acıyı iliklerimize kadar hissediyoruz. Burada bizce hem oyuncunun hem de yönetmenin başarısı var. İzleyiciye hangi konumda olursa olsun bu rahatsızlığı ve de dışlanmayı hissettirebilmek bizce pek de kolay bir iş değil. Film bu açıdan kesinlikle rahatsız edici, zira bir insanın evrimsel açıdan bakıldığında da en büyük arzularından birisi bir gruba ait olmak ve güvende hissetmektir. Film bu güvensizliği pek çok noktada yaşatıyor, adeta her yerden saldırıyor.

İş yerinde sorunlar yaşayan Xhafer’in kayınvalidesiyle senelerdir süren bir husumeti olduğunu öğreniyoruz. Xhafer’in karısı Nora (2016 tarihli Toni Erdmann’dan tanıdığımız Sandra Hüller) da bu konuda pek yardımcı olmuyor. Xhafer husumetin kayınvalidesinin ırkçı birisi olmasından kaynaklı olduğunu ileri sürse de eşi bunun Xhafer’in “korkunç” karakterinden kaynaklandığını söylüyor. Bu noktada zaman zaman uyanıyor gibi oluyoruz seyirci olarak. Çünkü Xhafer’in hep sinirli, problemli ve paranoyak hâlini görmeye başlıyoruz zaman geçtikçe. Onun mutsuzluğu ve dışlanıyor gibi hissetmesi kötü davranışlarını doğuruyor. Kötü davranışlarıysa daha çok dışlanmasını ve itilmesini…

Herkesin Düşmanı

Xhafer iş yerindeki insanlara sıcak davranmıyor, karısını -rüyasında- emziren bir fare olarak gördüğü için onu boğmaya, ondan kurtulmaya çalışıyor bilinçsiz olarak. Adeta karısından tiksiniyor. Sonrasında karısının kendisini aldattığını ileri sürerek onu takip ediyor. İş yerinde herkese öfke saçıyor, iş yerinde kendi gibi bir yabancı olan temizlikçi kadınla yatıyor. Kadının bunlara tanık olan çocuğuysa Xhafer’i tabii ki düşmanı olarak belliyor. Bir yandan evindeki güvenliğini de kaybeden Xhafer adeta her yerden köşeye sıkışıyor. Ateşe verilen bebek arabaları, posta kutusunda ve evde sayıları gittikçe artan ölü fare tehditleri hayatı hem Xhafer hem de izleyici için oldukça zorlaştırıyor. Buna ek olarak filmdeki sıkıntı ve bunalım aşırı sıcaklıkla, karakterlerin sürekli olarak terleyen yüzlerinin yakın plan çekimiyle hissettirilmiş. Bu durum da filmin havasına üstel biçimde artan bir bunalım dokusu katıyor.

Tüm oklar Urs’u gösterirken Urs bir anda kendisini asıyor ve buna ilk tanık olan kişi Xhafer oluyor. Kesinlikle oldukça travmatik bir sahne… Film verdiği gerginliğin dozunu sürekli olarak arttırırken, devreye merhum Urs’un karısı ve iş yerindeki yabancı temizlikçinin eşi ve çocuğu giriyor. Urs’un eşinin dediklerinden sonra, tüm film boyunca şeytani bir yere oturttuğumuz ırkçı Urs bir anda kişisel problemleri olan özgüvensiz ve bitik bir adama dönüşüyor zihinlerimizde.

Öyle ki Urs zamanla şirketteki mevkiini yitirmiş ve yerine Xhafer getirilmiş. Bunu kaldıramayan Urs, bu yüzden Xhafer’i dışlayan bir biçimde davranmış. Sonuçta oklar ırkçılıktan çok kıskançlığı göstermeye başlıyor ve filmi içinden izlediğimiz çerçeve bir anda değişiyor. Xhafer ve film bu ana kadar bize başka şeyler söylerken, Urs’un eşi bize bambaşka bir hikâye anlatıyor. Bu dakikadan sonra da filmdeki rüzgâr değişiyor, filmin kötü adamı adeta Xhafer’in ta kendisi oluyor.

Mutlak Mağdurdan Mutlak Kötüye

İş yerinde birlikte olduğu kadının evini ziyarete giden Xhafer, kadının kocası tarafından sertçe karşılanınca kaçar gibi çıkıyor evden. Akabinde kadının çocuğu Xhafer’in üzerine yumurta atarak ona olan nefretini sunuyor. Aynı zamanda üç çocuğa bakmaya çalışan bir yandan da doktorasını tamamlamakla uğraşan karısına karşı sıfır anlayışa sahip olduğunu gördüğümüz Xhafer, az önce de açıkladığımız üzere filmin adeta kötü adamına dönüşüyor. Dışlanan ve suçsuz olan adamdan, bir anda bencil, saldırgan ve paranoyak birine evriliyor. Film de bu açıdan yine biraz muğlak bitiyor diyebiliriz. Kendisini senelerdir dışlayan kayınvalidesinin doğum günü partisine katılmaya giden Xhafer, biz doğum günü partisini tam göremesek ve neler olacağını bilemesek de istenmeyen ve buna rağmen ısrar eden, hatta hareketleri ciddi bir taciz boyutuna varan adam konumunda hızlıca yerini alıyor.

Filmin Xhafer’in kaygılarına anlayışlı yaklaştığı da oluyor, tamamen reddettiği de. Böylelikle gerçek ve kaygılar birbirini besliyor. Hangisinin nerede başlayıp nerede bittiğini tam olarak algılayamıyoruz. Filmin belli başlı konuları düşünmeye ittiği açık ancak filmin bunu yaparken sanki direkt “Almanya -veya genel olarak Avrupa- işte böyle ırkçı, böyle korkunç” demekten çekinmiş veya böyle direkt bir beyanda bulunmaktan imtina eder gibi bir hâli var. Tam da bu yüzden bu ırkçılık temalarını ve olası sonuçlarını, yıkımlarını işlerken bir yandan “paranoyak ve kötü biri olup her şeyi yanlışlıkla üzerinize alınan ben merkezci bir adam da olabilirsiniz” mesajını veriyor gibi. Tabii filme farklı yerlerden bakan izleyiciler başka şekilde algılayabilir bu yapımı ancak bizim sezdiğimiz mesaj bu şekildeydi. Sonuç olarak festivaldeki çoğu film gibi Sürgün’ün de kesinlikle izlenmeye değer bir film olduğunu söyleyebiliriz. Festivaldeki gösterimi sona eren bu filmi izleme fırsatı bulduğunuzda bizce kaçırmayın!

Ece Mercan Yüksel

Bir Cevap Yazın