Anlatıma geçmeden önce bu yazının Stephen King’in aynı adla 1983 yılında basılmış olan kitabının, 1989 yılında Mary Lambert tarafından çekilmiş aynı adlı filmin ve 2019 yılında yani oldukça güncel bir zamanda Kevin Kölsch ve Dennis Widmyer ikilisi tarafından yeniden çekilmiş versiyonunun karşılaştırmalı bir analizini içerdiğini söyleyelim. İki filme ve de kitaba sıklıkla değinecek, aralarındaki majör ve minör farklılıkları gözler önüne serecek, bu farklılıkların nelerden kaynaklanmış olabileceğini tartışacağız. Siz okurlarımızın bu iki filmden birini seyretmiş olma ihtimaliniz çok yüksek zira iki film, aralarındaki zaman farklından ötürü farklı nesillere hitap ediyor. Yani hangi jenerasyondan olursanız olun bir Pet Sematary (Hayvan Mezarlığı) filmine denk gelmiş olmanız çok olası. Özellikle 1989 versiyonu için konuşmak gerekirse, bu tarz sansasyonel filmlerin kitapları bazen izleyiciler tarafından göz ardı edilebiliyor. Dolayısıyla bu yazıyla birlikte filmde yeterince iyi aktarılamadığını düşündüğümüz şeyleri kitabın da yardımıyla açıklamayı ve pek çok konuyu açıklığa kavuşturmayı umuyoruz.

Kitaptan söz ederek başlayacak olursak, Stephen King pek çoğumuzun bileceği üzere Amerikalı bir korku, gerilim ve fantezi edebiyatı yazarı. Kitaplarının çoğu beyaz perdeye aktarıldı; Pet Sematary de bunlardan yalnızca bir tanesi. Kişisel tercihimi en başından belirtmem gerekirse kitabı filmlerden çok daha öte bir yere koyduğumu söylemem gerekir. Bunun en temel sebebiyse filmlerin klasik handikabı: Bir kitaba harcanan vakit, okurun kendi kafasında o kitapla alakalı bir evren yaratmasına ve kitapla daha da iç içe geçmesine yardımcı oluyor ve kitap okumak eylemi başlı başına bir serüvene dönüşüyor. Bu serüven film veya dizi izlemeye kıyasla çok daha uzun süreli olduğu için okurun yaptığı enerji ve de emek yatırımı okuduğu yapıtla kendisi arasında derin bir ilişki yaratıyor.

Bir diğer taraftan bakacak olursak da sinemada kameranın büyük bir gücü var. İzleyicinin kendisini kiminle eşleştireceğine kamera karar veriyor, izleyiciye güçlü duyguları kamera veriyor. Ayrıca okurken muğlak kalabilen bazı şeyler filmlerde görüntü olarak çok daha net bir biçimde ekrana taşınabiliyor. Dolayısıyla ortada kuvvetli bir hayal gücü yoksa -okurdan söz ediyoruz-, filmlerin görsel açıdan kitaplara nazaran çok daha güçlü olduğunu söyleyebiliriz. Bu açıdan bakıldığında kimilerinin kitapları kimilerininse filmleri tercih ediyor olması çok normal. Kişisel olarak düşündüğümde net bir tercihimin bulunduğu söylenemez. Filmine veya kitabına göre biri diğerine çok daha ağır basabilir, bu durum da çoğunlukla yönetmenin kitabın üzerine bir şeyler koyup koyamadığına göre değişiyor.

Korku Türüne Kısa Bir Bakış
Pet Sematary konusunda ise filmlerin kitaba bir şeyler kattığını değil, aksine kitaptan çok şey götürdüğünü düşünüyorum. Kitabın iletmek konusunda çok başarılı olduğu dehşet ve korku, filmlerde çok daha basit bir korkutma ögesine dönüşmüş. Kitap o dehşeti sayfa sayfa, kelimelerle aktardığı, okurun ruhuna yavaş yavaş işlediği ve filmler korku ögelerini mecburen görsel yollarla aktarmaya çalıştığı için, arada bariz bir etki farkı doğuyor. Bunda biraz da korku filmlerinin zihinlerimizde “basit” filmler olarak yer etmesi ve yalnızca vakit geçirmek için kullanılacak öğeler olarak görünmesi rol oynuyor olabilir. Buna ek olarak korku türü sinemada “body genre” olarak bir üst başlıkta topladığımız 4 türden bir tanesi (pornografi, komedi ve melodrama ek olarak). Bu türlerin, özellikle de pornografinin sanat açısından fazla saygı duyulmayan türlerden olması Stephen King’in kitabının filme aktarılırken değer kaybetmesinin sebeplerinden bir tanesi olarak gösterilebilir. Body genre ruha değil bedene hitap ettiği için -cinsel haz, gülmek, ağlamak veya korkmak gibi- genellikle hor görülür. El üstünde tutulansa ruha ve beyne hitap eden filmlerdir. Kitabın kesinlikle ruhani bir yanı var ancak filmler için bunu söyleyemeyiz.

Kitabın hikâyesine geçecek olursak, öncelikle Creed ailesini tanıtmamız gerekir. Dr. Louis Creed, Rachel Creed, Ellie Creed, Gage Creed ve Winston Churchill’den oluşan bu beş kişilik aile, Dr. Louis’in iş değiştirmesi sonucu Maine’e taşınmak durumunda kalırlar -King’in de Maine’li olduğunu ekleyelim-. Ellie ve Gage ailenin çocukları, Winston Churchill de Ellie’nin kedisidir ve genellikle aile tarafından “Church” (kilise) diye çağırılır. King’in kediye böyle bir isim vermesi oldukça ilginç, zira yaşama geri dönen ölülerin bulunduğu bir kitapta bu duruma oldukça tezat oluşturacak şekilde, hele de bir kediye “kilise” anlamına gelecek bir kısaltmayla seslenilmesi pek de normal değil. Ailenin en küçük çocuğu Gage bir erkek ve henüz yeni yeni konuşmaya başladığı bir yaşta. Ellie ise ancak okula yeni gidecek kadar büyümüş bir kız çocuğu.

Filmlerde bulunmayan ancak kitapta yer eden bir detaydan hemen bahsedelim: Kitapta Ellie’nin bir “kızılderiliye” benzediği yazıyor. Kitabın içeriği düşünülecek olursa bu çok önemli bir ayrıntı zira her şey Louis ve de komşusu Jud Crandall’ın, Louis’in bahçesinden geçen bir yola sapmasıyla ve oradaki eski kabilelerden kalma büyülü bir mezarlığa sevdiklerini gömmesiyle başlıyor. Kitapta, olanlardan etkilense de başına direkt olarak hiçbir şey gelmeyen tek kişinin de Ellie olduğunu eklemek gerek. Yani Maine’deki o güç her ne ise, Ellie’ye dokunmuyor, çünkü o özel ve onun bir “kızılderiliye” benziyor olması bunları açıklıyor.

1989 yapımı filmde Ellie’nin biraz olsun Amerikan yerlilerine benzemiş olmasına dikkat edilmiş ancak filmin 2019 versiyonunda buna dair hiçbir şey yok. Hatta filmin 2019 versiyonunda kediden sonra zarar gören ilk kişi Ellie. Bu açıdan bakıldığında 2019 yapımında pek çok şey yerinden oynamış görünüyor. King’in yerli halklara kitaplarında yer vermiş olması ilk ve son kez Pet Sematary’de gördüğümüz bir şey değil. King’in 1977 yılında yayımlanan kitabı The Shining (Medyum) sinemaya oldukça eksik bir biçimde aktarılmasından ötürü tepki çekmişti. Yine de filmdeki yerli halk ayrıntısını çoğumuz hatırlıyoruzdur. Overlook Oteli -ki “overlook” kelimesi görmezden gelmek demektir- eskiden Amerika’nın yerlilerinin yaşadığı yer üzerine inşa edilmişti ve otele çalışmaya gelen Jack Torrence (Jack Nicholson) ve ailesini deli etmiş, herkesin içindeki kötü yanını ortaya çıkarmıştı, zira otel kendi gücüne sahipti. Pet Sematary’de de aslında buna çok benzer bir hikâye görüyoruz. İki hikâyede de çocuk karakterlere bir şeyler malum oluyor ve iki çocuk da yara almadan -buna her ne kadar yara almamak denebilirse- bu tehlikeli yerlerden kurtuluyor.

Özgür İradenin Kaybolduğu Yer
İki filmde / kitapta da “yerlerin” büyük bir çekim gücü var. Birinde söz konusu olan yer otelken, Pet Sematary’de söz konusu olan şey Louis Creed’in önce kedisini, sonra oğlunu ve en son da karısını gömdüğü mezarlık. Bu yerin etrafındaki alanı ve oralarda yaşayan kişileri bile etkilediği, ilginç bir bağımlılık yaratırken bir yandan da deli bir yaşam gücü verdiği kitapta ayrıntılı bir biçimde anlatılmış. Öyle ki bu yer insanların sevdiklerini kaybetmelerine sebep oluyor ve hatta insanları sevdiklerinin bedenlerini bu yere gömmeleri için “zorluyorlar”. İnsanlar da zayıf yaratıklar oldukları ve acıdan harap halde oldukları için bu çağrıya yanıtsız kalamıyorlar. Pet Sematary’nin iki film versiyonunda da bu yere ve de gücüne değinilmiş ancak tabii ki kitapta olan ve filmlerde olmayan birkaç ayrıntı mevcut. Mesela bu yerin çekim gücü Louis daha mezarlığa hiç gitmeden ve henüz hiç kimseyi gömmemişken bile ailenin üzerinde etkisini göstermeye başlamıştı. Örnek verecek olursak, taşındıklarında Louis ve Rachel kendilerini yavaş yavaş daha canlı hissetmeye başlamış, öyle ki aralarındaki ilişki de alevlenmişti ve hayata dönüşün primal bir yansıması olarak cinsel istekleri de artmıştı. Ancak her şey güzel ve büyülü giderken Louis’in okuldaki ilk iş günü gelmiş ve bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmamıştı.

Louis’in okuldaki ilk gününde bir çocuk ölmek üzereyken revire getirilir. Kötü bir kaza geçirmiştir ve kısa bir zaman sonra da vefat eder. Ancak çocuk öldükten sonra Louis ile iletişime geçmeye başlar ve ona mezarlığa kesinlikle gitmemesi gerektiğini söyler. 1989 versiyonundaki Victor Pascow’un (Brad Greenquist) kitabı okurken zihnimde canlanan Victor’a oldukça yakın olduğunu söyleyebilirim. Ancak filmin 2019 versiyonu için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Pascow karakterinin ürkütücü ancak bir o kadar da yol gösterici bir karakter olması gerekiyor. Filmin son versiyonundaki Pascow ise maalesef biraz gülünç olmuş. Kitaplarla filmler arasındaki bir diğer farklılık ise Norma karakteri. Norma, komşu Jud Crandall’ın eşi ve kitapta hatırı sayılır bir yer kaplıyor. Ancak iki filmde de kendisi kayıp, bu açıdan yapımcıların oyuncu masraflarından kısmaya çalıştığını düşünmek mümkün. Buna ek olarak filmdeki majör farklılıklardan birisi olarak 2019 versiyonunda Gage’in değil Ellie’nin ölmesini örnek gösterebiliriz. Normalde -kitapta- ailenin kedisinden sonra Gage ölüyor. Acıya dayanamayan baba, Gage’i önceden Church’ü gömdüğü ve de hayata geri dönmesini sağladığı yere gömüyor. Gage akabinde oldukça öfkeli biri olarak geri dönüyor ve cinayetler işliyor. 2019 versiyonunda ise ölen kişi Ellie, Gage değil. Bu da daha önceden söylediğimiz gibi kitaptaki hikâyenin bütünlüğünü bozuyor ve filmi basit bir korku filmi olmaya doğru itiyor.

Yas Tutmanın Trajedisi
King’in kitabını herhangi bir korku edebiyatından ayıran temel şey kitabın yasa, yas tutmaya ve de acıya dair bir kitap olması. Kitap ölen ve sonrasında hayata geri dönen insanların veya hayvanların saçtığı dehşete değil, acıya ve acının insana yaptırabildiklerine odaklanıyor. İnsanın hissettiği acıyı dindirebilmek için ne kadar korkunç şeyler yapabileceklerine, bunun sonucunda nelerle yüzleşebileceklerine ve bir daha bu acıyı çekmemek için kendilerini ne kadar kaybedebileceklerine ışık tutuyor. İki filmde de (bence özellikle de son versiyonunda) bu tema oldukça eksik. Bu temayı çıkardığınız zaman kitaptan geriye basit bir zombi hikâyesi kalır, ki bu da King’in kitabına büyük bir haksızlık olur. Duyguları verme açısından ilk filmin daha başarılı olduğu kanaatindeyim, hele de çekildiği zaman göz önünde bulundurulursa başarılı bir kitap uyarlaması bile denebilir. Yine de bu kitabı aslına birebir uygun şekilde sinemada, mümkünse 3 saati aşan bir filmle görmek isterdim.

İkinci filmde çocukların hep birlikte hayvan maskeleri takarak hayvan mezarlığına gitmeleri durumu biraz gülünçleştirmiş. “Gizem” katmak için çekilmiş olan bu sahnenin faydadan çok zarar getirdiği aşikâr. Buna ek olarak Rachel’ın kız kardeşiyle ilgili olan travması iki filmde de kullanılmış. Ancak ikinci filmde bariz bir şekilde korku hissine bir kuvvet katmak için üzerine gidilmiş bu ögenin. Rachel’ın travmasının kendi kız kardeşinden ve kendi başına da aynı şeylerin gelmesinden korkmasından ileri geldiği doğru ancak bu korku suçluluk hissini ve ölüm korkusunu da içeren çok derinlikli bir korku. İkinci filmde bu derinlik yaratılamamış. Bu açıdan baktığımızda ilk filmin yine daha başarılı olduğunu görüyoruz. İlk film için bir artı puan daha vermemiz gerekirse Stephen King’in ilk filmde bir rolünün bulunmasından söz edebiliriz. Filmde kitabın yaratıcısı King’i görmek oldukça güzel bir ayrıntıydı. Buna ek olarak, bir başka eksi noktaya değinecek olursak Jud Crandall’ın portre edilişini örnek gösterebiliriz. Jud Crandall’ın iki filmdeki versiyonunu da beğenmediğimi söyleyebilirim ancak illa birini seçmem gerekseydi 1989 versiyonunu tercih ederdim sanırım. Jud Crandall kitapta görüp geçirmiş, nispeten bilge ancak hâlen zamanında gittiği mezarlığın bir esiri olarak portre edilmiş. İki filmde de kitaptaki karakter derinliği yaratılamamış -bu aslında Louis karakteri için de söz konusu- bunda Jud’ın eşi Norma’nın iki filmde de bulunmamasının bir etkisi olabilir pek tabii.

Sonuç olarak, iki film de vakit geçirmek, belki de kitabın nasıl görselleştirildiğini görmek amaçlı izlenebilir. Ancak filmleri biraz olsun beğendiyseniz ve kitabı henüz okumadıysanız tavsiyem kesinlikle kitabı okumanız yönünde olur. Bir sinema sitesi olarak filmler yerine kitapları önermemiz ilginç gelebilir ancak konu Stephen King olduğunda işler biraz değişiyor. Kitapta yaratılan derinlikli karakterler ve acı ögesinin işlenişi, travmalara bakış açısı ve trajedi mefhumu kesinlikle çok etkileyici, öyle ki üzerinden vakit geçmesine rağmen kitabın etkisinden çıkamıyorsunuz. Görüntülerin ve de insanların tasvirlerinin de bir o kadar etkileyici olduğunu ekleyelim. Daha önce de belirttiğimiz üzere, tüm eksi yönlerine rağmen iki film de izlenebilir. Hatta hem iki filmi izlemek hem de kitabı okumak daha geniş bir bakış açısı sağlayabilir. Bu yüzden hem iyi seyirler hem de iyi okumalar!

Ece Mercan Yüksel’in “The Shining” incelemesi için tıklayın.