Araya giren bir Filmekimi serüveninden sonra Sherlock sezonlarını birer birer incelemeye kaldığımız yerden devam ediyoruz. En kısa hâliyle ifade etmek gerekirse, İkinci Sezon’un sonunda Sherlock’un öldüğüne tanık, Watson’ın acısına da ortak olmuştuk. Akabinde Sherlock’un yaşadığını ve oyunların elbette ki devam etmekte olduğunu öğrenmiştik. Üçüncü sezonda ise bir anda iki sene ilerisine gidiyor, tüm dünyada ölü olarak bilinen Sherlock’un bu süre zarfında nerede olduğunu öğreniyor, en az kendisi kadar zeki olan abisi Mycroft tarafından kurtarılışını izliyoruz. Akabinde Sherlock kendi “olay mahalline” geri dönüyor ve bizim bildiğimiz şekliyle oyun kaldığı yerden devam ediyor.

The Empty Hearse
En sonunda hayatına devam edebilmeyi başarmış Watson tam sevdiği kadına evlenme teklif edecekken Sherlock çıkagelir ve hâlen hayatta olduğunu Watson’a gösterir. Sherlock ile Watson arasında normal bir arkadaşlık ilişkisinin olmadığını sık sık söyledik, ancak bizce bu durum özellikle bu bölümde biraz daha baskın çıkıyor. Bu bölümün temelleri çoğunlukla Watson’ın Sherlock’a olan hisleri ve de ölümü konusundaki oyun sebebiyle içerlemesi üzerine olduğundan bölümde çözülmesi gereken vaka biraz daha arka planda kalıyor. Birinin sevdiği kişiye evlenme teklif etmesi elbette ki o kişinin en özel anlarından biri. Lâkin Sherlock, hayatında tuttuğu ve buna rağmen sürekli olarak aşağılamaya devam ettiği insanların mahremiyetine karşı hiç saygısının olmamasıyla, hatta mahremiyet kavramından bihaber olmasıyla biliniyor.

Watson’ın Mary (Amanda Abbington) ile yaşayabileceği en özel anlardan birini resmi olarak mahveden Sherlock, Watson için bir seçim yapma zarureti ortaya çıkarıyor diyebiliriz. Bencil ve megaloman doğası gereği bir diğerine karşı hep tercih edilmek isteyen Sherlock, burada da Watson’ın dikkatini Mary’nin üzerinden alıp kendi üzerine çekiyor. İşin içerisine Watson’ın Sherlock için duyduğu yoğun hisler girdiğinde, Watson Sherlock’un yaşıyor olduğu gerçeğine en çok güvendiği kişi tarafından aldatılmış birisi gibi sert tepki veriyor. Sherlock’un doğasından söz etmişken, Sherlock’un tek çocuk olmamasının ilginç olduğunu söylemek gerek. Hele ki diğer kardeşin de en az Sherlock kadar zeki ve çok daha fazla nüfuzlu olduğu düşünülürse, durum iyice ilginçleşiyor. Bu durumun biraz ters olduğunu söyleyebiliriz, zira filmlerde de edebiyatta da bu tarz “problemli” karakterler genellikle tek çocuk olarak tasvir edilir. Lâkin Sherlock’un Mycroft ile yaptıkları sohbetten anlıyoruz iki, ikisi de oldukça zeki olan bu iki kardeş çocukluklarından beri birbirlerini adeta bilemiş, etraflarındaki ipuçlarını en başarılı şekilde toplayabilmek için eğitmişler.

The Empty Hearse’taki vakanın arka planda kaldığını, hatta bir “filler” işlevi gördüğünü söylemiştik. Dolayısıyla bu bölümde odaklanılması gereken asıl kısmın Sherlock ile Watson arasındaki ilişkinin nasıl değişime uğradığı ve Sherlock’un Mary’i nasıl “kabullendiği” olduğunu söyleyebiliriz. Watson’ın Sherlock’a karşı duyduğu öfkesini ifade ediş biçimi oldukça ilginç. Gittikleri her restoran, café veya başka türden bir mekânda Sherlock’un ifade ettiği tek bir sözcükten bile tetiklenen Watson’ın öfkesini fiziksel şiddetle nasıl dışa vurduğu olayın dramatik yanı bastırılarak ve komedi dozu arttırılarak gösterilmiş. Bu kısımların anlatım tarzı olarak oldukça başarılı olduğunu düşünmemek elde değil. Sürekli olarak kesilen ve ardı ardına montajlanmış, her biri Sherlock’un dövülmesiyle sonuçlanan ve parodivari bir anlatımla sunulmuş sahneler seyir keyfi açısından gayet başarılı. Buna ek olarak Watson’ın Sherlock’a karşı duyduğu bu agresyon da yine daha önce açıkladığımız üzere arkadaşça bir özlem veya öfkeyle açıklanabilir tarzda değil. Watson’ın gösterdiği şiddet adeta cinsel bir gerilimle birleşmiş özlem, öfke ve üzüntünün harmanı gibi.

The Sign of Three
Bu bölümde Mary ile Watson’ın düğünüyle harmanlanmış iki vakayı izliyoruz. Bölümde uzun bir sürenin düğün hazırlıklarına ve Sherlock’un sağdıç konuşmasını hazırlamasına, daha doğrusu hazırlamaya çalışırken yaşadığı krizlere ayrılması kimi seyirciyi fazlasıyla memnun etmiş, lâkin kendi adıma aynı şeyi söyleyemeyeceğim maalesef. Sherlock’un bir “sosyopat” oluşuna dizide sık sık vurgu yapılması sebebiyle çoğu kişi için Sherlock’un insan ilişkilerinde nasıl problemler yaşadığını, bunlarla nasıl başa çıkmaya çalıştığını izlemek oldukça eğlenceli. Ancak bir kişinin karakterinin nasıl olduğunun ipuçlarının karakterin davranışlarıyla verilmesi ve de izleyici tarafından yorumlanması yerine, yapımda daima sözel olarak o kişinin karakterine dair yargılarda bulunulması -hele de karakterin ta kendisi tarafından- ters tepebiliyor.

Yine de normal şartlarda ilişkilerden kaçınan birisinin parmakla gösterilebilecek kadar az kişiyle (sorunlu da olsa) ilişki kurabilmesi, bunu da genellikle etrafa zarar vererek yapması ilgi çekici bulunabiliyor. Yalnızca beyazperdede değil gerçek hayatta da, alışkın olmadığımız tarzda özelliği bulunan insanları, canlıları veya nesneleri anlayabileceğimiz, empati kurabileceğimiz veya yakınlık hissedebileceğimiz şeylere dönüştürmeyi istemek insanın doğasında var. Cansız olsalar bile bir şeylere anlam yüklemenin insanı içinde bulunduğu ortamda daha rahat hissettirdiği bir gerçek. Dolayısıyla Sherlock karakterine de bu tarz anlamlar yüklenmesi şaşırtıcı değil. Ancak maalesef Sherlock’u dizinin ta en başında neden sevdiğimiz ve de izlemek istediğimizle biraz çelişiyor.

Süper bir zekâya sahip, duygusuz bir dedektif kesinlikle çok ilgi çekici: Yapamadığımız veya kabiliyetine sahip olmadığımız bazı şeylerin bir başkası tarafından yapılabiliyor olması ya nefret ya da aksine bağlılık yaratıyor. Söz konusu sinema veya dizi olduğundaysa bu durum elbette ki bir bağlılığa dönüşüyor, öte yandan gerçek hayatta gördüğümüzde asla onaylamayacağımız veya hoşlanmayacağımız karakterlerle beyaz perdede tanıştığımızda neden onları bu kadar benimseyebildiğimiz ise bambaşka bir yazının konusu. Süper kahramanları düşündüğümüzde neredeyse hepsinin ya acı verici bir geçmişinin ya da ağır yaralarının olduğunu görüyoruz. Bu kahramanların insanüstü yetenekleri olsa da içlerinde bulunan bu insani taraf onları sevilir, benimsenebilir kılıyor. Lâkin Sherlock’taki insanüstü taraf zekâsıyla harmanlanmış kayıtsızlığıydı. Dizinin Sherlock karakterini kayıtsızdan ilgi gösteren, önemseyen bir karaktere evirmesi sıkıntılar yaratabilecek ve maalesef inandırıcı olmayabilecek bir durum.

Bölüm tamamen düğün ve Mary ile Watson’ın birlikteliği üzerinden ilerleyecekmiş gibi görünürken sonunda alışkın olduğumuz kriz anı gelip çatıyor! Bu bölümde birbirinden bağımsız gibi görünen iki ayrı vakanın bir bütün oluşturması her zaman alışkın olduğumuz yoldan sapmak adına gayet yerinde olmuş diyebiliriz. Buna ek olarak, az önce eleştirmiş olsak da her bölümün kendi içerisinde farklı bir dinamiğinin olması, kimisinin karakter odaklı olup, kimisininse tamamen vaka odaklı olması değişim yaratmak ve izleyiciyi tetikte tutmak açısından faydalı.
His Last Wow
Bu bölümde Charles Augustus Magnussen (Lars Mikkelsen) adlı bir medya deviyle tanışıyoruz. Kendisi çok zeki, başarılı ve de kötü niyetli bir iş adamı olarak, Moriarty’den sonra ilk kez Sherlock’u zorlayabilecek birine benziyor. Sherlock’u böylesine bir mücadeleye sokabilecek birini bulabildiğimiz için duyduğumuz heyecan, kaybetme korkusuna ve tedirginliğe karışıyor. Bu bölüm için de dizinin izleyicileri ikiye bölünmüş durumda diyebiliriz; kimisi üçüncü sezonu genel olarak bir hayal kırıklığı diye nitelendirirken, kimisi de bu bölümün müthiş olduğunu düşünüyor. “Hayal kırıklığı” biraz kuvvetli bir anlatım şekli ancak bu bölümü “beklentilerin karşılığını veremiyor” diyerek nitelendirebiliriz. Moriarty Sherlock ile boy ölçüşebilecek yegâne kişi ve kuvvetli bir baş düşmanken, dizideki gerilimin çıtası da bu kadar arşa çıkmışken, Sherlock’un Magnussen gibi çok kuvvetli görünen yeni rakiplerle bu şekilde karşılaşıp kolaylıkla alt edebilmesi izlediğimizin bir dizi olduğunu sürekli bize hatırlatıyor gibi. Teknik olarak Sherlock her zaman galip gelmeli ancak bunun bu kadar göze sokularak, üstelik de Magnussen gibi göklere çıkarılan birisi üzerinden yapılması izleyicinin isteyebileceği bir durum değil.

Moriarty ile benzer şekilde, Magnussen’in de Sherlock’la birtakım ortak noktaları mevcut: Her ikisinin de “zihin sarayı” dedikleri, aradıkları hemen hemen her şeye ulaşabildikleri müthiş bir hafıza teknikleri var. İkisi de duygusuz ve kendi çıkarları için bilgiyi kullanmaktan çekinmeyen karakterler. Sezonun ilk iki bölümündeki atalet son buldu demişken “düşman adayının” bu denli kolay alt edilmesi can sıkıcı. Magnussen’in Sherlock’a istediği gibi kafa tutabiliyor olması, en az onun kadar incelikten uzak bir şekilde davranıp, dizide Sherlock’tan daha fazla şey bilen neredeyse tek kişi olması onu bölüm boyunca gözümüzde çok kuvvetli bir rakip hâline getiriyor. Severek izlediğimiz kahramanımızın her daim çevredeki en zeki ve de bilgili kişi olması pek çok bölümdür desteklenirken ve bizim için de bir saplantı hâline gelmişken, bu “omnipotent” kahramanın egosunun dışarıdan gelen birisi tarafından darmadağın edilmesi izleyicinin egosunu da adeta sarsıyor. Akabindeyse ne olduğu tam anlaşılamayan bir son dakika hamlesiyle her şeyin yine eski hâlini alması da maalesef pek de inandırıcı değil.

Watson’ın eşi Mary’nin bir suikastçı çıkmasına değinmek istememekse elde değil. Bu durum önümüzdeki sezonda bir yere bağlanır mı, henüz bir fikrimiz yok. Ancak sadece üçüncü sezon çerçevesinde konuşacak olursak, Mary’nin asıl mesleğinin, Watson’ın hayatına bu tarz uçlarda yaşayan insanları çekiyor olmasına ve en nihayetinde de Sherlock’a bağlanması gerçekten absürt. Sonuç olarak Watson’ın evleneceği kişi olarak eski bir ajanı bulup seçmesi, Sherlock gibi insanlara duyduğu bağımlılığa, asıl olarak da Sherlock için hissettiği, neredeyse kimyevi şekilde endüklenmiş “sevgiye” yorulmuş. Bu durumun zorlama durduğunu ifade etmeye gerek yok diye düşünüyoruz.

Sezona Genel Bir Bakış
Gerçekten ilgi çeken ilk iki sezondan sonra üçüncü sezonun biraz daha fillerlarla dolu, karakter gelişimine daha çok yer verilmiş bir sezon olduğunu söylemek mümkün. Ancak bu karakter gelişiminin de makul şekilde ilerlemediğinin notunu yeniden düşelim. Karakterleri geliştirmekten ve de onlara bir derinlik katmaktan çok, yer yer birbirine ters düşen portreler çizilmiş. Gerçek hayatta da kimse siyah veya beyaz değil elbette ki, ancak kâğıt üzerinde yaratılmış bireyler olarak dizi veya film karakterlerinin biraz daha tutarlı olmasını bekliyor izleyici. Sherlock dizisine hayat veren en önemli unsurlardan bir tanesi de merak: bu sezonda merak duygusu yeterince kuvvetli şekilde ateşlenememiş. Ateşlendiğindeyse maalesef biraz hayal kırıklığı yaratmış.

Normalde yazılarımıza sezon sezon devam ederken, gelecek bölümde bir istisna yapacak ve The Abominable Bride bölümünü tek başına kaleme alacağız. Bu bölüm diğer bölümlerden çok daha farklı, bu sebepten ayrı bir yazıyı ve incelemeyi hak ettiğini düşünüyoruz. Bu sezonun yazısına geri dönecek olursak eğer, geçmiş yazılara nazaran bu bölümde daha çok dizide geçen hikâyeye ve de karakterlere odaklandığımızı söylemek mümkün. Biçimsel açıdan çok fazla göze batan bir durum olmadığı sürece dizilerde -hele de sezon sezon inceleniyorlarsa- anlatıma ve de hikâyeye odaklanmak ister istemez ortaya çıkan bir durum. Gelecek yazımızda bu durumun biraz değişeceğini şimdiden söyleyelim.
Bir sonraki Sherlock yazısında görüşmek üzere!
SHERLOCK İnceleme Yazıları (Ece Mercan Yüksel)
