SHERLOCK: İkinci Sezon İncelemesi

Sherlock’un 2012 yılında yayınlanan ikinci sezonunda A Scandal in Belgravia, The Hounds of Baskerville ve The Reichenbach Fall adında üç bölüm karşılıyor bizi. İlk sezonun sonunda şeytani Moriarty ile tanışmış, daha doğrusu onun gerçekte kim olduğunu öğrenmiştik. Moriarty Watson’ın vücudunu bombalarla kaplamış, Sherlock’u kapana kıstırmaya çalışmıştı. Kurduğu bu düzen gelen bir telefonla kısa süreliğine de olsa bölünmüştü. Hatırlayacak olursak, Moriarty’nin telefonunun “Stayin’ Alive(Hayatta kalıyorsun / yaşıyorsun) şeklinde çalması oldukça absürttü. Melodinin fazlasıyla neşeli olması da içinde bulunulan durumla büyük bir kontrast oluşturuyordu. Sherlock’ta bu tarz zıtlıkları pek çok sahnede görüyoruz. Gergin anların arkasına yerleştirilen neşeli bir müzik, fazlasıyla agresyon içeren sahnelerin aşırı yavaşlatılarak bir parodi hâline getirilmesi dizinin genel tonuna uyar şekilde. Bu duruma uygun örnekleri üçüncü sezonda da görmeye devam edeceğiz.

Sezonun ilk bölümünde tanıştığımız Irene Adler (Lara Pulver) ile ilgili ayrıntılara geçmeden önce Arthur Conan Doyle’un yarattığı Sherlock Holmes karakterinin Film Noir’daki “hard-boiled detective(duygusuz / sert dedektif) tiplemesine nasıl evrildiğinden söz etmek yerinde olur. Bildiğimiz üzere Sherlock Holmes, herhangi bir duygu hissetme yeteneğinden yoksun, fazlasıyla zeki, etrafındaki çoğu kişi tarafından -nedense- çekici bulunan ancak insanları bilerek ve isteyerek sürekli iten, ilginç bağımlılıkları bulunan bir dedektif. Sherlock Holmes’un Film Noir’daki hard-boiled detective tiplemesinin en iyi karşılığıysa kesinlikle Humphrey Bogart’ın canlandırdığı dedektif karakterleri.

Humphrey Bogart

Salt Humphrey Bogart üzerinden gidecek olursak, kendisinin klasik “yakışıklı Hollywood jönü” tiplemesine kesinlikle uymadığını söyleyebiliriz. Pek çok meslektaşına göre daha kısa boylu ve klasik güzellik anlayışına uymayan yüzüyle Bogart, kadınların kalbinde pek çok aktöre kıyasla çok daha büyük bir yer kazanmayı başardı. Bunda karakterinin ve de kendine has aurasının payı elbette ki çok büyük. Sherlock Holmes’un tiplemesiyse Doyle tarafından yine fiziksel özelliklerine pek fazla önem atfedilmeyecek şekilde yazılmış. Dizide de yine aynı şekilde, fiziksel güzelliğinden ziyade zekâsıyla öne çıkan, çekiciliğini bu şekilde sağlayan ama aslında çekici olmaya da çalışmayan bir karakter Holmes. Bogart’ın canlandırdığı karakterler için de aynısını söyleyebiliriz: Kendisi her daim zeki, etrafında neler döndüğünü anlayan, büyük şehirde pis işlerin nasıl döndüğünü bilen, kendi yolunu bulmayı başaran karakterleri canlandırdı hep.

Sherlock Holmes’den Film Noir’a Sık Görülen Karakter Tiplemeleri

Holmes’un öykülerde kendi zihnini stimüle etmek adına beslediği kokain bağımlılığı -ki ikinci sezon için konuşmak gerekirse bu durumu dizide henüz göremedik, görüp göremeyeceğimizse benim için hâlen meçhul- Amerikan Film Noir’ında alkol bağımlılığına dönüşüyor. Bogart hem gerçek hayatta hem de filmlerinde sıklıkla alkol kullanmasıyla biliniyor. Holmes’un İngiliz, Film Noir türünün ise genel olarak Amerikan olmasının getirdiği kültürel farklılıklar da var elbet. Holmes enstrüman çalmayı bilen ve sanattan anlayan bir karakterken Amerikan dedektiflerinde aynı sanatsal “inceliği” göremiyoruz maalesef. Son olarak, Holmes dizide neredeyse aseksüel bir kişi gibi gösterilirken, Amerikan sinemasındaki dedektif karakterlerinin kadınlarla arası inanılmaz derecede iyiymiş gibi yansıtılmakta. Bu durumun sebebi kadınları -ve diğer pek çok insanı- aptal bulan ve insanlarla ilişkiye girmekten kaçınan -Sherlock gibi- bir dedektif karakterinin Amerika’da pek sevilmeyecek olması olabilir. Zira Amerika’da bir ana karakterin seyircinin gözünde her anlamda çekici olması için, bu ana karakterin hayatının her alanında seyircinin sahip olmak isteyebileceği bir şeylere sahip olması gerekir. Aseksüelite ise -hâliyle- pek de arzulanan bir durum değildir.

Film Noir denince akla gelen bir başka önemli karakter tiplemesiyse kesinlikle femme fatale karakteri. İkinci sezon incelememizde Film Noir’dan bu kadar fazla söz etmemizin bir sebebi yine bu sezonda tanışma imkânı bulduğumuz Irene Adler karakteri (Lara Pulver) elbette. Kendisi kelimenin tam anlamıyla bir femme fatale ve hatta kendisinin “baskın kadın” (dominatrix) olması, bu şekilde hayatını kazanması da bu femme fatale imgesini kuvvetlendiriyor. Sherlock’u bugüne kadar zihinsel olarak “uyarmayı” başaran tek kadın olan Adler’ın karakteri etrafındaki gizem sezonun ilk bölümünde bolca gördüğümüz close-uplarla destekleniyor. Bedeninin yalnızca belirli parçalarını gördüğümüz kişilerle veya yalnızca belirli detaylarına hâkim olabildiğimiz nesnelerle ilgili, zihnimiz sürekli olarak bir şeyler üretir zira zihin merak duygusunu tatmin etmeye ve ürettiği sorulara cevaplar bulmaya çalışır.

Adler’ı ilk bu şekilde tanımamız onun “gizemli ve seksi kadın” imajını izleyiciye empoze eder nitelikte. Kırmızı ojeler, kullandığı makyaj, dantel ağırlıklı kıyafetler ve zekâyla örülen bu imajı, Film Noir kapsamına giren pek çok filmden tanıyoruz. Bu filmlerin çoğunun ortak noktası, femme fatale her ne kadar zeki olursa olsun ana karakter olan erkeğe bir şekilde -ya duyguları yüzünden ya da erkek karakterden daha az zeki olduğu için- yenik düşmesi ve filmin en sonunda cezalandırılması. Sherlock’ta da aynı durum gerçekleşiyor diyebiliriz. Her ne kadar duygusuz olursa olsun Sherlock’a karşı bir şeyler hisseden Adler büyük hatalar yapıyor ve hayatının oyununda Sherlock’a yeniliyor.

The Hounds of Baskerville ve The Reichenbach Fall Bölümleri Üzerine

Bölümlerin salt IMDb puanlarına bakarak yorum yapmak elbette doğru değil, ancak The Hounds of Baskerville bölümünün puanının sezonun diğer iki bölümünden bariz şekilde düşük olması benim de bu bölümle ilgili kişisel görüşümü yansıtıyor: Bu bölümün diğer iki bölüme kıyasla biraz daha kuvvetsiz bir bölüm olduğuna, bu yüzden de diğer bölümlerin yarattığı etkiyi yaratamadığını düşünmekteyim. Çünkü bu bölümde önceki Sherlock bölümlerinde karşılaştığımız havadan daha farklı bir hava karşılıyor bizi. Bundan önce sürekli olarak gördüğümüz “mantık” teması yerini “salt korku” temasına bırakıyor. Salt korkunun da çıkış yeri tabii ki deneyimlediğimiz şeyi anlayamamamız ve de bunu anlamlandırmaya çalışmamız. Sırf bu sebepten geçmişten pek çok korku efsanesi ve gerçekle bir ilgisi bulunmayan hikâyeler gelmiş günümüze.

Dolayısıyla mantık yokken korku, korku yokken de mantık var olmakta diyebiliriz. Bölümün uzunca bir süre supernatural bir tarzda devam ediyor olması izleyicide ne yazık ki başka bir diziyi izliyormuş hissini uyandırıyor. Bölümde bir süre sonra Sherlock’un her şeye hâkim olan mantığı baskın çıkmaya başladığında taşlar yerine oturuyor ve dizi eski havasına bürünüyor. Lâkin bu sefer de suçlunun kim olduğu ve her şeye neyin sebep olduğu biraz fazla açık ediliyor ve önceden tahmin edilebilir bir hâle geliyor. Bölümde yer yer güzel dönüşler, anekdotlar ve şaşırtmacalar yer alsa da klasik Sherlock bölümlerinin bir derece altında kalan bir bölümdü diyebiliriz The Hounds of Baskerville için. Yine de Sherlock’un insanın öznel algısının her şeyi ne kadar değiştirebildiğine dair yaptığı deney detayı gerçekten de izlenmeye değerdi.

UYARI: Aşağıdaki üç paragraf, ikinci sezonun final bölümüyle ilgili anahtar bilgiler içermektedir.

Sezonun üçüncü ve son bölümünde herşey doruk noktasına çıkıyor diyebiliriz. Bu bölümde Moriarty rolündeki Andrew Scott’ın oyunculuğu pik yaparken, Moriarty’nin “deliliğine” an be an şahit oluyoruz. Moriarty bu bölümde tıpkı bazı dövüş sporlarında olduğu gibi, Sherlock’un zekâsını Sherlock’un kendisine karşı kullanabileceği bir silah hâline getiriyor. Sherlock’un etrafındaki herkesi ve medyayı ona düşman hâline getirmeye çalışan Moriarty, Sherlock’u intihar etmeye zorluyor. Tahmin edebileceğimiz üzere, dizinin yıldızı olan Sherlock tabii ki ölmüyor ve Watson’ın bu kurmacaya inanmasını sağlamak için aralarındaki adeta homoerotik olan sevgiye güveniyor.

Doyle’un yarattığı bu iki karakter birbirine derin bir sevgi ve arkadaşlık bağı ile bağlı. Ancak insani pek çok durumda olduğu gibi bu konuda da çizgiler çok ince; dolayısıyla pek çok Sherlock izleyicisinin Sherlock ile Watson’ı “shiplemesine” -yani birbirlerine sevgili anlamında yakıştırmasına- şaşırmamak gerek. Dizide de Sherlock ile Watson’ın sevgili olduklarının sanılmasına sık sık değiniliyor. Ortada cinsel bir çekim olsa da olmasa da aralarındaki bağın fazlasıyla kuvvetli olduğu ve birbirleri için hissettiklerinin sıradan bir arkadaşlıktan öte olduğu kesin. Tabii Arthur Conan Doyle’un içinde yaşadığı dönem düşünülürse, yazar bu iki karakterin cinsel kimlikleri konusunda fazla açık davranmamış da olabilir.

Sherlock’un yalancı ölümüne kadar olan kısımda bilgi dağarcığımız Watson’ınkiyle sınırlı. Ancak bölümün sonunda Sherlock’un ölmediğini, aksine uzaktan Watson’ı izlediğini görüyoruz ve Watson’la -dizinin evreninde olan bitene dair bilgilerimiz anlamında- yollarımız ayrılıyor: Onun bilmediği, uzunca bir süre de bilme şansına erişemeyeceği şeyleri öğrenme fırsatını buluyoruz. Dolayısıyla seyirci bir sonraki sezonu Sherlock’un yaşadığından emin olarak ve bu yalancı ölümü nasıl gerçekleştirebildiğini düşünerek bekliyor. Bu esnada Watson ise derin yasını tutuyor. Sezonun bu final kısmında herkesin oyunculuğunun takdire şayan olduğunu söylemek gerek. Yine de dizinin bu sezonu biterken Sherlock’un ölmediğine dair o tek kanıt izleyiciye gerçekten de verilmeli miydi, bundan çok emin değilim. İlk sezondaki genel girizgâhtan sonra karakterleri daha da iyi tanıdığımız, olayların hız kazanmaya başladığı, yeni yeni düşmanlarla tanıştığımız bu ikinci sezon, temposu yüksek ve gerilimin dozunun hiç azalmadığı bir sezondu diyebiliriz. Sonraki sezon incelemelerinde görüşmek üzere!

Ece Mercan Yüksel

SHERLOCK İnceleme Yazıları (Ece Mercan Yüksel)

Bir Cevap Yazın