Bir punk sineması nasıl olurdu diye düşündüğümüzde aklımıza rahatlıkla düşebilecek filmlerden biri olan Petrov’s Flu (Petrovy v grippe, 2021), zihnin sessizce attığı çığlıkların bir kasırgası niteliğindedir. Sahip olduğu aşırılıklarla kendisini izleyenden ayrıcalık talep eden bu film hem görsel hem de içerik olarak pek alışık olmadığımız bir dünyaya sahip. Bu türden bir dışavurum akıllara Xawery Żuławski’nin 2019 yapımı Bird Talk (Mowa ptaków) filmini getiriyor. Bazı karakterlerin çizimi açısından ise Joachim Trier’in 2017 yapımı Thelma yapımını anımsatıyor. İzleyiciyi içerisine soktuğu labirentvari dünyasıyla Petrov’s Flu (Petrov Grip Oldu), kuşkusuz Filmekimi seçkisinin dikkat çekici filmlerinden. Yaratmış olduğu gerçeküstü görsel anlatım ile izleyiciyi soğuk terler içinde durmak bilmeyen bir rollercoaster koltuğuna oturtuyor. Bu da filmi izlerken üzerimize yeterli ölçüde grip tozu serpiyor.

Vücudum Bir Virüse Direniyor Ancak O Virüs Benim Yaşama Sebebim
Yönetmen Kirill Serebrennikov’un zimmetine para geçirdiği iddiasıyla ülkesinin yetkilileri tarafından seyahat yasağına çarptırılmış olması, bir bakıma filmdeki ana karakter Petrov’un (Semyon Serzin) vücudunun ve zihninin antikorlarla savaşmasını akla getiriyor. Yönetmenin gündemdeki bu durumu, Petrov’s Flu filminin yapısını anlamak için bizi kendisine daha çok yaklaştırıyor. Hem içeriden hem de dışarıdan birtakım darbelerle savaşan bedenin zorluklarını, bir belleğin yansıttıklarıyla anlayabiliyoruz. Film boyunca anlam, uç anlamsızlıkların peşinden giden bir gözün aktardıklarından ibaret. Bu bakımdan filmin anlatım düzeneğinin dağınık olduğu gözlerden kaçacak gibi değil.

Yapılan montajlar bu konuda yorumda bulunabilmek için elimize çok fazla malzeme veriyor ancak Petrov’s Flu başlangıcından itibaren hiçbir zaman anlatımının düzenli olacağını savunan bir film olmadı. Zihni olduğu kadar bedeni de sonuna kadar görsel travmalara maruz bırakan ve bunu yaparken mikrobunu herkese bulaştırma eğiliminde de olan bir yapım söz konusu. Petrov’u ilk gördüğümüz an onu bir minibüse doğru takip ediyoruz. En başından beri ana karakterin en önemli dışavurumu elinin altındaki hastalığı çevresine de tattırmak istemesi. İçerisinde bulunduğumuz dönemi düşünecek olursak Serebrennikov’un grip ile bağlantılı olan bu hastalığa yaklaşımı oldukça alegorik bir tablo çiziyor.

Özgürleştiren Bir Derealizasyon
Film boyunca “hastalığın” kabuklarından arınmaya çalışan bir karakterin sahip olduğu hastalığa tüm elleri, kollarıyla nasıl sarıldığının kompozisyonunu izleriz. Hastalık bir noktada karakterin başından atmaya çalıştığı bir durum gibi gözükse de karakteri, özünde sürüklemiş olduğu derealizasyon durumunun sonuçlarında yuvarlıyor. Yönetmen kuşkusuz hastalığı, varlığı sınırlandıran değil de onu insanın sınırlarını zorlayan bir itki olarak ifade etmiş. Bu da onu, filmin anlatımı boyunca yaratmış olduğu karakterler arasında köşeye sıkıştırmamış, aksine hepsini özgür bırakmış. Bununla beraber tüm halüsinasyonlarla tanışmak için doğal bir neden oluştuğu gerçeğini de ekleyelim. Serebrennikov’un görsel evreni her ne kadar koyu renklere dayansa da oldukça yaratıcı bir düzlemde ilerliyor. Onun kamerasının dilinde bir perde niteliğinde olan koyu, keskin renkler ise anlatının sırtını dayamış olduğu fantastik dünyayı gerçekliğe davet edip onun aklını çeliyor. Bu ikilik ise izleyiciyi belli bir ikilemin ortasına koyduğundan Petrov her öksürdüğünde tavana çıkmış olan ateşe karşı dayanmamız için daha çok güce sahip oluyoruz.

Hayal Etmek Bedeni Sağlıklı Kılma Yolunda Koltuk Değnekleridir
Her ne kadar film boyunca bedenimizi bir hastalığa teslim etmiş olsak da zihnimiz, o hasta olduğu müddetçe özgür. Bu da bedeni bir dost olarak görmekten uzaklaştırıyor. Artık aklın sınırlarında dolaşan mantıksızlıklar zinciri en kalıcı dostumuz olmuş oluyor. Film boyunca hastalanan ancak hiçbir zaman hastalığın hayatı sekteye uğratmadığı, aksine düş gücünün varlığı boyunca insanın kalp atışlarının tavan yaptığı Serebrennikov anlatısında tek dostumuz hayal gücümüz oluyor. Yönetmen bu anlamda görsel düzeneğini oldukça sağlam temellere oturtmuş. Bu da filmi bir masal niteliğinde takip etmeye yöneltiyor. Bir anlamda Grimm Masalları anlatılarına kulak kabartmış gibi oluyorsunuz. Filmin kompozisyonu hastalıkların, varlığın kendisine yönelik bir methiyesine değil, aksine hayatta olmak için temel güç alma noktası olarak görülmesi gerektiğine işaret ediyor.

Bir Çıplaklık Şöleninde Opera Lirizmi
İçinde bulunan dünyanın kendi gerçekliğini yitirdiği noktada özne, kulaçlarını anılarının derinliklerine daldırır. Bu noktada giyinik olmak, dünyanın düzenine ayak uydurmak tamamen anlamsızdır. Bu da filmde alışılmadık bir şölenin çanlarının çalması için yeterlidir. Kirill Serebrennikov’un Petrov’s Flu filmindeki en yenilikçi dışavurum, zamanın belli formlara uydurulmadan her kareye yerleştirilmesi. Petrov, başına geçirmiş olduğu grip hastalığının pelerini ile kendi anılarında belli bir düzen olmaksızın dolaşır. Bu filmde zaman öğrenilmesi gerekenden ziyade ince ince tekrardan işlenmesi gereken bir motor parçası gibi karşımıza çıkar. Filmdeki çıplaklık öğesinin kullanılması ise Paul Thomas Anderson’un 2012 yapımı The Master filmini anımsatıyor. Sadece öznenin gözlerinin maruz kaldığı çıplaklık unsuru filme seyrek serpiştirilmiş olsa da zihnin kapalı kapılarını tıklatıyor, onları sonuna dek açmadan. Bu eylem ise tam anlamıyla filme lirik bir hava katıyor denebilir. Ayrıca cinsel organların grotesk bir şekilde sunulması, bir romantik dönem operasının perdelerini aralamışız hissi uyandırıyor. Tek farkla; bu operada doğrudan göze hitap eden kostümler, dekor vb. teknik etmenler yok, sadece duyusal dışavurumların dağılımı hâkim.

Histerik Yolculuğun Sıcaklığının Dezenfekte Edilmesi
Görsel sarhoşluğun kendi içinde yakalanmaya çalışıldığı gerçeklik formları, filmde dozu aşırıya kaçmış histerik yolculuğa yenik düşüyor. Filmin açılışı ile kapanışında bir köprü görevi gören anlatım biçimi, bu bağlamda bir tutarlılık yakalandığını düşündürse de Petrov’s Flu sonu çok uzak diyarlarda olan filmler kategorisine girdiğinden, zaferini kendisine tükürerek kazanıyor. Bu da filmin gücünü almış olduğu grip meselesini iyileştirmek yerine onu kronikleştiriyor. İlk sekansta yaşadığımız ani geçişli görsel darbeleri gözlerimize almaya sonuna kadar devam ediyoruz.

Aleksey Salnikov’un aynı adlı romanından uyarlanan filmin diyalogları ise oldukça düşündürücü. Hem kendi döneminin akışına sadık kalan hem de günümüzdeki sosyopolitik denklemlere selam veren diyaloglar filmin kompozisyonunda şiirsel bir akış yakalıyor. Hayattan sadece birkaç günlüğüne mahsur kaldığımız bir troleybüs yolculuğu dramatik olarak yön değiştirir ve yaşadığımız şeyler gerçekçi gibi gözükse de aslında fantastik olana çok yakındır. Bu anlamda romanın kendisinin izin vermiş olduğu noktalar sinema anlatımının sınırları ile buluşunca ayrıntılar hikâyenin genelinden çok daha fazla ilginizi çekebilir. Rüya ile gerçek, geçmiş ile şimdi arasında dolaşıp durduğumuz Petrov’s Flu, yaşanmış olanların gerçekliğini bir köşeye sıkıştırıp onları gerçek olmayana kadar tehdit eder, bu sıkışmışlığın ardındaki sessizliği uzaklaştırıp izleyiciyi anlatının metafor parçacıkları arasına davet eder.
