Tilda Swinton, Bill Murray, Frances McDormand, Willem Dafoe, Léa Seydoux, Benicio Del Toro, Edward Norton, Anjelica Huston derken artık sonu gelmeyen bir yıldız oyuncu kadrosuna sahip olan ve pandemi nedeniyle gösterimi bir yıl kadar ertelenen The French Dispatch (Fransız Postası, 2021), en sonunda geçtiğimiz Cumartesi akşamı Filmekimi (İstanbul) izleyicileriyle buluştu. İngiltere’nin en önemli sinema dergilerinden Sight and Sound’un Ekim 2021 sayısında Tilda Swinton’ın sorularını yanıtlayan Wes Anderson, bu filmin çıkış fikrini Isabel Stevens’a Cannes’da şöyle özetlemiş: “Birkaç kısa öykü anlatmak, bir dergi üzerine bir film yapmak ve üçüncü olarak da Fransa’da geçen, en sevdiğim bazı Fransız oyuncuların oynadığı bir ‘Fransız filmi’ çekmek istiyordum. Ben de hepsini birden bu filmde yapayım dedim”.

Gerçekten de “çok şey anlatıyor” The French Dispatch: Anderson’ın uzun yıllar takip ettiği meşhur The New Yorker dergisinden ve onun yöneticisi Harold Ross’tan esinlenilerek “Fransız Postası” adlı derginin bir sayısının yayına hazırlanma süreci, Fransa’da başlayan ancak neredeyse tüm Dünyaya yayılan 1968 öğrenci hareketinden bir kesit, cinayet suçuyla hapse atılan deha ressam Moses Rosenthaler (Benicio Del Toro) ile cezaevi gardiyanının (Léa Seydoux) ve bir sanat simsarının (Adrien Brody) başlarından geçenler, çocuk kaçırma, gastronomi, TV programcılığı, küratörlük, yazarlık mesleği ve daha neler neler. Anlatı düzlemindeki bu kalabalık, yerine göre filmin hem artısı hem de eksisi olabiliyor.

Eksi yandan kastımız, senaryosu çok iyi yazılmış bu portmanto filmin [1] (filmi bu şekilde sınıflandırmak Tilda Swinton’ın önerisi) bazı repliklerinin ve üzerinde çok çalışıldığı belli olan dekorların hızlıca geçip giderek, bir çırpıda harcanıyor olması. Neyse ki filmin DVD’si yayınlandığında yapımı defalarca izlemek ve bazı sahneleri gerektiği şekilde özümsemek için vaktimiz olacak. Senaryo Wes Anderson’a ve onun The Royal Tenenbaums’dan (2001) beri çalışma arkadaşı olan Hugo Guinness’e ait, ayrıca Francis Ford Coppola’nın oğlu Roman Coppola ile yeğeni Jason Schwartzman da senaryoya katkıda bulunan diğer iki isim.

Filmdeki Fransız havası inanılmaz derecede baskın, özellikle de 1960’lar Fransa’sı. Adı “Gaullistes” şeklinde değiştirilen meşhur Fransız sigaraları (gerçekte Gauloises), pipo içen, bisiklet kullanan insanlar, kıyafetler, “Fransız garsonları”, saç kesimi ve konuşma tarzı, 1950’ler ve 60’lar Fransız sineması geleneğindeki hızlı anlatım şekli ve sahneler arasındaki aktif geçişler sayesinde neredeyse baştan aşağı bir “Fransız filmi” duruşu mevcut, bu açıdan Anderson amacına ulaşmış, üstelik Cannes’da neredeyse on dakika boyunca ayakta alkışlandığına göre, bunu Fransızları rencide etmeden yapmayı da başarmış. Elbette Anderson’ın (Texas) ve hayalî French Dispatch dergisinin (Kansas) doğum yerlerine istinaden ortaya atılmış Amerikan tarzı replikler de mevcut (Öyle bir yaz ki, sanki özellikle düşünüp de o şekilde yazmışsın gibi dursun) ve hepsi de hikaye anlatımını daha da zenginleştiriyor.

Senaryo ve ince elenip sık dokunmuş replikler dışında görsel / sinemasal anlatım da son derece zengin, Anderson’ın klasik Fransız sinemasına olan sevgisi ve bu alandaki bilgisi de hemen anlaşılıyor. Fransız sineması ve tarihinden artık birer sembol haline gelmiş (emblèmatique) bazı sahneleri (Benicio Del Toro’nun 1789 Fransız Devrimi veya 1871 Paris Komünü ile özdeşleştirilebilecek isyancı duruşu, Léa Seydoux’nun gardiyan üniforması içindeki hayat çığlığı, poz verdiği nü sahnelerdeki La Marianne edası vs.) görmek mümkün, bunun yanında biçimsel olarak da son derece geniş bir yelpaze mevcut: Fransız anamorfik çekim tipi Franscope’tan esinlenilerek perdenin neredeyse tamamını (widescreen) kaplayan çekim tarzı, eski 16 mm’lik filmlerle çalışan kameraların çektiği 1:1 (kare) formatını andıran çekimler, renkli ile siyah beyaz arasında sürekli yaşanan ani geçişler ve tabii ki yaklaşık 3 dakika süren, filmin çekildiği Angoulême bölgesinin (Fransa’nın çizgi roman başkenti) yerel çizerlerinin yardımıyla oluşturulan çizgi film formatı. Anderson bu geçişlerle ilgili olarak “umarım abartmıyorumdur, kesin aşırıya kaçıyorum değil mi?” (Sight and Sound, Ekim 2021, s. 30) diye kendisini eleştiriyor ama bence seyir keyfini ikiye, üçe katlayan unsurlardan biri ve aslında pek göze batmıyor bile.

Şiirsel Angoulême bölgesinden bahsetmişken dekorların da muhteşem olduğunu ekleyelim, Anderson bazı binaları olduğu gibi kullandıklarını, bazılarına yepyeni cepheler (ön cephe veya bina yanı) inşa ettiklerini, gazete standı (kiosque) gibi bazı küçük artefact’leri ise sıfırdan yarattıklarını söylüyor. Özellikle açılış sekansında garsonun taşıdığı tepsinin ve içindekilerin seyahati, sinemasal anlatım açısından paha biçilmez. Ödüller her zaman belirleyici değildir ama yine de oyuncu kadrosunda 7 Oscar ödüllü oyuncu, 8 de Oscar adaylığı kazanmış oyuncu bulunduğu için filmdeki oyunculuklardan bahsetmek gerekir mi bilmiyorum. Bu noktada belki bir eksi olarak “oyunculara doyamadık” argümanı öne sürülebilir çünkü bazı oyuncuları, ne kadar iyi oyuncular olsalar da filmde sadece birkaç saniye görebiliyoruz, belki toplamda 45-50 saniye kadar. Filmde uzun kamera süresine sahip oyuncular arasında Bill Murray, Léa Seydoux, Frances McDormand, Jeffrey Wright, Timothée Chalamet, Benicio Del Toro ve tabii ki Tilda Swinton sayılabilir.

2015 Altın Küre Ödülleri’nde Amy Poehler, açılış konuşmasında o yıl The Grand Budapest Hotel ile en iyi film ödülünü alan Wes Anderson hakkında “Anderson tören alanına antika tuba parçalarından yapılmış olan bisikletiyle geldi” esprisini yapmıştı, Poehler’dan beklendiği gibi çok iyi bir espri çünkü bu cümleyi gazetede okusanız gerçek sanabilirsiniz, Wes Anderson’dan beklenebileceği gibi klasik, aykırı ve hoş bir hareket. Buradan da başlığa katmayı tercih ettiğim “enstalasyon” kavramına değinmek istiyorum, The Royal Tenenbaums, Moonrise Kingdom veya The Grand Budapest Hotel yapımlarında da olduğu gibi, The French Dispatch de bir enstalasyon / art installation edasına sahip. Salondan çıktığınızda sanki bir filme değil de, müzede sergilenen bir enstalasyona, hatta birçok enstalasyondan oluşan büyük bir sergiye maruz kalmışsınız gibi hissediyorsunuz.

Açıkçası bu saptama hem pozitif hem de negatif açıdan ele alınabilir; pozitif çünkü filmin böyle hissettirme nedeninin altında, hem görsel hem de yazınsal düzlemde çok iyi tasarlanmış ve hazırlanmış sahnelerin sayısındaki fazlalık yatıyor. Öte yandan üzerine bu kadar emek harcanmış bir sahne ve oyunculuk gözümüzün önünde sadece birkaç saniye durup kaybolduğu için de, müzede uzun uzun incelemeye başladığımız bir tablonun mekan görevlileri tarafından apar topar kaldırılıp götürülmesinde olacağı gibi, bir anlamda sanatsal gözlem yapma hevesimiz kursağımızda kalıyor. Sahneler yavaşça arz-ı endam ederek ağırbaşlı bir anlatım doğurmak yerine hızlıca görünüp kayboluyor, bu tercih de anlatının hem filmin kendisi, hem de seyirci tarafından biraz hafife alınması tehlikesini doğuruyor. Uzun lafın kısası “negatif” dediğim bakış açısının kökeninde bile yine Wes Anderson’un emeğinin ekranda daha uzun süre durması arzusu bulunmakta, yine de üzerine düşünmeye değer. The French Dispatch’i beyazperdede, özellikle de DVD veya streaming üzerinden durdurup inceleyerek izlemeniz dileğiyle, bol filmli günler.
[1] Sırasıyla veya aynı anda birkaç öykü anlatan, hatta bazen farklı yönetmenlerce çekilen birkaç kısa filmin bir araya getirildiği yapımlar için kullanılan genel bir adlandırma. Yine Sight and Sound’daki röportaja göre The Yellow Rolls-Royce (1964) ile Au Hasard Balthazar (1966) Tilda Swinton’ın; Le plaisir (1952) ile The Gold of Naples (1952) da Wes Anderson’ın favori portmanto filmleri arasında.
