Başka Bir Yaşam Mümkün: ANIMAL

Fransız yönetmen Cyril Dion’un üçüncü belgeseli olan Hayvan (Animal, 2021) Cannes’da Özel Gösterimler kapsamında dünya prömiyerini yaptı ve Türkiye’de seyirciyle Filmekimi 2021 kapsamında buluştu. Son katıldığımız Filmekimi’nden beri sanki asırlar geçmiş gibi geliyor olsa da festival havasını bir şekilde yeniden solumak biraz olsun özlemimizi giderdi. Alınan önlemler dolayısıyla salonlar eskisi gibi kalabalık değil elbet. Bu durum, içinde bulunduğumuz şartlar açısından güven verse de insan pandemi döneminde kendini ne kadar yalnız hissettiğini ister istemez yeniden hatırlıyor. Bu günlerin çabucak geçmesi ve eski kalabalıklara tekrardan kavuşmak dileğiyle diyor, belgesel incelememize geri dönüyoruz.

Yönetmen Cyril Dion kendisi gibi ekoloji aktivisti olan iki genci –Bella Lack ile Vipulan Puvaneswaran– başrole getirmiş. Greta Thunberg gibi genç aktivistlerin seslerinin daha da yüksek çıktığı bu günlerde onların söyledikleri ve hissettikleri gitgide daha fazla önem kazanıyor. Zira mahvolmakta olan bu dünya en fazla onları ilgilendiriyor. Bu durum yalnızca onları değil, aslında hepimizi ilgilendiriyor olsa da senelerdir hızlanmakta olan çöküşe hizmet eden kimseler bu fikirde değiller. Zira onların zamanında empoze edilen yegâne şey kontrolsüz büyüme ve yalnızca kendi çıkarını gözetmekti. Hâl böyle olunca, geleceğe nasıl bir dünyanın kalacağı yalnızca başkalarının sorunuydu. Özellikle endüstriyel devrim sonrası pek çok kişi elde edebileceği maksimum kârı elde etmeye çalıştı ve gerisini düşünmedi. Zira çoğu kişi bireysel veya şirket ölçeğinde uyguladığı şeylerin devasa etkilerinin olabileceğinin farkında değildi.

Sürdürülebilir Bir Gelişim Hayali

Bu konuda pek çok bilinçlendirme çabası olsa da en iyi okullarda bile hâlen bu “sınırsız büyüme” fikrinin öğrencilere aşılandığını söyleyebiliriz. Lisans eğitimini tamamlayalı çok olmamış birisi ve daha da önemlisi bir işletme mezunu olarak şunu söyleyebilirim ki “sürdürülebilirlik” adı altında verilen derslerle, strateji derslerinde daimi olarak empoze edilen “sonsuz gelişim” fikri birbirine son derece ters düşmekte. Belgeselde de dendiği gibi, sınırsızca büyüyen tek şey kanserdir. Lâkin bir yandan geleceğin pek çok iş insanına hâlen öğretilmekte olan şey de büyümezsen öleceğindir. Bu açıdan düşündüğümüz zaman çözümün yalnızca verilmiş olan zararı tamir edip, var olan kirliliği yok etmek olmadığı, aynı zamanda büyüme olgusunun çevreye nasıl yardım edebileceği üzerine yeni stratejiler geliştirmek olduğu açık. Bu konuda ilginç aksiyon alan, bunun üzerine kampanyalar düzenleyen ve hâlen kâr elde edebilen firmalar mevcut. Söylenebilecek tek şey, Dünya’da herkese yetecek kadar kaynağın olduğu, ancak açgözlülüğün tüm bu dengeyi bozduğu.  

Genel anlamda belgesel türüne geri dönecek olursak, lineer bir olay örgüsü bulundurmadığından belgesellerin tekdüzeleşmeye çok müsait olduklarını söyleyebiliriz. Lâkin Hayvan’da bu durum söz konusu bile değil. Belgesel tüm süresi boyunca kendisini pür dikkat izleten bir atmosfere sahip. Yine de böyle bir belgeseli iki saat boyunca hiç ara vermeden izlemenin pek de kolay olmadığını ekleyelim. Gerek verilen materyalin yoğunluğu gerekse belgeselin uyandırdığı duygular açısından filmin ortasında kesinlikle bir araya ihtiyaç vardı. Tabii günümüz koşullarında festivallerde bu pek de mümkün olmayabiliyor maalesef.

Bunlara ek olarak belgeselde “bu kısım fazlalık / gereksiz olmuş” denebilecek herhangi bir sahne de yok. Her diyalog, her sahne ve yapımda yer alan herkes belgeselin anlatısına apayrı bir katman ekliyor. Kişisel olarak konuşmak gerekirse, belgesel sayesinde daha önceden tanımadığım pek çok aktivisti, bu dünyaya faydası dokunmuş pek çok insanı ve de daha önce hiç görmediğim hayvan türlerini tanıma imkânı buldum diyebilirim. Tanıdığımı sandığım hayvan türleriyle ilgiliyse pek çok yeni şey öğrendim. Bu açıdan düşünüldüğünde belgeselin hem mevcut iklim krizine ve zarar gören hayvan türlerine dair bir farkındalık yarattığını, hem de doğa ile insan arasındaki bağı yeniden kurmaya çalıştığı söylenebilir.

Umuda Doğru Bir Yolculuk

Belgesel oldukça çarpıcı ve de vahşi sahnelerle açıldığında ister istemez tüm belgeselin bu şekilde geçeceğini düşündüm ve duygulanmaktan kendimi alamadım. Lâkin belgeselin devamının çok daha yumuşak, sevgiye yönelik, pozitif bir tonda ilerlediğini gördüğümde rahatladım diyebilirim. Bu açıdan belgeselin fazlasıyla kanlı ve mevcut durumu tüm çıplaklığıyla gözler önüne seren açılışının çok başarılı olduğunu düşünüyorum. Zira bu açılış izleyicinin sinema salonunda hissettiği o tüm rahatlığı sarsar şekilde izleyiciyi uyandırıyor ve akabinde göreceklerini ve duyacaklarını daha da algıları açık bir biçimde emmesine yol açıyor. Bu iç karartıcı başlangıçtan sonra dünya için gerçekten de iyi bir şeyler yapan insanları tanımak, gerçek doğadan kesitler görmek geleceğe dair umutlarını yeşertiyor izleyicinin.

Belgeselde yer alan Bella ile Vipulan’ı izlemenin hem çok keyifli hem de acı verici olduğunu söylemek mümkün. Bu genç insanlar yaşamlarının çoğunu bir şeyler için endişe etmekle ve gelecekleri için mücadele etmekle geçirmişler. Belgeseldeki çoğu sahnede onların yüzündeki endişe ve acı çekme ifadesini yakından takip edebiliyorsunuz. Ancak anlatıda ilerledikçe, az önce sözünü ettiğimiz gibi umut yeşeriyor ve bunu onların yüzünde de görebiliyorsunuz. Bu açıdan, belgeselde onlarla birlikte bir yolculuğa çıktığımızı, geliştiğimizi, öğrendiğimizi ve geleceğe dair ümitlendiğimizi söyleyebiliriz. Yaşınız kaç olursa olsun onlarla aynı şeyleri hissetmek hiç de zor değil.

Belgeselin biçimsel özelliklerinden söz edecek olursak, belgeselde yer alan jump cutların biraz dikkat dağıtıcı olduğunu söyleyebiliriz. Bu durum aslında anlatıların ne kadar doğal olduğuna ve plansız yapıldığına işaret. Yine de maalesef bu atlamalar belgeseldeki doğallık hissiyatını bozuyor -paradoks oluşturacak şekilde- ve belgeselin anlatısının pürüzsüzlüğüne zarar veriyor. Bu ufak problemin dışında görsel açıdan da fazlasıyla keyif veren belgeselde Jane Goodall’ı görmek ve onun bilge sesinden tecrübelerini dinlemek çok hoş bir deneyimdi. Bilim dünyasında da sıklıkla karşılaştığımız aşırı materyalistliğe ve cinsiyetçiliğe değinen Goodall, bu dünyayı paylaştığımız hayvanlar alemine bambaşka bir gözle bakmamız için bize yol gösteriyor adeta. Son olarak, belgeseldeki en çarpıcı durumlardan bir tanesi kesinlikle şu diyebiliriz: Beslediği hayvanlara isimler veren ve onlara gözü gibi bakan kişiler bile içinde bulundukları çarkın gerektirdikleri sebebiyle bu hayvanları satabiliyor ve onları mezbahaya gönderebiliyor. Sistemin bozukluğuna tekrar tekrar değinen belgesel izleyiciyi de bu sisteme her gün nasıl hizmet ettiğini sorgulamaya itiyor. Tüm bu unsurları bir araya getirdiğimizde, Animal’ın başarılı bir belgesel olduğunu söylemek kaçınılmaz.

Ece Mercan Yüksel

Bir Cevap Yazın