Sherlock’un The Abominable Bride [1] adlı bu özel bölümünde 1890’lara doğru bir yolculuk yapıyoruz. Yine hakkında birbirine tezat düşen yorumlar yapılan bu bölüm benim kişisel favorilerim arasında diyebilirim. 1 Ocak 2016 tarihinde adeta bir “yeniyıl hediyesi” havasında yayınlanan bu bölüm Victoria Dönemi Londra’sında geçiyor ve Sherlock öykülerinin orijinal versiyonlarının sahip olduğu zaman çizelgesiyle uyumlu hâle geliyor. Dizinin bu özel bölümünde gördüğümüz öykü aslında gerçekte hiç yazılmamış: Sir Arthur Conan Doyle’un bir başka Sherlock öyküsünde geçen bir cümleden esinlenerek yaratılan bu bölüm Primetime Emmy Üstün Televizyon Dizisi dalında ödül de kazandı. Bölüm direkt olarak Sherlock dizisinin üçüncü sezonunun kaldığı yerden devam etmeyerek bizce çok iyi bir tercih yapmış. Dizinin ilk bölümünden beri tanık olduğumuz hikâyeyi bir de 1800’lerdeki versiyonuyla izleyiciye sunarmış gibi yapan dizi hem Sherlock & Watson ikilisinin nasıl “dünyaya geldiğini” izleyiciye tekrardan göstermiş hem de aynı hikâyeye yepyeni bir soluk getirmiş oluyor. Sherlock ile Watson’ın tanışma faslı hızlıca geçilirken, bu bölüme adını veren hikâyeyle tanışıyoruz.

Emelia Ricoletti’nin hikâyesine geçmeden önce sözünü etmek istediğimiz birkaç nokta mevcut: Bu bölümün önemli pek çok noktası var elbette ve hepsi olmasa da çoğuna değinmeye çalışacağız. Yine de bölümün en temel noktalarından bir tanesinin bölümün “kadın hakları için mücadele etmeye övgü” temalı alt metni olduğunu söyleyebiliriz. Bu durum ilk bakışta ben ve benim gibi izleyicileri kısa süreliğine memnun etse de anında gelen soru işaretleri bu keyfe ket vuruyor. Öncelikle Sherlock karakterinin kadınların verdiği bu mücadeleye dair fikirlerini ve desteğini bir anda bir gazeteci objektifliğinde etrafındakilere ve televizyon başında kendisini izleyenlere sunması, insanda bir şeylerin yanlış olduğu izlenimini uyandırıyor. Bölümlerdir cinsiyetçilik tutumunun rahatlıkla hissedildiği Sherlock‘ta karşı cinse yönelik itici davranışları rahatlıkla sergileyen ana karakterin bir anda 180 derece dönüş yapması ortada bir tiyatro oyunu sergileniyormuş gibi bir hava yaratıyor. Buna ek olarak zamanında bir erkek tarafından yazılan Sherlock öykülerinin günümüzde yine iki erkek tarafından yapılmış uyarlamasının iki erkek başrol oyuncuyla ekrana taşınması ne kadar eşitlikçi bir yaklaşım, tartışılır. Öykünün orijinal versiyonundaki ana karakterlerin erkek olduğu ve günümüz uyarlaması için bu durumun değiştirilemeyeceği öne sürülebilir. Lâkin bu durum kadın yan karakterlere yapılan yaklaşımı meşru kılmıyor maalesef.

Peki, Nedir Bu Durup Dururken Karşımıza Çıkan “Kadınlar Görünmez Kahramanlarımızdır” Mesajı?
Öncelikle Sherlock’taki kadın karakterlere bakalım; pek fazla olmadıkları için bu kısmın çok zaman almayacağını söyleyebiliriz: Öncelikle ev sahibi Bayan Hudson’dan söz edelim. Kendisi evin hizmetçisi olmadığını sık sık söylemesine rağmen Sherlock ve Watson için yalnızca bu işlevi görüyor. Ara sıra “anaç” hâlleriyle, dizinin önemli işler peşinde koşan iki ana karakterini de sıkboğaz etmiyor değil tabii ki. Onun dışında kendisinin olan bitene dair pek de bir fikrinin olduğu söylenemez. Mary ise kariyerinde iyi bir yere gelebilmiş, başarılı bir kadın ancak Sherlock’a duyduğu aşk sebebiyle Sherlock ne zaman ona ihtiyaç duysa sanki başka hiçbir işi yokmuş gibi orada olmaya hazır. Başka birisiyle bir ilişki kursa da Sherlock’a dair hislerine bir son veremeyen, her daim onun gölgesinde kalacak bir kadın kendisi. Sherlock’un en dişli rakiplerinden birisi gibi görünen Irene Adler ise -ki kendisi dizideki tek kadın rakip- baştan aşağı bir fiyasko diyebiliriz. Zekâsı ve öz disipliniyle Sherlock’u alt edecekmiş gibi görünürken, bir anda Sherlock’a olan aşkına yenik düşüyor ve tabii ki oyunu kendisinden daha güçlü olan erkeğe kaybediyor.

Kendisinin bir “baskın kadın” olarak portre edilmesi ve yaşam denen oyunda kazanmak için cinselliğini kullanması dizinin yaratıcılarının zihnindeki “güçlü kadın” imajının nasıl olduğunu kolaylıkla gözler önüne seriyor. Neredeyse yüz yıldan beri çoğu yapımda güçlü kadın, cinselliğini kötüye kullanmaktan çekinmeyen kadınla aynı anlama gelmekte ve bu karakterler de çoğu zaman kazanmak istediği her şeyi kaybetmekte. Senelerdir bu bakış açısında bir değişme olmaması cinselliğini özgürce yaşayan kadınların hâlen bir “öcü” gibi algılanmasına ve gerek dolaylı gerekse direkt olarak dışlanmalarına yol açıyor. Uzun zamandır tanık olduğumuz bu tarz senaryolar, ister istemez kültürel alt kodları da belirliyor.

Dizinin bir diğer önemli kadın karakteriyse Mary. Onu da Watson’ın eşi olarak tanıdık. Önemli bir erkeğin eşi, sevgilisi, kız kardeşi veya annesi olarak tanınmak / nitelenmek bir kadın için maalesef çok sıradan bir durum gerek gerçek hayatta gerekse severek izlediğimiz yapımlarda. Kendisi güçlü ve zeki bir kadın imajı çizerken bir anda geçmişi fazlasıyla kirli olan bir katile dönüştü. Bugüne kadar izlediğimiz tüm gizli ajan filmlerini bir düşünelim: Çoğunluğunda ana karakterin erkek olduğu bu yapımlar -ilk akla geleni James Bond olmak üzere- genellikle ajanın etrafında dönen oyunları ve ajanın tüm bunlardan nasıl zekice sıyrıldığını yansıtır ve onun “kahraman” doğasına ışık tutar. Bu yapımlarda da gizli ajanlar aslında birer katilken ve bu durum resmen bir kahramanlık olarak yansıtılırken, Mary’nin de gizli ajanlık yapmış bir kadın olarak neden geçmişinin kötücül şeylerle dolu olduğu gerçeğine odaklanıldığını anlamak mümkün değil.
Yazının Devamı SPOILER (Sürprizbozan) Bilgiler İçermektedir

İçimizdeki Şeytanlara Dair Bir “Zihin Sarayı” Metaforu
Geçtiğimiz Sherlock yazılarında Mary’nin Sherlock ile Watson’ın arasına istemeden de olsa girdiğinden ve bu arkadaşlığa bir şekilde ket vurduğundan bahsetmiştik. Sherlock ile Watson arasındaki “bromance” durumunu kurtarmak adına dizinin senaristleri Mary karakterini öldürmekten çekinmiyor, böylelikle en belirgin kadın karakterlerden biri olan Mary de diziye veda ediyor. Bölümün hikâyesine geri dönecek olursak, Emelia Ricoletti adındaki gelinlik giymiş ve oldukça kötü bir ruh hâlinde olduğunu ima edecek şekilde makyajı bozulmuş bir kadının, bir balkondan etrafa rastgele ateş açtığını ve özellikle erkekleri hedef aldığını görüyoruz. Görüntüde oluşan bu imge de aslında direkt olarak “histerik hâle gelmiş ve hem etrafına hem de kendine zarar vermeye başlamış kadın” imajını destekler hâlde. Ricoletti akabinde intihar ediyor ve arkasında büyük bir gizem bırakıyor. 1800’ler Londra’sında da bu gizemi elbette ki Sherlock çözüyor.

Bunca eleştiriden sonra bu bölümü neden sevdiğim sorulabilir elbette ki. Arka planındaki bütün ideolojik yanlışlara ve de tezatlıklara rağmen bölümün hem 19. yüzyılda geçmesi, hem belki de göstermelik olsa dahi doğru bir konuyu yani kadınların sürekli olarak arka planda kalıyor oluşunu, ezilişini ve de dışlanışını yansıtması, hem vakanın ilginçliği hem de günümüz Londra’sıyla geçmişin Londra’sı arasında sıklıkla mekik dokunması ve Sherlock’un Moriarty ile olan içsel savaşını fazlasıyla sembolize edilmiş bir dille aktarması açısından benim için kesinlikle ilgi çekici ve geçmiş sezonun yarattığı ataletin atılmasına yarayan, üzerinde uğraşıldığı belli olan bir bölümdü. Bölüm boyunca tanık olduğumuz, geçmiş zamanda geçen olayların aslında bugünün Sherlock’unun aşırı dozda aldığı maddeyle bambaşka dünyalara gidip kendi vakalarını çözmeye çalışması sonucu oluştuğunu görmek tam bir ters köşeydi. Ya da tam tersi, “aslında bugüne kadar izlediğimiz her bölüm esasen 1800’lerin sonunda yaşayan Victoria Dönemi Sherlock’unun geleceğe dair fantezilerini mi yansıtmaktaydı?” sorusunu sordurdu bölüm. Buna ek olarak daha önceki yazılarda da söz ettiğimiz, Sherlock’un madde bağımlılığı konusuna bu bölümde özellikle değinilmesi orijinal öykülerle paralel gitmesi sebebiyle dizinin başından beri beklediğimiz bir şeydi.

Reichenbach Şelalesi’nin yanında (ki bu da yine sembolik olarak güzel bir tercih, yalnızca geçmiş bir Sherlock bölümüne gönderme yapması açısından değil, şelalenin inanılmaz gürültülü, dışarısıyla bağı tamamen kesen, insanın içindeyken dışarıyı asla duyamadığı veya göremediği bir ortam olması, suyu yani arınmayı, duyguyu, bilgiyi içermesi ve ruhun en derinini yansıtması açısından da yerinde bir seçim) Moriarty ile yüzleşen Sherlock düşmanının çoktan ölüp gittiğini ve onun artık sadece zihninde kalan bir düşmandan ibaret olduğunu fark eder. Dolayısıyla Sherlock aslında Moriarty’nin hâlen “yaşıyor” olmasının tek sebebidir. Ayrıca bu savaşta tek başına olması gerektiğini sanan Sherlock aslında tek başına değildir: Watson’ın da yardımıyla Moriarty’i tamamen ve sonsuza dek (mi acaba?) yok etmeyi başaran Sherlock ile Watson arasındaki arkadaşlık bağı daha da güçlenir.

Bölümün “kendi şeytanlarımızı kendimiz yaratırız, kendimiz yaratmış olmasak da bir şekilde onları biz yaşatırız” tadındaki alt metni ve “bugüne kadar pek çok kadını fark etmeden ne kadar aşağıladığının ve kırdığının farkında mısın?” tarzındaki ilginç ve maalesef yapmacık duran sosyal mesajı ve daha pek çok şeyi aynı anda içeren The Abominable Bride, adeta bir rollercoaster gibi bambaşka yolculukları ve de manzaraları içeren, keyifli ve heyecan verici bir bölümdü. Tıpkı The Hounds of Baskerville bölümü gibi doğaüstü korku ögeleri içeriyormuş gibi görünmesiyle gerilimde başka bir boyuta kapı açan The Abominable Bride, her şeyin arkasında bir şekilde mantıklı bir açıklamanın bulunduğunu tekrar tekrar göstermesiyle de dizinin genel çizgisini korudu.
SHERLOCK İnceleme Yazıları (Ece Mercan Yüksel)

[1] “Abominable” sözcüğü dilimizde “korkunç, iğrenç, alçak, menfur, berbat” gibi sıfatlarla karşılanabilir.