Özgürlük insanlar arası iletişimden, ilişkiden başka bir şey değilse o halde öz farkındalığın özgür yaşamın önünde büyük bir değeri var demektir. Yönetmen koltuğunda Gregory Hoblit’nin olduğu Frequency (Frekans, 2000), zamanda özgürlük talepleri olanların tavizlerini tek tek hatırlatır nitelikte. Bir yandan da hayatta ikinci, üçüncü şans bir opsiyon olarak sunulduğunda sonuçların en az geçmişte yaşanıp bitmiş olanlar denli kestirilemez oluşunu gösteriyor. Böylece hiçbir şekilde başlangıçta aranan özgürlük insanlar arasında yerleşik kalamıyor. Dünya buna izin veremeyecek kadar başa çıkılamaz olduğundan, oyunda bazı taşların yerini değiştirmek nihai sonuca tam güç uygulayabilmek anlamına gelmiyor. Doğaüstü gerilim filmi olarak da sınıflandırabileceğimiz Frequency, zamansal bir paradoksa odaklanıyor. Dönemler arasındaki çatışmaların iki ağır kanadını ise Frank (Dennis Quaid) ile John (Jim Caviezel) karakterleri üstleniyor.

Gündelik Bilincin Dünyaya Düşüşü
Çatısını bir Aurora Borealis (Kutup Işıkları) perdesi içine kurmuş olan ev, solar aktivite aracılığıyla bir nevi zaman yolculuğu için frekans gemisi niteliğinde. 2016 yılında aynı adlı tek sezonluk bir televizyon dizisi olarak tekrar uyandırılan Frequency’nin yazarı Toby Emmerich, zamanın tek sorununun ona ulaşmamız gerektiği olduğunu belirtiyor. Filmin 1969 yılında geçen ilk kısmında yaş ile ilgili sorundan bahis açan Frank ve Julia Sullivan (Elizabeth Mitchell) içinde bulunduğumuz yaşı hissedememe durumunu normalleştiriyor. Yaşın, bir noktada zamansal olarak hissettiğimizin ötesinde ilerliyor olması; bu durumun, anların birinde takılıp kalmamız ile eş noktada bulunmasına da gönderme yapıyor.

Öte yandan Frank ve John’un arasındaki 30 yıllık iletişim farkı bu durumu oldukça iyi bir şekilde temellendiriyor. John, kendisinden 30 yıl önceki dönemde yaşamakta olan Frank ile iletişim kurarken kendi aralarında bir zaman dilimi yakalıyorlar ve bu zaman diliminin, hiçbir şekilde takvimin belli bir noktasında işaret edilmesi imkânsız. Dolayısıyla ikili kendi ortak zaman dilimlerini yakalamış oluyor. Bu noktadan sonra ise geleceği inşa etme süreci kendini gösteriyor.

Radyo dalgaları aracılığıyla paralel evrenlerde ikamet edenlerin bir şekilde birbirlerinden haberdar olmaları geçmişi uyarma noktasında sırtına bir yük alıyor. Ancak zamanı bir kukla gibi oynatmak tahmin edildiği gibi kolay değil. Her zaman bağımlı olduğumuz, tek başımıza varlık olarak hiçbir işe yaramadığımız noktada aracı olabilecek herhangi bir iletişim noktası, kurtuluş yolundaki barınağımız oluyor. İnternet öncesi dönemde internet düşüncesinin yaratmış olduğu fantezi dünyasının tüm kokusu bu anlamda Frequency’nin üzerine sinmiş diyebiliriz. Benzer filmlerin aksine Frequency, zamansal bir trajediyi sonuç olarak kullanmıyor. O, izleyiciye bir Amerikan Rüyası yaşatıyor. Bu anlamda onu, “iyi hissettiren filmler” kategorisine yerleştirmemiz yanlış olmayacaktır.

Makinelerin Ruhu
Zarif, kırılgan bir iletişim aracı olarak radyo dalgaları ancak aralarında yüzmeyi iyi bildiğiniz takdirde zaferin kokusunu avuçlarınıza ulaştırır. Öte yandan içine büyük bir güvenle atıldığınız dalgaların arasında sıkışıp kalmanız da mümkündür. Frequency bahsi geçen bu ikilemi senaryosunun belli köşelerine yerleştirmiş. Bu açıdan radyo dalgalarında sörf yapar gibi vücudumuzu dalgalandırmamızın güvenilir hiçbir tarafı yok. Aksine güce sahip olduğumuzda en zayıf, korkak yanımızın ortaya çıkışını gösteriyor. John’un halihazırda yaşamış olduğu 30 yılın “yeni” gidişatını, deneyimlediği veya deneyimlemediği anılar aracılığıyla belirlemek zorunda kalması onu, kendini en güvensiz hissettiği tarafa itiyor. Bu türden bir belirsizlik her ne kadar kalıcı olmasa da sahip olduğu değişkenlik özelliği filmdeki aksiyon dengesini oldukça iyi bir şekilde kurguluyor. Frequency, kaygının ne demek olduğunu en açık şekilde göstermekten hiç kaçınmayan bir yapım. Öte yandan John ve Frank, güvenli bölgeye geçtiklerinde dahi rahatlama hissi çok da uzun sürmeyecek gibi bir hava hâkim.

Balmumundan Kanatlar Yapmak
Bilimin, teknolojinin sağladığı güçten beslenmek, mekanik dünyayı kabul etme yönünde insanı terbiye eder nitelikte. Bu aşamada teknoloji ile aramıza giren aletlerin salt gücü yerine onları tam olarak anladığımızda onlardan yaratacağımız güç daha çok anlam kazanıyor. Gregory Hoblit, bu anlamda kesinlikle hırsının esiri olmuyor. Kullandığı teknolojik sistemin ancak işi bitene kadar kölesi oluyor. Bu da onun yaratmış olduğu karakterleri güvenli alana sokarken, karakterler elde ettikleri sonucun ötesine geçme konusunda herhangi bir etkileşimde bulunmadıkları için de kaderleri İkarus’unki (Icarus) gibi olmuyor. Bir anlamda onların kanatları, oldukları gibi kalıyor.

Kuşkusuz bilimkurgu türünde kendisinden sonraki birçok çalışmaya ilham vermiş olan Frequency, en tehlike arz eden araç olarak algılanan “bilgi”yi, en naif ve kırılgan haliyle kullanmış. Karakterlerin etrafına inşa etmiş olduğu dünyayı yanılsama ve yansımalarla yıkmak üzere bir yol açmıyor. Kurtarabileceği her şeyi, herkesi gemisine davet ediyor, hakikat bu olduğu için değil ancak kendisi de basit bir yanılsama yaratmak istediği için bunu yapıyor. Tek fark ise bunu yaparken en yumuşak silahlarını kullandığı için göze çarpmıyor olması. Bu nedenle de klasik olan Amerikan Rüyası’nı gümüş bir tepside, ayağı hiçbir yere takılmadan taşıyabiliyor.
