MEDUSA: İçimizdeki Şeytanı Taşlamak [IFFR-10]

Uluslararası Rotterdam Film Festivali (IFFR) kapsamında izleme fırsatını bulduğumuz filmlerden birisi de Medusa (2021) idi. İsmiyle fazlasıyla dikkat çeken Medusa, beklentileri karşılayan, çok uzun zamanlardan beridir var olmuş bir soruna dikkat çeken, yer yer vahşi ancak en nihayetinde hem karakterlerini hem de izleyicisini özgür bırakan bir film olmuş. Yönetmenliğini ve senaristliğini Anita Rocha da Silveira’nın yaptığı – Érica Sarmet de senaryonun yazımına katkı sağlamış – film günümüz Brezilya’sında geçiyor ve hayatını “Tanrı’nın ve İsa’nın yoluna adamış” gençlere, genel olarak toplumdaki ayrışmaya ve bunun beraberinde getirdiği sorunlara odaklanıyor.

Filmin hikâyesine geçmeden önce Medusa arketipini biraz inceleyelim: Yunan mitolojisinde ve maalesef hâlen günümüzde “bekâret” toplum tarafından çok önemli sayılan bir konu olarak göze çarpıyor. Hepimiz okuduğumuz veya izlediğimiz fantastik kitaplardan / yapımlardan hatırlıyoruzdur: Büyücüler veya cadılar yapacakları büyülerde bâkire veya “genç kız” kanı kullanır, zira “temiz”, hayat, güzellik ve de gençlik dolu olan kan budur. Bu kitaplarda veya filmlerde bir erkeğe bir kadın vaat edileceği zaman -bu her ne demekse- bu kadın her zaman genç ve henüz hiç kimseyle birlikte olmamış bir kadın olmak zorundadır. Mitolojide de Medusa bu şekilde kendisini Tanrıça Athena’nın tapınağına adamış ve bekâret yemini etmiş çok güzel bir kadın olarak yerini alıyor. Tabii Medusa çok güzel olduğundan, Athena’nın eşi Poseidon’un dikkatini çekiyor.

Bu durumda Athena’nın öfkesinin hedefi tabii ki Poseidon değil, Medusa oluyor. “Erkekler zaten zayıf yaratıklar, dolayısıyla kolaylıkla aldanabilirler. Bu yüzden bu tarz durumlarda her daim kadın suçludur çünkü baştan çıkaran odur” şeklinde özetlenebilecek düşünce yapısının yansımalarını hâlen sık sık duyduğumuz günümüzde, bu “ayrıntı” çok tanıdık gelebilir. Poseidon, Medusa’yı “beğenmekle” kalmayıp ona tecavüz ediyor ve Medusa’nın “saflığı” bozulmuş oluyor. Bunun üzerine Medusa o en çok bildiğimiz hâline Athena tarafından dönüştürülüyor: Medusa’nın saç tutamları birer yılan hâline geliyor ve Medusa kendisine bakan her erkeği taşa çeviriyor. Yılan figürünü filmimizde de çok görüyoruz, öyle ki kaçırılacak bir ayrıntı değil. Yılan dediğimizde akla ilk olarak Havva’yı o yasak elmayı yemeye teşvik eden canlı geliyor, dolayısıyla da günahlar, zevkler ve dünyevi olan diğer her şey… Sonuç olarak Medusa bu hikâyede bütünüyle mağdur olmasına rağmen cezalandırılan tek kişi oluyor ve sonsuza dek lanetleniyor.

Cehennem Başkalarıdır [1]

Filmde gördüğümüz genç kadınlarsa maalesef beyinleri yıkanmış bir grup mağdur insandan ötesi değil. Kendilerine başlarına gelen her kötü olayı ve içlerindeki her dürtüyü bastırmaları, bunun Tanrı’nın yolu olduğu söylenmiş. Bu kadınlar filmin en başında kendileriyle ve hayatlarıyla inanılmaz barışık görünmekte ve yaptıklarıyla fazlasıyla gurur duymaktadırlar. Nihai amaçları toplumdaki “sapkın” kadınları bulup adaleti kendi elleriyle sağlamaktır, tıpkı Athena’nın çarpık adaleti gibi. Onlara göre, hava karardıktan sonra bir kadın tek başına yürümemeli, cinselliğini yaşamamalı, eğlenmemelidir. Bunun aksi yönde hareket eden her kadınsa bu grubun gazabına uğramaya mahkûmdur.

Filmde ötekileştirme kavramına çok yoğun vurgu yapılmış. İnsanın yapmak isteyip de yapamadığı şeyleri yapabilme ayrıcalığına sahip olan bir grup varsa, o insan/lar bu grubu ister istemez düşman olarak beller, hele de bu insanları sürekli olarak manipüle eden birileri varsa. Ötekileştirmek de çok kolaydır zira “ya biz ya onlar” zihniyeti insanları bölüyormuş gibi görünse de aslında belli kesimden insanları bir araya toplar ve bir aidiyet duygusu verir. Bir gruba ait olmak ve birlikte bir şeyleri değiştirmeye çalışmak kulağa özellikle de gençseniz oldukça güzel geliyor. Zira özellikle genç yaşlarda insanın toplumda korunduğu, bir ailesinin olduğu hissiyatı insanın sahip olabileceği en güzel şeylerden bir tanesi. Bunu bilen ve gençleri bu şekilde yönlendirmek isteyen insanlar da tabii ki insanın bu “ait olma” ihtiyacını kötüye kullanıyorlar.

Filmde şiddet uygulayan ve korku saçan grup Tanrı’nın yolundaki kızların grubu olmasına rağmen, onların da kendi içlerinde sürekli olarak, saldırdıkları insanlardan korkmaları çok ilginç. Topluma huzur getirdiklerini düşünerek bu saldırıları gerçekleştiren kadınlar, saldırdıkları insanların sahip olduğu özgürlükten korkuyorlar ve bunu ne görmek ne de duymak istiyorlar. Bunun sebebinin de bu kadınların aslında, duydukları şeylerden etkilenmekten çok korkmaları olduğunu biliyoruz. Bunlara ek olarak, kadınlar bu saldırıları tek tip maskeleri takarak gerçekleştiriyorlar. Bu maskeler onların “bir”liğine atıfta bulunuyor ve böylece saldırıya uğrayan her kadın aslında tamamen duygusuz ve insani hiçbir yönü bulunmayan birer maske tarafından taciz edilmiş oluyor.

Bu durum onların kurban oluşuna ve saldırıyı gerçekleştiren grubun yanında ne kadar aciz kaldıklarına vurgu yapıyor. Buna ek olarak, saldırgan gruptaki kızların her birinin benzer şekilde yürümesi, hepsinin saçlarını düzleştirmesi, aynı tipte makyaj uygulamaları yine bu “tek tipleştirme” arzusu ve çabasının bir örneği. Öyle ki filmin ana karakteri Mariana (Mari Oliveira) bütün bu baskıdan özgürleştikçe saçlarını düzleştirmeyi bırakıyor ve zamanla onun doğal, kıvırcık saçlarıyla tanışıyoruz. Bu “düzleştirme” eylemi filmde neredeyse direkt anlamıyla kullanılmış: Din filmde farklı şekillere sahip olan karakterleri alıp tamamen aynı hâle gelinceye kadar törpüleyerek artık doğru düşünemeyen insanlar yaratmak amacıyla, kötüye kullanılmış.

Şarkılar Çığlığa Dönüştüğü Zaman

Filmdeki denge, bir gün Mariana’nın saldırıya uğramasıyla ve yüzünden yaralanmasıyla bozuluyor. Böylece etrafındaki insanların ve de patronunun, dolayısıyla da tüm bu sözde “Tanrı’nın yolu”ndaki insanların ne derece yüzeysel ve dışlayıcı olduğunu fark eden Mariana yavaş yavaş çevresinden kopmaya başlıyor. Yeni iş yerindeki çalışma arkadaşıyla, duyguları ve arzularının önüne hiç set çekmeden birlikte oluyor ve böylece etrafında uzun zamandır örmekte olduğu kırılgan çerçeve bütünüyle kırılıyor. Mariana’daki değişimlerden elbette onun en yakın arkadaşı Michelle (Lara Tremouroux) de nasibini alıyor. Bu iki kadınla birlikte başlayan çığlıklar git gide büyüyerek tüm grubu etkisi altına alıyor ve akabinde daha büyük bir harekete ve özgürleşmeye yol açıyor.

Topluma huzursuzluk, ayrışma ve şiddet getiren grubun nasıl dünya üzerindeki düzeni ve herkesin iyiliğini sağlamak için uğraştığını pek çok kez gerçek hayatta da duyduk. Etrafındakiler için neyin daha iyi olduğunu bildiğini iddia edip bu yönde baskı uygulayan herhangi bir kimsenin veya grubun, zaman çizelgesinin geneline baktığımızda zorba olarak adlandırılması ve çabalarının er ya da geç sonuçsuz kalması kaçınılmaz. Film tüm süresi boyunca cehaletin ve manipülasyonun şiddeti karşısında afallatsa da bu şekilde pozitif ve özgürleştiren bir tonlamayla bitiyor. Oldukça canlı bir renk paletine sahip olan film akıllarda pek çok şeyi aynı anda harekete geçirmeyi amaçlıyor ve bunu fazlasıyla başarıyor. Üzerimize geçirdiğimiz rollerin yalnızca birer maske olduğuna ve bunların suyla akıp gittiğine, sonrasında ise kendimizle baş başa kaldığımız gerçeğine sıklıkla vurgu yapan Medusa, festivalin izlenmeye değer filmlerinden.

Ece Mercan Yüksel


[1] Jean-Paul Sartre’ın Huis clos (Kapalı Oturum) oyununda Garcin karakterinin söylediği, sonrasında çok ünlenen bir cümle. Orijinali: “L’enfer, c’est les Autres.” (Gallimard, 2000, s. 93).

Bir Cevap Yazın