BENEDICTION: Dolabımda En Ulaşılamayacak Yere Keder Koyuyorum

Terence Davies’in gerçekliğin kademeli boyutlarına odaklanan son filmi Benediction (Kutsama, 2021), bedeni çevreleyen ve onu değiştiren tüm unsurları kendi eleğinden geçiriyor. Zamanın ağırlığını değişen bedenler üzerinden gösteren film, 41. İstanbul Film Festivali’nde beklenmedik dramatik dinamiğiyle dikkatleri üzerine çekti. Onu beklenmedik kılan ise soyut olan zamanı bedenin nesnesi haline getirerek maddeleştirmesi ve bunu yaparken hikâyesini iki parçaya bölmesi. Duygusal olarak şiddetin birçok yanına denk geldiğimiz Benediction, geçmişin eylemlerini öznelerin anılarında biriktirerek onları o kısıtlı alanda devindiriyor. Onun bu özelliği öznelerin anılarını bağımsız olmaktan kurtarırken yine aynı özneler aracılığıyla, seyirciyi anıların ağırlığını sorgulamaya yöneltiyor. Bu da filme psikolojik olarak bir derinlik katarak, ikiye bölünen hikâyesinin sırıtmasını engelliyor. En sonunda kucağınıza taşıması en güç, ağırlığı ölüm gibi olan bir külçe bırakıyor. Sanatsal ve estetik açıdan da oldukça doyurucu bir yapıya sahip olan film, şair Siegfried Sassoon‘u merkezine almış. 

Jeremy Irvine & Jack Lowden

Duvarların Üzerine Sinmiş Lirik Tıngırtılar 

Bir noktada biyografi filmi olarak değerlendirilebilecek Benediction, klasik özyaşamöyküsü anlatılarından farklı yaklaşımlarıyla kendini biyografi türünün ara kategorisine yerleştiriyor. Biyografi türünün sağlamış olduğu gündelik yaşantın kırıntılarını oldukça lirik dokunuşlarla kendi tarzında bir kurguya dönüştüren yönetmen Davies, Birinci Dünya Savaşı’nı sırtlayarak genelden özele doğru, dalgalanmadan iniş yapabilen bir yapım ortaya koyuyor. Benediction, baştan sona tahmin edilebilir olasılıklarla etrafını çevreleyen bir ağırlık tarafından yönlendiriliyor,  ne var ki olasılıkların neredeyse sonsuz sayıda olması, bir bakıma tüm anlatıyı tahmin edilemez bir konuma yerleştiriyor. Film, biçimi reddettiği için hikâyesinin kompozisyonunu sonuna değin kemirerek tüketmeye çalışıyor. Bu da onun estetik yargılardan tamamen soyunduğunun bir göstergesi. Filmin ikinci yarısı boyunca akıldan bir türlü çıkmayan bir düşünceye genç Siegfried Sassoon (Jack Lowden) üzerinden tanık oluyoruz. Film boyunca bu düşünce akıldan çıkmıyor, öte yandan ona bir türlü şekil de verilemiyor. Bu açıdan hikâye, yapısı gereği Stephen Tennant (Calam Lynch), Glen Byam Shaw (Tom Blyth), Ivor Novello (Jeremy Irvine) ve hatta Hester Gatty’i (Kate Phillips) sonuna değin kullanmaktan hiç çekinmiyor. 

Kate Phillips & Jack Lowden

Bedeli Ödenen Bir Hayattan Kurtuluş Dilenmek

Belli belirsiz bir fedakarlığın her bir karakter üzerinden çarpıcı bir şekilde sunulması, en azından filmin bir noktasına dek fark edilebilir tonda değil. Olayların akışının belli bir rotadan kayıp başka rotalarda kendisini bulması karakterler için olduğu kadar izleyici için de şaşırtıcı bir temel oluşturuyor. Benediction çekim noktasını tam da buradan alıyor: Bilinmedik ve belirsiz aksiyon geçişleri ruhsal olarak izleyicinin atmosferini dolduruyor. Kendi kurtuluşunu arayan her birey seçtiği yolda kurtuluşlarını kutlarken zamanla elde ettikleri sonuçlar kendilerini tatmin etmemeye başlıyor. Karakterlerin sergiledikleri her özne bir diğerinin öznesine doğrudan etki ederken filmdeki karakterler bu kullanılış biçimleriyle Charles Dickens karakterlerini anımsatıyor. Bu haliyle filmde sadece bir karakterin ana karakter olduğunu söyleyebilmek güç. Öte yandan birçok karakterin anlatıda sahip olduğu potansiyel varoluş gücü onları ara veyahut arka değil de ön planda saymak için yeterli. Terence Davies’in Benediction için seçmiş olduğu oyuncular da dikkat çekici. Filmdeki her karakterin birbirine asla benzemeyen hatta teğet bile geçmeyen yanları mevcut ve bu karakterler sahip oldukları fizyolojik özelliklerle de doğru orantılı bir yansıma ortaya koyuyor. 

Calam Lynch, Peter Capaldi

Huzursuz Bir Melankoli

Sonsuzluğa doğru bakan genç birinin yaşlı portresini Siegfried Sassoon karakteri aracılığıyla inceleyebilmemiz filmdeki en büyük ağırlık noktasını oluşturuyor. Anlatıdaki zamansal bükülme ise yine karakter merkezli ilerliyor. Bunu takiben Benediction filminin “karakter” odaklı bir anlatım biçimine sahip olduğunu söylemek yanlış olmaz. “Cesaret” ve “inanç” yaklaşımlarının birleşimini kullanan Davies, anlaşılabilir olan ile anlaşılmayan ölümün ağırlığını kademeli bir şekilde filmin anlatısına yediriyor. Arşiv görüntü kayıtlarıyla hakikatin anlamını sorgulayan yönetmen, filmin ilk yarısı bitene kadar belgeselci ve gözlemci tutumundan ödün vermiyor. İkinci yarıda ise bir nevi kapalı röntgenci anlatım sistemiyle yaklaştığı konuların teması zamansal açıdan kendisini askıya alıyor. Zamanın bu şekilde askıda kalışı filmin ikinci yarısını teknik anlatıdan uzaklaştırıyor ve duygusal yansımaları doruğa çıkarmak üzere yola koyuluyor. Hem toplumsal hem de bireysel olarak vuku bulan tüm eylemler, bedenleri kendilerine bir araç seçerken zamanın getirmiş olduğu yıpranmışlığı da yine bedenler üzerinden sergilemekten kaçınmıyor. 

Julian Sands

Bedenin yenik düşüşü, askıda kalmış zamanı çoktan tüketmiş bir halde hazırda beklerken potansiyel durumun karakterler tarafından fark edilmiş olması ve onların yorumlanış biçimi farkındalığın hakikatini sert biçimde vurgular nitelikte. Bu anlamda Terence Davies, anlatıma çift taraflı boyut ekliyor. Bunların ilki “yaşanmış” bir hikâyeyi kurgulamasıyla ortaya çıkıyor. Bunu yapmakla yetinmeyip, bu kurguyu da ilk etapta ikiye bölüyor. Böylece filmin ilk bölümünde olayları genel çerçeveden izlemeye kendimizi kaptırırken, ikinci yarıda Davies’in merceğini iyice daraltmasıyla olaylara genel çerçeveden bakamaz hale geliyoruz. Bu da boyutlar üzerinde ilerledikçe geriye adım atmanın mümkün olmadığını gösteriyor, tıpkı karakterlerin de bir karar verdikten sonra hayatlarının ardına bakıp geçmiş tercihlere şekil verememesi gibi. Filmdeki bu teorik ve pratik oynama biçimi birbiriyle oldukça orantılı bir şekilde şekilleniyor. 

Jack Lowden

Kültürel Figürler Sahnesi

Sadece dönemin edebiyat dünyasına değil aynı zamanda sahne sanatları dünyasına da göz atan Benediction, türler arası kovalamaca oynayan bir film. Tıpkı anlatısındaki zamanı yakalamanın zorluğu gibi, bu türler arası geçişin durak noktalarını yakalamak da hayli güç. Öte yandan filmdeki gizli zaman her daim şimdiki zamanın görünmez bir gölgesi olarak varlığını tattırıyor. Yıllara yayılan anlatım biçimi hiç beklenilmeyen noktalarda konumlanarak sevginin hallerini sorgulatıyor. Bedenlere yönelik olan zaman sevgisizliğinin ardında yatan zamanın doyumsuz hızı, bedenle beraber giderek çürümeye devam eden yaşamların da yorgun birer portresini yansıtıyor. Bedenin, kendisine verilen malzemeden daha öteye gidip kendini yenileyemediği noktada “pişmanlık” durumu “sevgi” konusunda sorgulayıcı sorular doğuruyor. Bir noktada film, elde “artık zaman” bulunsaydı durumların başka yönde evrilebileceği olasılığının var olduğuna yönelik kendi sesini duyurmaya çalışıyor. Bu da hayatın genel portresine yönelik bir yansıma olduğundan Benediction’ı izlerken kendinizden parçalar bulmanız mümkün. Filmin aynı türdeki diğer filmlerden farkı alışıldık biyografi türünde ilerlemiyor olması. Zamanın amansız (bağışlamayan) oluşuna ve hızlı geçişine dair taze bir tanıklık vaat eden Benediction, başlangıçtan beri keşfedilmiş olan zamanın peşinde. 

Burcu Meltem Tohum

Bir Cevap Yazın