76. Cannes Film Festivali’nin ilk gün programında yer alan Jacques Rivette’in 1969 yapımı filmi L’amour fou (Çılgın Aşk), Paris’in belli bir dönemini yansıtırken aynı zamanda izleyiciyi duyguların uç noktalarında uzun soluklu bir gezintiye çıkarıyor. Yönetmenin daha çok Out 1, noli me tangere (1971) ve Out 1: Spectre (1972) filmlerinin başlangıç noktasını oluşturan L’amour fou, tiyatronun sinema karesinin dışına taşmak istediği bir film. Tamamı siyah-beyaz çekilen yapım günümüze gelene kadar büyük hasarlara uğramış ancak Cannes’ın yeni restorasyonlu haliyle sunduğu format filmi rahatlıkla izlenilebilir kılıyor. Buna rağmen filmin belli kısımları kurtarılabilmiş değil. Başrollerinde Bulle Ogier (Claire) ve Jean-Pierre Kalfon’un (Sébastien / Pyrrhus) yer aldığı filmin süresi tam 252 dakika. Festivalin Claude Debussy sahnesinde izlediğimiz filmin senaryo koltuğunda ise Jacques Rivette’in dışında Jean-Luc Godard’ın filmlerinde teknik kategoride yer alan Marilù Parolini bulunuyor.

Spontane Sevginin Kırılgan Duvarları
Duygusal anlamda oldukça yıkıcı bir ilişkinin perdelerini aralayan L’amour fou, aynı şiddetli kırılganlığı film boyunca yan anlatı olarak beslendiği Jean Racine’in (1639-1699) Andromaque oyunundan alıyor. Psikodram kategorisine rahatlıkla yerleştirebileceğimiz film, yer yer birbiriyle örtüşmeyen karelerin de ağırlığını taşıyor. Bu durumun sebebi daha çok yapımın günümüze ulaşmayan parçalarında yatıyor. Filmi kendi içerisinde birkaç bölüme ayıracak olursak, kendini son bölümlere doğru (özellikle son 2 saat) giderek açtığını söyleyebiliriz. Bu şekilde L’amour fou’nun kavram olarak (çılgın / sonsuz aşk) öne çıkışını tam olarak hissetmek mümkün olabiliyor.

Filmde her ne kadar anlatı iskeletinin büyük bir kısmını karşılasa da, uzun uzun provası yapılan tiyatro oyunu hiçbir zaman gerçekleşmeyecek bir prodüksiyon harikası olarak film boyunca havada asılı kalıyor. Karakterler arasında büyük öneme sahip olan bu tiyatro oyunun hiçbir zaman oynanmayacak olması, Claire ile Sébastien’in ilişkisine dair birçok ipucu veriyor. Jacques Rivette, bu şekilde aynı anda iki farklı anlatı yansımasını iç içe geçiriyor. Claire’in filmdeki ruh hali ise zaman zaman Andrzej Żuławski’nin Possession (1981) filmindeki Helen/Anna (Isabelle Adjani) karakterini anımsatıyor. Film boyunca karakterlerin aynı düzlemde iki farklı hayat yapısını yansıtması ise karakterler arası angoisse (iç sıkıntısı) durumuna işaret ediyor.

Kara Tahta Üzerindeki Çivilerin Sökülmesi
“Çıldırma” ve “Halüsinasyon”ların sıklıkla yer aldığı Jean Racine’in Andromaque oyununun filmin içinde bir nesne olarak kullanılması karakterler arasında bastırılmış sevginin de şiddetli dışavurumunun kompozisyonunu çiziyor. Kesinlikle yönetmenin bilinçli tercihi olan Andromaque oyununun parçalarını belli bir ritim halinde film boyunca tekrar tekrar duyuyoruz. Klasik bir trajediden ziyade drama hizmet eden L’amour fou, Jacques Rivette’in kendi tarzında yazdığı bir nevi Andromaque oyunu. Filmin anlatısının ön plana çıkması ve dekor-kostüm ikilisi üzerine çok durulmaması ise yine Jean Racine’in oyunlarındaki pürüzsüz, sade anlatı yapısını karşılıyor. Buna ek olarak film boyunca Racine’in oyunundan belli kısımların aynı anda farklı kareler etrafında dile getirilmesi ise filmin içinde var olan ikili anlatı yapısını bir kez daha katlandırıyor. Bu şekilde gerçeklik ile halüsinasyon durumu etrafında dönen olaylar kendi içlerinde belli bir uyumu yakalayabilmiş oluyor. Nasıl ki Racine’in oyununda Hermione‘nin Pyrrhus‘a karşı hislerinin aşk ve nefret arasında gidiyor olması oldukça açık bir şekilde anlatılır, aynı şekilde Jacques Rivette de bunu 1969 Paris’inde canlandırmak istemiş.

Bir Ekinoks Gelgiti
Klasik tiyatro geleneğine verdiği referanslarla sadık kalan ancak klasisizmi modern anlatıya başarılı bir şekilde yediren Jacques Rivette, zamanın aynasını geçmişin tozları aracılığıyla izleyiciye doğru yansıtıyor. Bu da ona kendi çağdaş tiyatrosunu sinema aracılığıyla yapma izni veriyor. Görev bilinci ile aklın duygulara esir düşüşünü şiirsel bir yan ile yansıtan yönetmen, tutkulara dair bir anti-kod yaratıyor. Bu da filmde karakterler arası duygu durumuna limon sıkmak gibi biraz, ne var ki jansenist Racine, bu açıdan gurur duyardı Rivette ile. Nefret edilmenin ve gaddarlığın en naif ve tutkulu yanını büyüleyici bir şekilde göstermeye çalışan yönetmenin bu az bilinen klasik yapıtı, 76. Cannes Film Festivali’nin Claude Debussy salonunda Rivette severlerin kalbinde bir kez daha yer tuttu.
