Dial M for Movie’deki bir önceki Fassbinder yazısı olan Altı Kişilik Bir Oda Draması: PETRA VON KANT’IN ACI GÖZYAŞLARI‘nda Fassbinder’ın kişiliğine, sinemasının ayrıldığı dönemlere ve Yeni Alman Sineması’na olan etkilerine değinmiştik. Bu yazıda ise Rainer Werner Fassbinder’in Petra Von Kant’ın Acı Gözyaşları filminde de açıkça görebildiğimiz sadomazoşist yanına ve tanığı olduğu Alman tarihini bir kadının özel hayatı çerçevesinde aktarışına değineceğiz.


Die Ehe der Maria Braun yani Maria Braun’un Evliliği, 1979 yılına ait olmakla beraber, 2. Dünya Savaşı sonrasında dul kalan bir kadını merkezine alıyor. Filmde, yönetmenin diğer filmlerinde de sık sık gördüğümüz Hanna Schygulla başrolde. Daha önceki yazımızda Fassbinder’in sürekli olarak aynı kişilerle çalışmayı tercih ettiğini, kendine ait bir “aile”sinin olduğunu ve bu aile içerisinde pek çok yönden psikolojik şiddetin mevcut bulunduğunu söylemiştik. Hanna Schygulla da bu aileden olmasına rağmen, bir çeşit “hayatta kalan” kişi rolünü üstlenmiş durumda. Öyle ki Fassbinder’in çemberinden olabildiğince sağlıklı çıkabilen birkaç kişiden biri olma özelliğine sahip.

Filmlerinde evlilikteki ve sosyal hayatın içindeki faşizmi ekrana taşıyan Fassbinder genelde ırkçılık konularına değinmesiyle de biliniyor. Bu filmde Amerikan askeri rolünde pek çok siyahi kişiyi görebiliyoruz. Filmde tarih olgusunun üzerine ekstra bir ağırlık konulmamış olmasına rağmen, bir kadının hayatının tanık olduğumuz belli bölümleriyle, aynı zamanda Almanya’nın tarihine de tanıklık etmiş oluyoruz.
Küllerinden Doğan Bir Ülke
Film çok etkileyici bir şekilde açılıyor. Devrilen Hitler simgesi, yıkık dökük bir Almanya ve bu bitiklik içerisinde hayatta kalmaya devam eden insanlar… Evlilik törenine tanık olduğumuz Braun çifti, patlamalar arasında imzalarını atmaya çalışıyor. Daha sonradan film boyunca savaşın yıkıntılarına, delik deşik binalara dönmeyi sürdürüyoruz. Dahası, hayatına tanık olduğumuz aile aynı bu şekilde, duvarları deliklerle dolu bir binada yaşıyor. Binalar ve boşlukları aile bireylerinin hayatlarındaki geriye döndürülemez boşluğu ve hasarı simgeliyor adeta.


Kocası savaşta olan Maria Braun (Hanna Schygulla), annesi (Gisela Uhlen) ve büyükbabasıyla (Anton Schiersner) yokluk içerisinde yaşıyor. Tek bir sigara izmaritinin bile üzerine çullanan onlarca kişinin var olduğu korkunç bir ekonomik sıkıntı mevcut. Öyle bir sıkıntı ki bu sıkıntıyı yaşamakta olan insanların savaştan önceki hallerine çok uzak olduğunu, tüm ilişkilerin derinden sarsıldığını ve artık hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını anlıyoruz. Savaş bu ülkenin üzerinden tıpkı bir tren gibi, öyle hızlı ve şiddetli geçiyor ki, nesiller boyu sürecek bir değişim, bir ruhsal çöküntü yaşanıyor ve bu çöküntü, filmdeki tek gerçek olarak ağırlığını koyuyor.

Maria Braun tıpkı ülkedeki herkes gibi hayatta kalmak zorunda. Yaşamaya devam etmek isteniyorsa eğer, duyguları açıkça yaşamaya yer yok.

Savaştan dönmeyen eşini sık sık aramaya çıkıyor Maria Braun, sırtında eşinin adının yazdığı bir kartonla. Ancak eşinin dönmeyeceği anlaşılıyor. Maria Braun tıpkı ülkedeki herkes gibi hayatta kalmak zorunda. Yaşamaya devam etmek isteniyorsa eğer, duyguları açıkça yaşamaya yer yok. Böylelikle Braun yalnızca Amerikalı askerlerin gidebileceği bir barda çalışmaya başlıyor. Orada tanıştığı biri olan Bill (George Eagles) ile Maria arasında bir ilişki yeşeriyor. Her şey güzel ve hatta sempatik denebilecek bir biçimde ilerlerken, çiftin yatak odasında (veya aslen karı-kocanın olan yatak odasında) bir anda Hermann Braun (Klaus Löwitsch) beliriyor.


Buradaki vurucu kısım Maria’nın hiçbir şekilde mahcup hissetmeden aşırı bir sevinçle sevgilisini bırakıp direkt kocasının kollarına koşması… Buradan rahatlıkla anlayabileceğimiz üzere, Maria için önemli olan tek şey eşi; birlikte olduğu diğer erkekler onun birer oyuncağı olmaktan öteye gidemiyor. Hatta filmin ileriki safhalarında bu ilişkiler Maria’nın adeta bir sadist rolü üstleneceği ilişkilere dönüşüyor. Bu soğukluk ve donukluk Maria’yı film boyunca, eşiyle etkileşimdeyken bile bırakmıyor yine de.

En Derin İçgüdü: Hayatta Kalmak
Sevgilisinin başına vurmak suretiyle istemeden de olsa onu öldüren Maria bu suçtan hüküm giymiyor çünkü onun yerine bu hükmü kocası Hermann giyiyor. Hapishane sahnelerinde sık sık gördüğümüz üzere iki tarafın da aslında bir şekilde teller veya parmaklıklar ardında gösterilmesi, kişi içeride de dışarıda da olsa onun bir şekilde hayatın mahkûmu olduğu gerçeğinin altını çiziyor. Maria eşine bağlı, ancak yükselmek istiyor. Dışarıda hayatın sürekli değişen akışına ve o akıştaki yükselişine rağmen Maria’nın sürekli olarak döndüğü bu ziyaretçi sandalyeleri ve hayatta kalmak için yaptığı şeyler onun kendi zincirlerine delalet ediyor.

Maria’nın iş adamı Karl Oswald (Ivan Desny) ile tanışıp iş hayatında yükselmesi, Almanya’daki ekonomik patlamayla paralel gidiyor. Pahalı yemekler, kürkler ve hediyelerden anladığımız bu değişim ülkenin durumunu da gösteriyor. Maria kocasını her ziyarete gittiğinde ona ilişkilerini anlatmaktan çekinmiyor. Katı bir dürüstlük ve acı çektirmekten çekinmemesiyle filmdeki sadist olgunun güçlendiğini görüyoruz. Filmde kendisi de küçük bir role sahip olan Fassbinder’in gerçek hayattaki kimliği burada devreye giriyor.


Hayatında geri dönüp durduğu tek kişi kocası olmasına rağmen, ona bile düzgün bir sevgi vermekten aciz veya aslında ona kasıtlı olarak bu sevgiyi vermeyen, bütünüyle kendi kazanımlarına odaklı, gaddar bile diyebileceğimiz bir kadın görüyoruz filmde. Bu da savaş sonrası Alman insanının genel duygusunu çok iyi yansıtan bir olgu.

Katılığını Oswald ile olan ilişkisinde de gösteren Maria, bütünüyle materyalist bir kişilik sergiliyor. Asla sevgi vermiyor, para kazanıyor ve hayatındaki erkeklerle cinsel ilişki kurmaktan, kendisine tapılmasından büyük keyif alıyor. Hayatında geri dönüp durduğu tek kişi kocası olmasına rağmen, ona bile düzgün bir sevgi vermekten aciz veya aslında ona kasıtlı olarak bu sevgiyi vermeyen, bütünüyle kendi kazanımlarına odaklı, gaddar bile diyebileceğimiz bir kadın görüyoruz filmde. Bu da savaş sonrası Alman insanının genel duygusunu çok iyi yansıtan bir olgu. Hem Birinci Dünya Savaşı hem de İkinci Dünya Savaşı gibi yıkım dolu ve korkunç tarihi olaylara tanık olmuş, yorgun, bitkin ve psikolojisi bütünüyle parçalanmış bir Alman milletinin yalnızca tek bir üyesi, tek bir örneği Maria.

Bir Auteur Olarak Fassbinder
Maria’dan istediği sevgiyi asla bulamayan Oswald, belki hem yaşının hem de duygusal olarak sürekli hırpalanmasının getirdiği bir etkiyle ölüyor. Hapisten çıkmasına rağmen Maria’yı terk edip Kanada’ya giden Hermann bu esnada Maria’ya her ay bir gül yolluyor. Oswald’ın ölümüyle Almanya’ya geri dönen Hermann’ın tıpkı Maria gibi zenginleştiğini görüyoruz. Ancak istediği her basamağı tırmanmayı başarmış olan Maria, kocasının yokluğunda tutunduğu herkesin ortadan kalkmış olmasından, çok zengin ve hatta kocasına kavuşmuş olmaktan ötürü mutluluk duymaktan aciz.

İstediği yere ulaşmadaki çabası ve bunu gerektiren duygusuzluk öyle çok işlemiş ki kanına, gerçekten istediği şeye ulaştığında, bunun mutluluğunu yaşamaktan mahrum kalıyor.
İstediği yere ulaşmadaki çabası ve bunu gerektiren duygusuzluk öyle çok işlemiş ki kanına, gerçekten istediği şeye ulaştığında, bunun mutluluğunu yaşamaktan mahrum kalıyor. Durum böyle olunca Maria çareyi evi ateşe vermekte ve hem eşini hem kendini hem de yarattığı bu evi yok etmekte buluyor. Ocağın açıldığı sahne tıpkı masanın altındaki bir bombaymış gibi “suspense” yaratıyor. En sonunda da kaçınılmaz olarak hem Maria hem de Hermann yok oluyorlar. Hiçlikten gelip, her şeye ulaşmak ve akabinde yine gelen hiçlik… Film daha sonra birçok siyasetçinin negatifinin gösterilmesiyle son buluyor, verilmek istenen mesajı pekiştirircesine.

Fassbinder’in BRD üçlemesinin (Batı Almanya anlamında kullanılan Bundesrepublik Deutschland’ın kısaltması) ilk filmi olan Maria Braun’un Evliliği gerçekten de izlenmeye değer, çağını ve çağının insanlarını çok iyi yansıtan bir film. Karakter olarak yönetmenin kendisini destekliyor olmasak da yapıtlarında vermek istediği şeyi çok iyi verdiği ve sinema anlamında derin katkılarda bulunduğu aşikâr. İkinci Dünya Savaşı’nın bittiği yıl doğan Fassbinder kuşkusuz savaşın etkilerini ve yıkıntılarını biliyor ve hatta bu etkinin yalnızca savaşa giden nesli değil, sonraki nesilleri de etkilediğinin gayet farkında. Kendi hayatındaki sansasyonlar kenara bırakılacak olursa, Fassbinder’in diyeceği kesinlikle çok şey var. Bunları dinlemek de seneler sonrasında bambaşka bir dünyada yaşamakta olan biz sonraki nesillere kalıyor.

Fassbinder filmleriyle bir ev yapmak istediğini söylüyor. Genç yaşında öldüğünde o ev muhtemelen tamamlanmamıştı ama seneler boyunca sinemaseverlere bu evin pek çok bölümünün açıldığını söyleyebiliriz. Öyle ki her filmi izleyiciye bir şekilde yönetmenin diyeceklerinin burada bitmediğini hissettiriyor. Diğer filmlerini izledikçe yönetmenin yaratmak istediği bu evin bir odasından diğer odasına geçer gibi bambaşka duvarlar ve yapılarla karşılaştığımızı ancak yine de dışarıdan bakınca tüm bu farklı renklerin tek bir bütün oluşturduğunu görüyoruz. Bu da onun bir auteur olduğu, filmlerinin pek çok açıdan onun hayatını yansıttığı ve dahası onun hayatıyla şekillendiği gerçeğini pekiştiriyor.