THE SERVANT: Ezber Bozan Bir Efendi-Köle İlişkisi

The Servant, veya Türkçe’ye çevrilmiş haliyle Genç Hizmetçiler, 1963 yapımı bir Joseph Losey filmi. Film, yönetmeni dışında bütünüyle bir İngiliz filmi olma özelliği taşıyor. Joseph Losey, 1950’lerde Amerika’da oldukça yaygın olan komünist cadı avında adı kara listeye alınan yönetmenlerden. Bu sebepten birçok yönetmen gibi o da ülke değiştiriyor ve İngiltere’ye taşınıyor. Burada birçok film ortaya koyan Losey, The Servant’ı yine aynı şekilde İngiltere’de çekiyor ve ortaya adeta bir başyapıt çıkıyor.

Film, çekim teknikleriyle sık sık gerçeklikle oynuyor gibi görünüyor. Evin içindeki merdivenlerle kuvvetlendirilen sarmal ve döngü hissiyatı, ayna yansımaları, karakterlerin kendilerine baktığı aynanın bombeli olması ve oranları bozulan yüzler, bakışlar, ev içerisinde kapatılmış hissi veren gölgeler insanın algısını kesinlikle değiştiren türden. Ev bu şekilde bütünüyle bir karakter kazanmasa da – Polanski’nin Apartman Üçlemesi’ndeki gibi- içindeki deliliği aktarış tarzı ile Polanski’nin Repulsion’ını çağrıştırıyor. Ana karakterler tıpkı Repulsion’ın Carol’ı gibi aynada bozulan tuhaf yüzlerine bakıyorlar ve her şey canavarsı bir hal alırken, insani durumlar ortadan kalkıyor. İnsanın iç ve dış bütünlüğünün bozulmasının yanı sıra, bu bozulan görüntüler biraz da filmin ana karakteri Tony’nin (James Fox) daimi alkolikliğinin bir etkisi gibi görünüyor. Ev tıpkı onun gördüğü gibi, içinden çıkılmaz, bozuk, baş döndüren ve karamsar bir yer halini alıyor.

Değişen İlişki Dinamikleri ve Karakter Olgusu

Her şeyin olması gerektiği gibi gitmeyeceğini aslında filmin daha en başından anlayabiliyoruz. İşine verdiği önemle saat tam üçte olması gerektiği yerde olan yeni çalışan adayı Barrett (Dirk Bogarde) müstakbel işverenini uyuyakalmış bir halde buluyor. Dahası, bunun patronun öğle yemeğinde çok kaçırdığı alkolden olduğunu anlıyoruz. Görünüşe göre burada ilk kırılma yaşanıyor çünkü bir efendi ve çalışan arasında var olması gereken ilk şey yani saygı daha inşa edilemeden yok olmuşa benziyor.

Filmde gerginlik, Barrett’ın işiyle yakından ilgilenen, kendi prensipleri olan bir uşak olması nedeniyle Tony’nin nişanlısı Susan’ın (Wendy Craig) sinirini bozması sonucu tırmanmaya başlıyor. Film boyunca sıkıntılı dakikaların etkisi çoğunlukla uzatılmış sahnelerle, yoğun sessizlikle veya sinir bozucu seslerin varlığıyla -mesela damlayan musluk- arttırılıyor. Susan ile Barrett arasındaki gerginlik gittikçe bir sürtüşme ve rekabet halini alıyor. Tony ise güçlü bir karakter olmadığının kanıtı olarak, bu ikilinin arasında beceriksizce hayatını idame ettirmeye çalışıyor. Susan, Tony’nin sevdiği kadın, ancak Barrett’ın meslekteki kabiliyeti ve Tony’ye sunduğu şeylerle pek de boy ölçüşemeyecek gibi görünüyor.

Burada kişisel olarak Tony ile Barrett arasında homoerotik bir ilişkinin varlığını hissettiğimi eklemeliyim. Tıpkı pek çok filmde olduğu gibi üstü kapalı bir şekilde, sadece alt metinde veriliyor olsa da varlığından bahsetmek mümkün. Zira ortada birbirine sıkıca kenetlenmiş, birbirinden vazgeçilemeyen bir ilişki var her ne kadar toksik olsa da.

Cinsellik Algısı Üzerinden Sınıf Farklılığı

Evdeki dengeler Barrett’ın eve çalışması için “kız kardeş”ini getirmesiyle değişiyor. Telefon kulübesindeki konuşmadan anlıyoruz ki bu ikili ağabey-kardeş olmaktan çok uzak. Buna ek olarak kadınlara olan davranışı ve genel düşmanlığı sebebiyle Barrett’ta mizojinist bir tavır okumak mümkün. Bu kendi kız arkadaşını Tony’e rahatça pazarlamasından ve Susan’a olan düşmanlığından kolaylıkla anlaşılabilir. Tüm bunlara ek olarak ortada kocaman bir sınıf çatışması konusu var.

İngiltere’deki aristokrat sınıfı ve bunun alt tabakayla olan çatışmasını film boyunca takip etmek mümkün. Barrett’ın Tony’e acı çektirme arzusunun altında da bu yatıyor. Film bir yandan da efendilik olgusunun babadan oğula kalıtsal aktarılan bir durum değil, kişinin karakterinde yer alan bir olgu olduğu düşüncesini de sunuyor. Barrett kendi deyimiyle “beyefendilerin beyefendisi” (filmdeki orijinal hali “gentleman’s gentleman” olmakla birlikte) ve Tony’nin sahip olabileceğinden çok daha asil bir karaktere sahip.

Film bir yandan da sınıflar arası farklılığa cinsellik yönünden değiniyor. Kendi dönemine göre oldukça cesur denebilecek film, üst sınıfı kendi cinselliğini kapalı kapılar ardında oldukça sınırlı bir biçimde yaşarken göstermekle birlikte, alt sınıfı oldukça avam sayılabilecek bir biçimde hislerini ve arzularını özgürce yaşarken tasvir ediyor. Barrett evdeki dengeleri değiştirmek üzere oynadığı oyunlarda en çok da bu durumu kullanıyor diyebiliriz. Kız kardeşim diye eve getirdiği Vera’nın (Sarah Miles) Barrett’ın kız arkadaşı / nişanlısı olduğunu zaten filmin bize Tony’nin bilmediği pek çok şeyi göstermesiyle anlamıştık. Tasarladıkları oyunlarla Tony’nin o aristokrasi ve kuralları çerçevesinde yıllardır bastırılmış olan arzularına hitap eden Barrett ve Vera istediklerini almayı başarıyor. Vera Tony’ye hiç bilmediği duyguların ve özgürlüğün kapısını aralıyor belki de.

Psikolojik Oyunlar ve Sahte Güç Algısı Yaratımı

Olanlardan sonra Tony’nin, Vera’dan da Susan’dan da vazgeçemediğini görüyoruz. Bu durum da iki kadının Tony’de farklı şeylere hitap edip onları doyurduğu gerçeğini doğruluyor. Yine de evdeki yalanlar pek uzun sürmüyor. Geziden erken dönmeye karar veren Tony ile Susan eve girdiklerinde izleyeni bile utandıran türden bir sahneye tanık oluyorlar. Daha doğrusu duydukları seslerden ötürü evde asıl olup biteni kavramayı başarıyorlar. Yine de Tony, Vera’nın halen Barrett’ın kız kardeşi olduğunu sanma saflığına sahip. Durumun sonucunda izleyene bile “Pes!” dedirten bir diyalog ortaya çıkıyor ve Barrett ile Vera’nın duruma ne kadar hakim ve utanmaz olduklarını görüyoruz. Bu “yaptıklarının arkasında sonuna kadar durma” durumu ikiliye inanılmaz bir kuvvet veriyor ve dengeleri de bu değiştiriyor aslında.

Hem Barrett’sız hem de Susan’sız kalan Tony, kâh Vera’nın yatağını özlemle kokluyor, kâh içmekle günlerini geçiriyor. Bu günlere son veren şey yine bir barda Barrett ile karşılaşması ve aralarında geçen diyalog oluyor. Konuşma esnasında ustalıkla bin bir yalan uydurmayı başaran Barrett, imkânsız denebilecek bir biçimde kendisini eve yine kabul ettirmeyi başarıyor. Hâl böyle olunca, Tony’nin kaybetmeye ve de sömürülmeye mahkûm bir kişi olduğunu anlıyoruz. En başlarda kendisi için hissedilen sempati, zaman zaman yabancılaşmaya, filmin sonuna doğru da acımaya dönüşüyor.

Eve kendini geri kabul ettiren Tony ile Barrett arasında adeta 40 yıllık evli bir çiftmişçesine bir ilişki gelişiyor. Alkoliklikten kurtulamayan Tony ve evin her işini yapan ancak tüm gün şikâyet eden Barrett arasında tam bir karşılıklı bağımlılık ilişkisi doğuyor. Ancak ikili arasındaki fark şu ki, Tony yanında böyle bir insana ne kadar muhtaç olduğunu açığa vuracak kadar saf. Ancak Barrett bunu göstermek şöyle dursun, aksine karşısındakinin her daim üzerine çıkarak kendisine ne kadar muhtaç olunduğunu vurguluyor ve evde müthiş bir psikolojik oyun kurguluyor.

Alışılmışın Dışında Bir Psikolojik Gerilim Olarak The Servant

Zaman geçtikçe ev bütünüyle Barrett’ın hakimiyeti altına giriyor. Akabinde Vera’yı da tekrar eve aldığını ve Tony’yi ziyarete gelen Susan’ın durumun içler acısı haliyle başa çıkamadığını görüyoruz. Barrett’ın Tony’yi zihinsel olarak cümlelerle sürekli işlemesinin yanı sıra, onu fizyolojik olarak da uyuşturmanın bir yolunu bulduğu açık. Gerçeklikten ve kendini kontrol etme olgusundan oldukça kopan Tony için artık yapacak pek de fazla bir şey bulunmuyor.

The Servant birkaç restoran, bar ve sokak sahnesi dışında genellikle evin içerisinde geçmesiyle ve kullandığı tekniklerle vermek istediği hissi çok iyi yakalıyor. Buna ek olarak tek bir karakterle bütünüyle eşleşme sağlamadığını görüyoruz. Filmin izleyiciyi yer yer Tony, yer yer de Barrett yapmasının efendi-köle ilişkisine ve değişen dinamiklere daha derinden hissederek tanık olma deneyimini arttırdığı kaçınılmaz bir gerçek.

Oyunculuk açısından konuşulacak olursa özellikle iki erkek karakteri canlandıran James Fox ile Dirk Bogarde’ın hakkını vermek gerek. The Servant kadın-erkek ilişkileri açısından da ayrıca incelenebilir belki ancak ana teması olan sınıf farklılığını oldukça yenilikçi bir biçimde sunması bakımından çok güzel bir örnek olarak kendini gösteriyor. The Servant pek çok açıdan kesinlikle birden fazla kez izlenmesi gereken filmlerden!

Ece Mercan Yüksel

Bir Cevap Yazın