Bir Çocuğun Masumane Bakışından Bergman’ın En Özeline Yolculuk: FANNY ve ALEXANDER

Geçtiğimiz haftalarda 102. yaş günü olan, yine bir Temmuz ayında aramızdan ayrılan İsveçli yönetmen Ingmar Bergman’ın en kişisel işlerinden birisi olarak adlandırabileceğimiz Fanny ve Alexander (Fanny och Alexander), 1982 yılında yapılmış bir film olarak karşımıza çıkıyor. Bu yazımızda, yönetmenin kurgusu versiyonuyla süresi 5 saati aşan filmin yaklaşık 3 saatlik bir süreye sahip olan sinema versiyonunu inceleyeceğiz. Bahsini ettiğimiz 5 saatlik uzun kurgu ise televizyon versiyonu olarak geçmekte.

Yukarıda bu filmin, Bergman’ın en kişisel filmlerinden olduğundan söz ettik. “Bergman’ın hangi filmi kişisel değil ki?” şeklinde bir soru gelebilir tabii. Zira onun sineması daimi olarak hep en “samimi” olana, adlandırılamayana delalet ediyor; insanların kendi içsel şeytanlarıyla hesaplaşmasına, en yakınındakilerle iletişim kuramamasına ve aynada kendisiyle göz göze gelebilmesine, o anda yaşadığı dehşete işaret ediyor. Ancak Fanny ve Alexander’da durum farklılaşıyor; zira hikâye yer yer otobiyografik bir yapıya kavuşuyor diyebiliriz. Daha doğrusu hikâyeye yer yer Bergman’ın kendi hayatından ve de çocukluğundan esintiler serpiştiriliyor.

Fanny ile Alexander Ekdahl ailesine odaklanan ve olaylara çoğunlukla Alexander’ın (Bertil Guve) gözünden bakan bir hikâye. Çoğu şey onun bakış açısından anlatılıyor ve izleyici olarak genellikle onunla baş başa kalıyoruz. Alexander’a ek olarak, onun kız kardeşi Fanny (Pernilla Alwin) de hikâyede önemli bir yer kaplıyor ancak aracı olan kamera tarafından bizzat Alexander ile eşleştiriliyor olmamız Fanny’i biraz daha yan karakter konumuna sokarak Alexander’ı bir bakıma Bergman’ın temsilcisi hâline getiriyor.

Canlılığıyla İnsanı Adeta Davet Eden Ekdahl Ailesine Bir Bakış

Filmin görüntü yönetmenliğini Bergman’ın pek çok filminden tanıdığımız usta Sven Nykvist üstleniyor. Kendisinin dokunuşlarını filmin her yerinde görmek mümkün, zira film uzun sayılabilecek süresi boyunca seyircisini asla ama asla sıkmadan onu görsel bir şiire davet ediyor. Filmin aynı zamanda İsveç’in en pahalı yapımı olarak adlandırıldığını da belirtmeden geçmeyelim. Bunu filmin açılışından itibaren tahmin edebilmek oldukça mümkün. Kostümler, dekorlar, kullanılan mekanlar, hepsi çok gösterişli. Bu gösterişine, zenginliğine ve zevkliliğine ilk bakışta hayran olduğumuz Ekdahl ailesine sempati duymamak ve hatta bu neşeli ailenin bir parçası olmak istememek imkânsız. Her şey seyirciyi buna itiyor adeta. Ancak tıpkı tanıdıkça kötü yönlerine tanıklık etmeye başladığımız her insan veya oluşum gibi, Ekdahl ailesi de kısa zamanda kendi içindeki çürüklükleri ve de sıkıntıları göstermeye başlıyor. Gösterişli olan bu aile, aynı zamanda israf noktasına varıncaya ve kendinden soğutuncaya kadar çok yiyor-içiyor, ailenin erkekleri kendi yaşlarına yakışmayacak derecede çocukluk sergiliyor, takım elbise giyen insanlar birkaç saat sonra kendi saygınlığını unutuyor.

Ailenin direği, büyükanne Helena (Gunn Wållgren) aileyi bir arada tutarak ciddi bir otorite sergiliyor. Bir yandan kendisinin eski eşinin arkadaşı olan Isak Jacobi (Erland Josephson) ile uzun zamandır sürmekte olan bir ilişkisinin olduğunu öğreniyoruz. Çocukların dadısı olan genç Maj (Pernilla August) güzelliği ve de gençliği iledikkatleri üzerine çekerken, ailenin erkeklerinden biri olan Gustav Adolf’un (Jarl Kulle) karısının ve aslında neredeyse herkesin hoşgörüsü ve “izniyle”, Gustav Adolf’un yatağına giriyor. Fanny’nin ve Alexander’ın babası olan Oscar (Allan Edwall) daha ağırbaşlı bir portre çizmekle birlikte, öbür erkek kardeş Carl (Börje Ahlstedt) onca senelik karısı olan Alman Lydia (Christina Schollin) ile oldukça toksik bir ilişkide gibi görünüyor. Çocuklara şakalar yapan (!) ve onları eğlendirebilen bu adamın evde kendi karısına karşı böyle kötü davranması, üstelik bunu ilerleyen yaşıyla ve kötüleşen maddi durumuyla beraber egosunun gördüğü zararlardan ötürü yapıyor olması içler acısı bir durum olarak karşımıza çıkıyor. Annesinden sürekli olarak borç alan bu adam, gençliğindeki hayallerini gerçekleştirememiş oluşunun acısını eşinden çıkarıyor.

Bergman’ın Hayatından Esintiler

Fanny’nin ve Alexander’ın anne-babası olan Emilie (Ewa Fröling) ve Oscar’ın, aynı zamanda da büyükannenin ilgilendiği bir tiyatro mevcut filmde. Bergman’ın tiyatroya olan sevgisi ve ilgisi, ayrıca da yaptığı üretimler malumumuz. Haliyle hikâye bu noktada oldukça kişiselleşmeye başlıyor. Filmde Alexander’ın da tiyatroya özel bir ilgisinin olduğunu görüyoruz. Kendisinin tiyatro “yapabildiği” bir oyuncağı da mevcut ve Alexander özellikle canı sıkıldığı veya üzgün olduğu zamanlarda içsel rahatlığını bu oyuncağında buluyor. Tiyatro onun için gerçek dünyanın baskısından uzaklaştığı bir aracı. Filmin ilerleyen bölümlerinde, Alexander için dış dünyanın baskısı arttıkça, onun bu baskıdan kurtulmak için farklı yöntemler geliştirdiğine şahit olacağız.  

Ekdahlların dünyasında kurulu olan bu düzen ve görkem Oscar’ın ölmesiyle maalesef büyük ölçüde parçalanıyor. Yaşlılık, hastalık, yaşamın yavaş yavaş insanın kalbinden ve de yüzünden çekilmesi gibi konuları filmlerinde sık sık işleyen Bergman bu filmde de aynı konuyu perdeye taşıyor. Ölüm temasının Bergman’ın en büyük meselelerinden birisi olduğunu kolaylıkla söyleyebiliriz. Ölümün gelip insanı bulması, hastalıkla ölüm arası bir yerde, arafta çekilen acılar, ölmek istememek, ölümden korkmak… Bunların hepsi hem filmlerinin ağır topları hem de Bergman’ın kişisel korkularının birleşim kümesi. Düşünüldüğünde, hangimiz ölümden korkmayız ki? Ancak bu konunun Bergman kadar üzerine giden, ölümün gözleri varsa onu bulup tam da içine bakmaktan çekinmeyen, üstelik bunu ölümden çok korkmasına rağmen yapmayı başarabilen bir başkası zor bulunur diye düşünmek işten değil.  

Bergman, Fanny ve Alexander setinde.

Kusurları Olan Bir Cennetten Saf Cehenneme Geçiş

Oscar’ın ölümünden sonra bir gece derin çığlıklar sebebiyle uyanıyoruz tıpkı Alexander’ın uyandığı gibi. Biz izleyici olsak ve bunu bilsek dahi tıpkı gecenin bir yarısı, çocukmuşuz gibi büyük evin koridorlarında sessiz adımlara yürüyerek duyduğumuz çığlıkları takip ediyoruz. Bulduğumuzsa eşinin ölü bedeninin başında çığlık çığlığa yürüyen, duvarlara bağıran genç anne / annemiz Emilie oluyor. Bu sahne ve duyduğumuz o çığlıklar kesinlikle bugüne kadar tanık olduğumuz tüm sahneler içerisinde en çok içe işleyenlerden bir tanesi.  

Hayatına henüz bu kadar gençken yalnız başına devam etmek istemeyen Emilie, piskopos Edvard Vergerus (Jan Malmsjö) ile evlenmeye karar veriyor. Akabinde Fanny’nin ve Alexander’ın duygularına ortak oluyoruz adeta. Bu evliliği istemiyor, bizim yerimize konuşan ve karar veren bu baskıcı adamdan kaçmak istiyoruz. Daha en başından piskopos zorlu biri olacağını hissettiriyor ve gelecekte nelerle karşılaşabileceğimize dair bizi uyarıyor. Burada Bergman’ın kişisel deneyimleri tekrardan devreye giriyor kuvvetlice. Babası baskıcı ve otoriter bir din adamı olan Bergman, küçüklüğünden itibaren bu baskının altında ezilen ve zorlanan bir çocuk olmuş. Kendisinin din konusundaki şüpheciliğine ve sorgulamalarına, baba figürüyle iyi bir ilişki kuramamasının sebep olduğu kolaylıkla söylenebilir. Bunlara ek olarak bir röportajında küçükken büyükannesine gitmeyi çok sevdiğini, orada huzur bulduğunu anlatan Bergman’ın bu filmde büyükanne karakterini neden böyle anaç, sarmalayıcı, huzur verici ve affedici olarak tasvir ettiğini anlamak hiç güç değil. Bu spektrumun uç kısmındaysa oldukça şeytani olarak tasvir edilen, duygusuz ve sert bir adam olan piskopos yer alıyor.

Emilie ve piskoposun evliliğinden sonra Fanny ve Alexander için her şey yalnızca daha kötüye gidiyor. Piskopos ve gerek bedensel gerekse zihinsel olarak hasta olan ailesi, evindeki korkunç sadelik bütünüyle tekinsiz bir hava yayıyor. Burada mizansen oldukça büyük önem taşıyor diyebiliriz. Ekdahlların evindeki vibrasyon dolu renkler, çiçek kullanımı, neşe ve de canlılık sürekli olarak göze çarparken, kırmızının yani hayatın ve kanın renginin bu kadar yoğun olarak kullanılması önemli ayrıntılar arasında yerini alıyor. Böyle bir mizansene sahip olan evden, saf kireç dökülmüş gibi görünen, ölüm ve hastalık kokan –Nykvist sinematografisinde bazı şeyler öyle belirgin ki gerçekten kokusunu alabiliyorsunuz- o korkunç eve yaptığımız geçişteki kontrast çok belirgin.

Babanın Yasası ve Anne Kucağına Dönüş

Piskopos sürekli olarak kendi gücünü gerek yeni eşine gerekse üvey evlatlarına ispat etmeye çalışıyor. Dini bir karakterin filmde böyle tasvir edilmesi, Bergman’ın kendi babasıyla olan ilişkisinin bir yansıması diyebiliriz. Yalan söylediği için dövülen ve hatta işkence gören Alexander için, hamile olan ve çocuklarının elinden alınmasıyla tehdit edilen Emilie elinden geleni yapmaya çalışıyor. En başta piskopos ile evlendiği için ona Alexander gibi kızsak da zamanla bu öfkenin yerini anne tarafından korunma içgüdüsü alıyor ve bu şeytani ortamda biz de Emilie dışında tutunacak hiç kimseyi bulamıyoruz. Fanny bu en zor anlarda Alexander’ın hep yanında olan ve her şeye tanık olan kişi olduğu için, çok fazla aksiyonu olan bir karakter olmasa da -diğer bir deyişle yan karakter olsa da- filmin adında neden isminin geçtiğini rahatlıkla anlayabiliyoruz.

Büyükannenin sevgilisi olan Isak Jacobi adeta Yahudi mistisizmiyle dolu bir sihirle çocukların yardımına koşuyor ve onları kurtarıyor. Bir başka Bergman karakteristiği olarak Fanny ve Alexander’da da gerçek ile rüya daima iç içe. Bergman izleyicinin zihninde yepyeni bir gerçeklik yaratıyor ve bunu öyle bir biçimde yapıyor ki izleyici bu yeni gerçekliği sorgulamıyor veya kendisine sunulana inanmamazlık edemiyor. Kendisine sunulan bu “sihri,” bu rüyayı kabul ediyor. Buna ek olarak filmde sembolik dünyanın baskısının ve de babanın yasasının aşırı derecede uygulanıyor olması, filmdeki rüya-gerçek ilişkisini destekliyor. Alexander sembolik dünyadan her kaçmak istediğinde imgesel olana sığınıyor. Sinemanın da bütünüyle imgesel dünyaya ait olduğu düşünüldüğünde -izleyici sembolik dünyadan imgesel olanı izler, film dünyası imgesel olandır- Bergman’ın bu imgesel dünyaya sıkı sıkıya bağlı olması ve sembolik dünyadaki diğer sorunları hepten anlam kazanıyor. Alexander da film boyunca hem bize hayal dünyasının ürünü olan pek çok şey gösteriyor hem de sürekli olarak bir şeyler “uyduruyor”. Piskoposun yalan olarak yaftaladığı şeyler, Alexander’ın içinde bulunduğu korkunç gerçeklikten çıkış kapısı.  

Sembolik Olanı Terk Etmek ve Bütünüyle İmgesel Dünyaya Geçiş: Bir Çocukluk Arzusu

Fanny ve Alexander kurtarıldıktan sonra Isak Jacobi’nin kaldığı yere götürülüyorlar. Bu yer pek çok kukla, maske ve değişik dekor malzemeleriyle birlikte oldukça enigmatik ve de büyülü bir yere dönüşüyor. Tıpkı bir labirent gibi, koridorlarında yürüyen kişiye yolunu kaybettiren tarzda sihirli bir yer olma özelliği taşıyor bu yer, ancak yalnızca Alexander için. Buna ek olarak Ismael’in (Stina Ekblad) varlığı birçok paradigma yaratıyor. Bir kadın tarafından canlandırılan ancak erkek olarak tasvir edilen Ismael odasında kilitli tutulan, “tehlikeli” bir kişi.

Bu tekinsiz ancak bir o kadar da büyülü karakter, Alexander’ı tıpkı bir masaldaymışçasına kendisine doğru çekmeyi başarıyor. Alexander’ın hayal dünyasının bir parçası olarak adlandırılabilecek veya onun ruhunun derinliklerindeki karanlık taraf olabilecek bu karakter Alexander’ın en “kirli” sayılabilecek arzularını açığa çıkarıyor: Piskoposun ölümü. Alexander bu ölümü hayal ederken, Ismael ona bir fantezinin kolaylıkla gerçeğe dönüşebileceğini söylüyor. Akabinde öğreniyoruz ki piskopos gerçekten de ölmüş. Polisin anlatımından öğrendiğimiz üzere, tamamen kaza sonucu gerçekleşen bu ölüm Alexander’ın en derin fantezilerinin tamamlayıcısı oluyor, böylelikle hayal edilen ve imgesel olanla gerçek, ayrılmaz bir bütün olarak iç içe geçiyor.

Fanny ve Alexander gerek görsellik gerekse içerik olarak Bergman’ın başyapıtlarından bir tanesi. Filmin hissettirdiği duygular öyle gerçek ki, seyirci hüznü ve de neşeyi derinden yaşayabiliyor, piskopostan kuvvetli bir biçimde nefret edebiliyor. Filmi Bergman’ın diğer yapıtlarının temalarıyla bir bütün halinde incelemek veya filmin kendi içindeki ayrıntıları katman katman açarak filmi okumaya çalışmak mümkün. Ancak her noktasında gerek içerik kaynaklı gerekse imgesel olarak pek çok ayrıntısı bulunan, bilinçaltıyla gerçekliğin bu denli iç içe geçtiği bu filmi bütünüyle inceleyebilmek imkânsız görünüyor. Aynı yazarın bile Bergman’ın herhangi bir filmi hakkında onlarca farklı yazı yazabileceği bir gerçek. En ufak bir bakış açısı farklılığı bir Bergman filmi için onlarca farklı okuma türü demek. Bu da Bergman’ın çok yönlü yapısına ve derinlikli filmlerine işaret ediyor. İnsan doğasını ve ruhunu, çoğu kişinin göstermeye cesaret bile edemediği pek çok hâlini bu denli iyi yansıtan, insanı kendi içsel şeytanlarıyla hesaplaşmaya çağıran bu usta yönetmenin doğum günü bu vesileyle kutlu olsun!

Ece Mercan Yüksel

Bir Cevap Yazın