Bir önceki yazımda Avusturyalı yönetmen Billy Wilder’ın Double Indemnity (Çifte Tazminat) filminden bahsetmiştim. Yazımın sonunda ise yönetmenin Sunset Boulevard (Sunset Bulvarı, 1950) filmine değinmeden edememiş, açıkça konuşmak gerekirse kendimi tutamamıştım. Sunset Bulvarı pek çok açıdan bu övgüyü ve önemi hak eden bir film. Film tarihiyle alakalı çok derin bir bilginiz olmasa bile bu filmden fazlasıyla etkilenmeniz, izlerken çokça keyif almanız mümkün. Bunların üzerine bir de az çok film tarihinden haberdarsanız, önemli isimleri de biliyorsanız Sunset Bulvarı ayrı bir seyir keyfine dönüşüyor. Bu yazımızda filmin genel analiziyle birlikte bu tarz detaylara değinecek, filmle alakalı pek çok noktayı aydınlatmaya çalışacağız.

Film adını Los Angeles’taki ünlü bir bulvardan alıyor. Filmin ilginç yanı ise her şeyin bir cinayetle başlıyor oluşu. Havuzdaki bir cesetle başlıyoruz bu ilginç hikâyeye ve daha da ilginci, filmde narrator dediğimiz anlatıcı karakter havuzda cesedi bulunan karakterin ta kendisi! William Holden’ın canlandırdığı senaryo yazarı Joe Gillis karakteri kendi ölümünü, hayatın onu o havuza nasıl getirdiğini ve tüm bunlara neyin sebep olduğunu anlatmaya başlıyor. Karakterin sonu önümüzde oldukça açık bir biçimde duruyor olsa da hikâyesini dinlemeden edemiyoruz. Böylelikle film yalnızca bir “whodunnit” öyküsü olarak kalmıyor, aynı zamanda işin “nasıl”ına da odaklıyor bizi.

Beş Parasızlıktan Sonsuz Lükse Giden Kısa Ancak Bir O Kadar da Tehlikeli Yol
Az önce sözünü ettiğimiz Joe Gillis, Hollywood stüdyoları için senaryo yazan ancak uzunca bir süredir iyi para kazanamamış bir karakterdir. Bu özelliğine ek olarak genç ve de iyi görünümlü olması kendisini sempatik bile kılmaktadır. Yeni yazdığı senaryodan umutludur ancak o da beğenilmez. Hatta stüdyoda bu senaryoları okuyup fikir belirtmekle görevli olan Betty Schaefer (Nancy Olson) bile -ki kendisi daha sonradan Gillis’in sevgilisi olacaktır- hikâyeyi küçümsemiş, deyim yerindeyse yerin dibine sokmuştur. Stüdyodan avans ödeme isteyen Gillis buna mecburdur, çünkü borcu vardır ve arabasını bu borç sebebiyle kaybetmek üzeredir. Yazdığı senaryolarla bir yere varamayacağını anlayan Gillis en sonunda arabayı kaçırmaya karar verir ve böylelikle tüm olaylara bir “start” verilmiş olur.

Gillis’in atlatmaya çalıştığı memurlar araba yönüne ateş eder ve Gillis’in arabasının lastiği patlar. İlk bulduğu yere arabasını sokmaya çalışan Gillis, kimin evinin garajına girdiğinin farkında değildir. Ölü gibi görünen bu kocaman malikânede hiç kimse yaşamıyordur sanki, ancak Gillis kısa bir zaman sonra oldukça tuhaf görünen, aksanlı konuşan bir adamla karşılaşacaktır. Bu adamsa Erich von Stroheim’ın canlandırdığı Max von Mayerling karakterinden başkası değildir. Filmi daha iyi anlamak adına Erich von Stroheim’ı ve kariyerini anlatmak oldukça önem taşımakta.

Hollywood: Sessiz ve Sesli Sinema Dönemi
Yönetmenin kendisine geçmeden önce Hollywood’un sessiz sinema döneminden bahsetmek şart. Gördüğümüz üzere 1950 yılında çekilen bir filmin konusu izleyiciyi veya yazarı bir yönetmenden bir başka yönetmene, bir zaman diliminden öbürüne kolaylıkla atlatabiliyor. Filmler bu şekilde kümülatif bilgi taşıdığında izlemesi ve hazmetmesi de kesinlikle çok daha keyifli oluyor. Hollywood’un sessiz döneminde -adı üzerinde- herhangi bir şekilde diyalog olmadığından -sonradan eklenen müzikten bahsetmiyoruz tabii ki, bunu da not düşelim- mimikler ve oyunculuk oldukça fazla önem taşıyordu. Oyuncular hiçbir şey söylemeden, yalnızca gözleriyle ve mimikleriyle her şeyi anlatabiliyorlardı. O dönemin yıldızları kendi alanlarının en büyük sanatçılarıydı diyebiliriz. Ancak filmlere diyalog eklendikten sonra, oyuncunun mimiğine fazlasıyla önem atfeden gelenekten bir başka geleneğe geçildi. Sessiz sinema oyuncuları da yönetmenleri de eskisi gibi başarı yakalayamadılar ve hâliyle sönmeye yüz tuttular.

Sunset Bulvarı tam da bu konuya değiniyor. Malikânede 1920’lerin önemli yıldızı Norma Desmond (Gloria Swanson) aşırı lüks içerisinde yaşıyor; sonu gelmeyen bir birikimi, müthiş bir müsrifliği var. Seneler öncesinde kalmış olan gençliğini, güzelliğini ve de başarısını ararken, kendi depresyonu ve melankolisinde boğulmadan edemiyor. Çok uzak bir geçmişte kalmış olan parıltısını yakalamaya çalışıyor, ancak o parıltının tıpkı gökyüzündeki yıldızlar gibi çok uzun zaman önce ölmüş olan bir yıldızdan geldiğini biz seyirciler biliyoruz. Filmde büyük yönetmen Erich von Stroheim’ın Norma Desmond’un aşırı sadık hizmetçisini ve hatta aslen ilk eşini canlandırıyor olması bu açıdan da büyük önem taşıyor. Büyük bir yıldızın eşi, en büyük destekçisi ve de film yönetmeniyken bu film starının hizmetçisi haline gelen von Stroheim bu rolü boşuna kabul etmemiş olmalı.

Sonu Gelmeyen Bir Çekişme: Kâr Elde Etmek İsteyen Film Stüdyoları ve Tek Önemsediği Sanatı Olan İdealist Yönetmenler
Hollywood’un sessiz döneminden ve von Stroheim’ın filmdeki rolünden bahsettiğimize göre, artık kendisinin yönetmenlik kariyerine geçebiliriz. En bilinen filmlerinden birisi Greed (Açgözlülük, 1924) olan yönetmen bu eseriyle normal bir film süresini oldukça aşmıştı. Stüdyo tarafından fazlasıyla kırpılan filmle von Stroheim’ın aşırı titizlik içeren emeği de oldukça kırpılmıştır diyebiliriz. Sesli sinemaya geçilmesiyle artık iş yapamaz hale gelen Stroheim ünlü La Grande Illusion (Harp Esirleri, 1937) da dahil olmak üzere pek çok filmde oynamıştır.

Filmde Betty Schaefer’ın bünyesinde çalıştığı stüdyo aracılığıyla Hollywood “yapay”lığını, setleri, çalışma koşullarını, çok beğenerek izlediğimiz mavi gökyüzünün yalnızca bir dekordan ibaret olduğunu görme fırsatını buluyoruz. Bu yapaylık, yıldızların yükseldiği gibi alçalmasıyla, bir grubun aşırı para kazanıyor olmasına rağmen bir diğer grubun boğaz tokluğuna çalışıyor olmasıyla birleşince gözümüzün önündeki Hollywood resmi gittikçe belirginleşiyor. Film de bu şekilde ciddi bir eleştiri getirmiş oluyor sektöre ve her şeyin bu denli acımasız bir biçimde geçici oluşuna.

Hollywood’un Kara Listeleri: Üretken Bir Devrin Sonu
Olay örgüsünde en son Gillis’in Norma Desmond’ın malikânesine orada kimin kaldığını bilmeden giriş yaptığında kalmıştık. Gillis’i malikânedeki maymunun cenazesi üzerine gelen görevli sanan Norma ve Max, Gillis’i adeta zorla eve sokarlar. Gillis de evin büyüsüne kapılınca oradan ayrılmayı pek istemez. Norma ve Max çok geçmeden Gillis’in cenaze görevlisi olmadığını anlarlar ancak Norma’nın onun için başka planları vardır artık. Kendi müthiş geri dönüşü için bir film senaryosu yazan Norma bunu profesyonel birine okutmak istemektedir. Gillis’i adeta eve hapsederler ve onu yavaş yavaş bu malikânenin bir parçası yaparlar.

Gillis adım adım bu şaşaalı yaşamın bir parçası olur. Ona çok pahalı kıyafetler alınır. Ayrıca Norma’nın en az onun kadar yaşlı arkadaşlarıyla tanıştırılır Gillis. Bu arkadaşlardan birini de Buster Keaton’ın yine kendi adı altında canlandırdığını söylemeden geçmeyelim. Keaton yine aynı şekilde sessiz dönemin bir yıldızıydı diyebiliriz. Filmlerini hem yazıyor hem yönetiyor hem de kendi filmlerinde rol alıyordu. Ancak filmdeki diğer karakterlerin gerçek hayatları düşünülünce, kendisinin yıldızı da tahmin edebileceğiniz üzere söndü. Sesli sinemanın sessiz sinemanın yerine geçmesine ek olarak Keaton, Charlie Chaplin’in de gerisinde kalmıştı. Bu filmde de Keaton en az grubun diğer üyeleri kadar ruhsuz, yaşlı ve sönmüş birini canlandırmaktadır.

Norma’nın ilgisinden ve gittikçe gelişmekte olan aşkından bunalan Gillis, Betty ile birlikte senaryo yazmaya başlar. Betty’nin gençliğine ve doğallığına hayran kalır. Özellikle Norma’nın evi gibi bir yerden çıkınca, Betty ile vakit geçirmek ona aşkı ve tazeliği hatırlatır. Yine de Norma’yı ve Norma’yla birlikle gelen maddi gücü terk edemez Gillis. Yeni kıyafetleri, pahalı sigara kutuları ve takıları ona herkesten fazla yakışmaktadır artık. Kıskançlığa boğulan Norma, tabii ki bu ilişkiyi bozmak için araya girer ve Betty’yi varlığından ve Gillis’in kendisiyle birlikte yaşadığından haberdar eder. Gillis’in ne şekilde yaşadığını öğrenen Betty, Gillis’i oradan çıkmaya ikna etmeye çalışsa da başarısız olur.

Bu olaylar gerçekleşirken bir yandan Norma hiçbir zaman çekilemeyecek olan yeni filmine odaklanmıştır. Ünlü yönetmen Cecil B. DeMille’in – o da filmde kendisini oynamaktadır – kendisiyle bir film çekmeyi deli gibi istediğini sanan Norma bütünüyle sanrıya düşmüş bir karakterdir artık. Gerçeklikle bağını tamamen yitirmiştir ve akli dengesi de aynı şekilde elinden kayıp gitmektedir. Cecil B. DeMille, Norma’nın güzel günlerinin çok geride kaldığının farkındadır ve tek istediği onu geçiştirmektir. Buradaki Cecil B. DeMille tercihi tabii ki ilginç. Kendisi sessiz dönemde de sesli dönemde de ürün vermiş ve de başarılı olmuş bir yönetmen. Ancak eserlerini şahsen çok da iyi hatırlamadığımı söylemem gerek.

Geçen yazımda olduğu gibi yine Film Noir konusuna dönecek olursak, McCarthyciliğin gelişmesiyle birlikte bir dönem Hollywood’da komünist avına çıkıldığını hatırlarız. O dönemde kara listeler oluşturulmuş, pek çok yönetmen başka bir isim altında çalışmak ya da Amerika’dan kaçmak zorunda kalmıştır. Bu dönemde bile Cecil B. DeMille rahatlıkla film yapmaya ve ününe ün katmaya devam etmiştir zira kendisi Hollywood’un anti-komünistlerinden olarak bilinmekte ve buna uygun olarak propaganda yerine geçebilecek filmler üretmektedir. Dönemin komünist olduğu iddia edilen yönetmenlerinin gerçek birer sanatçı olduğunu ve komünist olup Amerika’ya zarar verme gibi bir durumlarının olmadığını da ne olur ne olmaz diye hatırlatalım. Bu kara listelerin ve kaçışların sonucu tabii ki Hollywood’u etkilemiştir. En iyi yönetmenlerini gizlice çalışmaya zorlayan veya kendi vatanını terk etmeye iten bir oluşum aynı şekilde parlak kalamaz.

Mimikler ve Bakış: Sesten Çok Daha Fazlası
Filmimize geri dönecek olursak, Gillis artık Norma’nın pençesinde yaşamaktan sıkılmıştır ve evi tüm eşyalarını orada bırakarak terk etmek ister. Bunun üzerine elindeki silahla Gillis’in üzerine yürüyen Norma – ki Norma pek çok kez kendisini öldürmek istemiştir ancak yapamamıştır, aşırılıklar içeren melankolik bir karakteri vardır – onu tam üç kez vurur ve Gillis böylelikle filmin başında gördüğümüz pozisyonuna, havuzdaki ölü hâline döner. Lâkin film bu şekilde bitmez, Gillis olayları anlatmaya devam eder. Norma’yı almaya gelen polislerse Max’ın yönergesiyle Norma’ya küçük bir oyun yapar. Az önce de söylediğimiz gibi gerçeklikle tüm bağını koparan Norma, hâlen bir filmde rol alacağını sanmaktadır. Eve gelen polisler ve gazeteciler sanki bir film setindeymişçesine davranırlar ve biz de işte o an Norma Desmond’ın merdivenlerden süzülüşüne, dolayısıyla Gloria Swanson’ın mükemmelden de öte olan oyunculuğuna tanık oluruz. Film bu şekilde gösterişli, bir o kadar da trajik bir biçimde biter.

Bazı filmler, üzerlerine yazılan yazılarla kolaylıkla anlatılabilir ve de anlaşılabilir gibi geliyor. Sunset Bulvarı’nın da kolay anlaşılabilecek bir olay örgüsü bulunmakta. Ancak buna rağmen, nedense üzerine yazılabilecek veya okunabilecek bir yazı, bu filmi yalnızca az bir miktarda açmaya yarıyor gibi görünüyor. Filmdeki detayları ayrıntılarıyla aktarabilmek kesinlikle çok hoş, ancak bunları ne okuması ne de yazması tüm bu detaylarla harmanlanmış filmi izlerken olduğu kadar yoğun bir keyif vermiyor. Dolayısıyla ara ara yavaş ilerliyor da olsa bu filmi kesinlikle tavsiye ediyor, filmdeki isimlere ve de yüzlere aşinaysanız eğer duygudan duyguya koşacağınızı garanti ediyoruz. Bu filmle alakalı olarak, Billy Wilder mı yoksa bu filmin böyle bir film olmasına müthiş katkıda bulunan oyuncular mı daha çok iş yapmış, karar vermek kesinlikle mümkün değil. Keyifli seyirler!
