HBO’nun yeni mini dizisi The Third Day, oyuncu kadrosunda barındırdığı Jude Law (Sam), Katherine Waterston (Jess), Emily Watson (Martin) ve Naomie Harris (Helen) gibi isimlerle dikkatleri çekiyor. Dizinin yaratıcı koltuğunda ise bir zamanlar Utopia adlı televizyon dizisiyle dikkatleri üzerine toplamış olan (aynı adlı ve içerikli dizinin Ekim ayında Amazon Prime’da yeni versiyonun yayınlanması bekleniyor) Dennis Kelly ve Felix Barrett var. Sinopsise baktığımızda sıradan bir “adada mahsur” anlatısı beklentisinin içine girebilirsiniz ancak The Third Day, hikayesinin içeriği ile değil daha çok hikayesini aktarış biçimiyle ön plana çıkıyor. Dizi boyunca her ne kadar birden fazla karakter gözümüze çarpsa da en önemli nokta biçimsel olarak ana hikâyenin aynı mekânda iki farklı karakter tarafından aktarılmasıdır. Dizi toplamda altı bölümden oluşmakla birlikte ilk üç bölüm “YAZ” olarak adlandırılırken diğer üç bölüm ise “KIŞ” şeklinde nitelendirilmiş. Dizi İngiltere’nin Essex, Blackwater Nehri’de “canlı, nefes alan ada” diye anılan Osea adasında geçiyor ve bu adada mevsim değiştikçe anlatı kahramanı da değişiyor.
Katharsis’i Beklerken
The Third Day’in ilk bölümünün başlığı, “Friday – The Father”. Dizinin tüm bölüm isimlerine baktığımızda hepsinin kendi anlatısı içinde önemli göndermeleri olduğunu söyleyebiliriz. İlk sahne itibariyle karşımıza çıkan Sam, kulaklığını takmış Florence + The Machine’den Dog Days Are Over şarkısını dinlerken onun nereden geldiği ve neden orada olduğu bilgisine sahip değilizdir. Yine de içinde bulunduğu mekânın duru yeşilliği, izleyici olarak içimizi güvende olduğumuz duygusu ile kaplar. Ancak orman, mekân olarak hem edebiyat hem de sinema dünyasında her zaman çok gizemli ve karmaşık bir yapıya sahiptir. Bu bağlamda da ağaçların yeşil rengi bir yandan huzur verirken diğer yandan ormanın bilinmezliği ve Sam’in orada tek başına ne yaptığı bilgisinden yoksun olmamız daha ilk dakikada gerilim öğesinin işbaşı yaptığının da bir göstergesidir.

Bir gerilim ve bilinmezlik anlatısında nasıl farklı bir açı sunabilirim sorusunun cevabını Dennis Kelly, kullandığı aşırı yakın çekimlerle vermiş. Bu yakın çekimler daha ilk sekanslarda gözümüze batmaya oldukça meyilli ve gerilim / gizem türünde sıklıkla karşı karşıya geldiğimiz bir çekim açısı olmadığı için aslında ilk başta biraz da deneysel gözüken bir estetiği var ancak dizi ilerledikçe bu teknik kendini sürekli tekrar edince bir yerden sonra rahatsız olmayı bir kenara bırakıyorsunuz.

Doğa Nefes Almak İstiyor
Dennis Kelly, The Third Day’in başrolüne en önemli aracı olarak doğayı yerleştirmiş. Hatta doğa çoğu zaman zıtlık yaratan bir görsel ya da ötekileştirilmiş bir nesne olarak karşımıza çıkıyor. Örneğin bölümün hemen ilk sekansında Sam’in içinde bulunduğu sahnenin dramıyla eşleşmeyen hareketli bir müzik dinlemesi kafamızı pekâlâ karıştırabilir. Ana karakterin bu dışavurumu orman figürüyle birleşince ortaya bir zıtlık dalgalanması çıkıyor ancak sahne geçişlerinin uzun tutulmamasıyla bu durumun da çok göze battığı söylenemez. Bunun dışında ilk bölümde aralıklı olarak rastlayacağımız çizgili t-shirt de yine Kelly’nin atmosferde yaratmak istediği gizem duygusunda başrolü oynuyor.

Dizide Osea‘da, bize toplam 93 kişinin yaşadığı bilgisi veriliyor. Ada sürekli hareket halinde olan canlı yapısıyla dikkat çekici; ulaşımı gün içindeki gelgitlere bağlı olan bu adada tek yol ya gelgitlerin geçip gitmesini dikkatli bir şekilde takip ederek adadan ayrılmak ya da yüzmek. Bu açıdan da mekân ve zaman ilişkisini birbiriyle tamamen bağımlı hale getirmiş olan Dennis Kelly, ana karakter Sam’i Osea’ya sürükleyerek adeta onu bir şişe dolusu içkinin içine atmış oldu.
Korku ve gerilim türü için biçilmiş bir kaftan olan Osea adası daha önce 2012 yapımı, James Watkins yönetmenliğindeki The Woman in Black filminde de görmüştük. Ayrıca bu ada 2015 yapımı, Guillermo del Toro’nun Crimson Peak filmine de ilham kaynağı olmuştu. Bu bağlamda daha dizinin ilk bölümünde Dennis Kelly, doğanın oyunculardan rol çalmasına izin vermiştir.

Yüzleşme
İlk bölümde Sam’in kendi hayatına dair bir arayışta olduğunu görürüz. Elinden düşürmediği telefonuyla, kendini ormanda asmaya çalışan Epona (Jessie Ross) ile tanışmasıyla, bir anda adaya sürüklenmesiyle ama bu sürüklenişinden gizliden gizliye zevk almasıyla, ailesiyle, işiyle, muhtemelen geçmişte kaybettiği çocuğuyla ilgili bir arayış içindedir ancak kendiyle yüzleşme isteği ilk bölüm için sadece bir soru işareti olabilecek niteliktedir.

İlk bölümün kritik karakteri olan Epona, sergilediği hareketlerin yanı sıra adıyla da dikkat çekicidir. Roma mitolojisinde Atların Koruyucusu, At Tanrıçası olan Epona için günümüzde İngiltere’de hala belli ritüeller yapılmaktadır. Ayrıca birçok edebiyat metnine de konuk olan bu mitolojik karakterin doğa ile ilişkili olması ve dizideki karakterin bir tanrıça ismi taşımasına rağmen kendini korumaktan aciz olarak çizilmesi yine Kelly’nin dizide kullandığı zıtlıklara bir işaret niteliğindedir.
“Lost” Karmaşası
J. J. Abrams’ın 2000’li yılların televizyon dönemine ismini altın harflerle kazıdığı Lost dizisi, The Third Day’i izlerken sürekli akılımızı kurcaladı. Bunun en büyük sebebi sadece ada unsurunun ana öğe olarak yansıtılmış olması değil aslında. İlk bölümün hemen ilk yarısını geçtiğimizde Sam’i daha o ilk zamanlardan çok uzakta bir rahatlıkta görürüz, sanki kendi katharsisini yaşamıştır. Ancak ilk bölümün hemen sonunda Sam’i, adadan ayrılmak üzere bindiği arabasında tekrar görürüz ve artık hava kararmıştır. Yani, Sam Osea’dan ayrılmak için arabasına bindiğinde uyuyakalmıştır.

Anlaşılan o ki Dennis Kelly’nin dizinin diğer bölümleri için oldukça zengin gizemli ve gerilim öğeleri olacak ki biz bu sonucu direkt olarak hemen ilk bölümde öğrenebiliyoruz. Lost’un final yaptığı zaman diliminde de dizinin bitişiyle ilgili (hala) açıklanamayan tahminler dolanmaktaydı ve bunlardan biri de “her şeyin rüya olduğu” fikriydi. Kelly bize bu durumu tahmin etmek için bir alan açmak yerine, izleyici ile direkt bağlantı kurarak durumun sonucunu açığa vuruyor. Böylece ilk bölümde Osea’da sürekli gördüğümüz ve empati kurmak istediğimiz ancak gerçek kimliği ile tüm bölüm boyunca herhangi bir yakınlık kuramadığımız Sam karakterinin çizilişi, kendisinin hayatına dair gelecek bölümlerle ilgili daha çok meraklanmamızı sağlıyor.

Dizinin müziklerini üstlenen Cristobal Tapia de Veer, bizi harika bir Soundtrack ile dizi boyunca besliyor. Özellikle ilk bölümde sürekli kulağımıza çalınan “Leave Osea” adlı bestesi dizinin gerilimli, karanlık atmosferini doyuran önemli tınılara sahip. Türkiye’de Digiturk – beINConnect aracılığıyla her hafta yeni bölümlerini izleyiciyle buluşturan The Third Day’in bir sonraki bölümünün başlığı “Saturday – The Son”.

İlk bölüm için özetle yakın çekimlerin yoğun olduğunu, İngiltere’nin kasvetli havasının anlatının içine işlediğini, birden fazla zıtlıkla uyumun yakalanmaya çalışıldığını, doğanın hem gerçekçi hem de yoruma açık fantastik öğelerinin kullanıldığını, yüzleşme odaklı bengi dönüşlere meyilli bir yapının bulunduğunu söyleyebiliriz. Bunun yanı sıra ilk bölüm boyunca tam olarak anlatıda cevaplanmamış olan yapay böcek kullanımı, çizgili t-shirt meselesi ve akıllara Midsommar ile The Wicker Man’i getiren Osea’ya özgü festivalin hazırlanışı hala içeriğinin ve sunumunun dizide nasıl bir yere sahip olacağı konusunda soru işareti olarak askıda.
Bunların yanı sıra dizinin tüm ekibinin 3 Ekim 2020’de Osea Adası’ndan canlı yayın yapacağı da söylentiler arasında.

Diziyle ilgili tüm inceleme yazılarına THE THIRD DAY – 6 BÖLÜM & 6 YAZI bağlantısından ulaşabilirsiniz (yeni sekmede açılır).